12 Haziran 2024

Belli Ki Bu Ülke Hızla Sürükleniyor: Ekokırım


Dünya var olduğundan beri, canlılar, medeniyetler, ülkeler değişiyor, yok oluyor, yok ediliyor. Yaşarken olan biten tuhaf geliyor, geçmişe bakınca nasıl olmuş ki diyorsun. Nasıl izin verilmiş. Oluyor, olmaya devam ediyor, bitecek gibi değil. Verilen tepkiler, atılan çığlıklar değişime elbet yön veriyor ama belli ki yeterli olmuyor. Dünyanın düzeni teslim olmuş bir güce, ne din, ne iman, ne ahlak, ne hak tanıyor... Talan ya da savaş bitmeyen bir hırsın ürünü... Şakşakçısı da hiç bitmiyor. 

Katliamlar durdurulamıyor, yoksulluk, açlık, kadına şiddet, çocuğa şiddet, kediye, köpeğe şiddet.. Gıdaya, sağlığa, eğitime ulaşım zorlukları, adaletsizlik, hukuksuzluk, yağmacılık, fırsatçılık... Aklıma gelmeyen daha bin bir türlü bela ve karanlık. 

İnstagram üzerinden yapılan paylaşımlara denk geldikçe, ben de paylaşıyorum. Neye yarıyor bilmiyorum, imza kampanyalarına katılıyorum neye yarar bilmiyorum. 

İkizköy Direniyor: Madenin Akbelen'de yaptığı yıkım ve gasp korkunç boyutta...Kaçıncı dava, kaçıncı boykot. 

Aydın Çavdar Köyü, Latmos - Beşparmak dağları madene açıldı. Fotoğraflar korkunç... Çam fıstığı, zeytin olan her yer şimdi dağ, taş. kaynak suları, kültürel miras yok oluyor. Düşünsenize 8000 yıllık kaya resimleri, antik kentler ve manastırlar ve daha pek çok şey yok oluyor. 

Burdur, Isparta, Akçay Havzası, Madran Dağı, Kaz Dağları, Seferihisar, Ankara Güdül, Ardan, Kars, Göle Havzası, Gümüşhane, Gökdere, Nazlıçayır Köyü, Alakır, Fırtına Vadisi, Likya Bölgesi, Gökçe Ada, Alpu Ovası, Yenişehir Ovası, Yenice Ormanları, Toroslar, Gediz Deltası, İliç, Fırat Nehri... daha çokkkkk uzayıp gidiyor liste... Göller kuruyor, göller... Akşehir, Eber, Marmara Gölü, Van Gölü kuruyor, inanabiliyor musunuz? Bunlar aklıma hemen geliverenler. Göllerdeki su miktarı son 30 yılda %53 azalmış diye bir haber okumuştum. 

Turizm adı altında yapılan kıyı talanına insanın aklı ermiyor, Finike, Demre, Kaş, Kalkan duble yol olacakmış... Gazipaşa kıyılarına tesis kurulacakmış, Marmaris yangını sonrası her yer talan... Çok mu lazım diye soruyor insan. Nasıl bir doymazlık, nasıl bir talan iştahı, nasıl bir körlük, duyarsızlık...  Her yer kan ağlıyor, insanlar köylerini, toprağını, ormanını, nehrini savunuyor, hükümetler taş üstünde taş bırakmayan kararlara imza atmaya devam ediyor. 

Tarım arazileri "tiny house" adı altında talan edilmeye, dereler, nehirler enerji üretimi için kurutulmaya, ormanlar, zeytinler maden uğruna yok edilmeye, yangın sonrası betonlaşma ile kıyılar talan edilmeye  hızla devam ediyor. 

Son dönemin sıklıkla karşılaşılan kelimelerinden "ekokırım". Bazı ülkeler EKOKIRIM'ı suç olarak tanımlıyor, belli ki bizim ülkemizde güç olarak tanımlanıyor, güce tapanlar bu ülkenin sonunu bir felakete sürüklüyor. 




05 Haziran 2024

Plan Gibi Plan ve Bir Yol Hikayesi

Zorlu bir haftayı geride bırakmış, Cuma gününü izin alarak 3 günlük yol planını yapmıştık. Efendi gibi gidip efendi gibi dönecektik. Yoldan çıkmayacak, oluşturduğumuz rotaya sadık kalacak, bir önceki gezilerden edindiğimiz tecrübeler ışığında evimize vakti ile dönecektik. 

***

Perşembe, 17:00

Perşembe gecesi tüm hazırlığı tamamlayıp yola çıkmamız 5'i bulmuştu. Hedef belliydi. Ama konaklama noktası konusu, gideceğimiz yerde önceden rezervasyon yapılmadığından sürpriz sonlu olacaktı. 157 km'lik yol yaklaşık 2,5 saatlik bir zaman demekti ki, akşam yemeği için ideal bir varış saati olacaktı. 

Buraya kadar her şey normal seyrindeydi.

Yolculuk neşeli şarkılar ve sohbetle devam ediyordu, bir önceki haftaların gerginliği ara ara kendine yer edinmeye çalışsa da, yılların verdiği deneyimle, artık buna izin vermiyorduk. Sıkıntıların konuşularak ancak çoğalacağının, ne iyi ki ikimiz de farkındaydık. Bir kere konuşmuş, ömrümüzden yeterli zamanı canımızı sıkan kişi/olaya vermiş ve kitabın o bölümünü geçmiştik. Teknik olarak "flashback" lere ihtiyaç duymadan, gün bugündür felsefesi ile "anda kal"ıyorduk. 


İlk durak Ormanya Kamp Alanı... Kapıya varmamızla gözüme kestirdiğim üç araçlık boşluk ile "Yaşasın yer var" çığlıklarım arabanın içinde yankılanıyor. Neyse ki mutlu son. Görevli elinde mis kokulu kahvesi ile geliyor, gerçekten de yer var. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen, kuralları belirlenmiş kampımıza kuruluyoruz, bize ayrılan 19 numaralı alanda bir de ağaç ve masa var, daha ne isteriz derken, 3 gün ücretsiz olduğunu öğreniyoruz. Hakikaten bir kampçı olarak daha ne isteriz ki şu hayattan!

Ormanya Doğal Yaşam Parkı düzenlenmiş bir orman aslında. Sabah erkenden yürümek ve içinde kaybolmak için sabırsızım, görevli uyarıyor, 6'da gezmeniz mümkün değil, 9'da açılıyor diye. Ah devlet dairesi bakış açısı... Dert değil, açılışı  9'da olsa da mutluyum ben. Hemen soframızı kuruyoruz, rakıları koyuyoruz, bir ağacın altında, yeşile baka baka içeceğiz, dertleri bir bir sileceğiz. Bir süre sonra eşimin dikkatini çekiyor, hafifçe bana eğiliyor, "bir tek biz içiyoruz" diyor, hemen internetten kuralları okuyorum ve görüyorum ki, alkol almak yasak. Oysa 23 araçlık alanda, her milletten her anlayıştan insan var. Birer dublemizi içiyor, biri bizi şikayet etmeden ya da uyarı alıp keyfimiz kaçmadan masayı topluyoruz. Kısa  bir keşif turu ve gece yürüyüşü sonrası, gece sakin ve dinlendirici geçiyor. 



Cuma, 09:00 

Sabah 9'da kapıdayız. Büyük ve görkemli kapıdan geçiyoruz, bambaşka bir dünyaya açılıyor gözlerimiz. İçinde mesire alanı, gökyüzünü göremeyeceğiniz kadar büyük ağaçlarının gölgesinde yer alan farklı zorluk derecelerine sahip yürüyüş ve bisiklet rotaları, kuş gözlem, Hobit evler, böcek oteli gibi farklı deneyim alanları, çocuklar için tam bir keşif imkanı sunan, özellikle vahşi doğada yaşama imkanı olmayan hayvanlar için rehabilite merkezi gibi düzenlenen çiftliği, göletleri, doğanın içinde kaybolmuş kafe ve restoranları ile Ormanya tam bir şehre mola noktası. 

Çok beğeniyoruz.  Yaklaşık 4 saat süren turun sonunda Ormanya'dan ayrılıyoruz. Çünkü bazı kurallar bize uymuyor, keyfimiz kıymetli, zaten iki gün kafa dinlemeye gelmişiz, hemen rotayı tekrar oluşturuyoruz. 114 km. sonra Karadeniz kıyılarında, Karasu'dan giriş yapacağız ki, saat makul, gezinerek varacağımız kıyılarda elbet gönlümüze göre kafa dinleyecek bir yer bulacağız. 








Cuma, 14:00

Google ne büyük kolaylık, Akçakoca'ya kadar kıyı şeridindeki konaklama yapılacak kampları tararken bazılarını gözüme kestirip arıyorum. Sezon açılmamış, havalar birden mevsim normalleri üzerine çıkınca, ortalık toz duman ama insanların da kendini bir yerlere atası var. Haliyle tamir, tadilat, gürültü, patırdı hiç bir yerden eksik değil. Yolda giderken, hep durduğumuz Poyrazlar Tabiat Parkı aklımıza düşüyor. Ne yazık ki, karavanlar için konaklama yasağı gelmiş. İki hafta öncesine kadar izin veriliyormuş. Günlük giriş de 450 lira olmuş. 2 saat için değmez deyip ilk plana sadık kalacağız ama nasıl açız, neyse ki gölün karşı kıyısında kahvaltı molası verecek bir ağaç gölgesi buluyoruz. Karşımız orman, fotoğraf çekip bir arkadaşıma gönderiyorum, "windows ekran görüntüsü bu"  diyor. Bulunduğumuz yerde nasıl güzel bir esinti var, ayrılmayı hiç istemiyoruz. Ama hemen yan tarafta bir ev var, içeride kimse yok gibi ama geldiklerinde rahatsız olabilirler düşüncesi ile oradan ayrılıyoruz. 






Cuma, 18:00 

Saat 6 gibi gözümüze kestirdiğimiz kampa varıyoruz ama kapı kapalı. Oysa sahibi ile telefonda görüşmüş ve içeride bizi karşılayabilecek çalışanlar olacağını öğrenmiştik. İçeriye kaçak giriş yapan yurdum insanı grubu var, yaygılarını yola yayıp piknik moduna geçmeye çabalıyorlar, iç sesimiz bizi uyarıyor, temkinli davranarak oradan vazgeçiyoruz. Gelirken gördüğüm ve yoldan epeyce içeri girilerek ulaşılan Kalkın Köyü Mesire Yeri'ni eşime öneriyorum, yoldan sapar sapmaz inişe geçiyoruz.  Harika bir orman köyünden, yol kenarı asırlık ağaçlar ile çevrili, deniz kıyısına kadar kıvrılarak devam edecek  yola aşık olduk bile. İç sesimize güveniyoruz, midemiz kelebekler ile doldu, bu gece buradayız. 

Cuma, 19:00

Derme çatma bir kulübe karşılıyor bizi, teras gibi bir kısımda 3 adam oturuyor, sonradan sohbeti ile bayıltabilen adamın buranın işletmecisi olduğunu,  hemen yanında oturan adamın ormanı keserek 32 dönüm kadarcık alan içinde kaçak yapılar yaptığından 4 yıl içeride yattığını, diğerinin de tekin bir amca olmadığını öğrendiğimiz bu mesire yerinde izin kalarak kalmaya karar veriyoruz. Oysa ilk izlenimiz; kendi halinde amcalar sohbetteydi. 



Cuma,  20:00

Saat 8 gibi gün batımı için tüm hazırlıkları tamamlıyoruz. Bir tek biz varız. Bir de işletmeci, Ergül abi. Rakılara buzları koyup, sırtı orman, önü lebiderya deniz manzaralı evimizde şükürler dilimizde bir keyif anında güneşi tam da denizin ortasında batırırken şarkılar söylüyoruz. 

Var mıyım diyorsun şarkılarında
Elbette sen varsın kim olacaktı
Var mıyım diyorsun şarkılarında
Elbette sen varsın kim olacaktı

Güneşi batırıp, keyfi katmerleyince, usul usul toparlanıyoruz, bir ara eşim kayboluyor, Ergül abi ile sohbette olduğunu fark ediyorum. Özenli bir meyve tabağı ile birer duble rakı koyuyorum. Karanlıkta eşimin kurtar beni bakışlarını algılamıyorum. 

10 yıl önce rakıya tövbe etmiş Ergül abi, bozuyor beni demiş. Ot öyle değildi, ama artık bulunmuyor demiş. Hayat hikayesi bizde saklı Ergül abi, biraz da yalnızlıktan olsa gerek, çokkkkk konuşuyor, ama gerçekten çokkkkk!

Eşim karavana döndüğünde, "of ya diyor kalkamadım da... Yoruldum dinlerken" diyor. Gülüşüyoruz. Ortam öyle güzel ki, bir gece daha kalacağız ama bu sefer temkinliyiz. 

Karavanın yan pencerelerini ve gökyüzü penceresini açıp, yıldızlı geceye güzellemeler yaparak, ertesi günün hayali ile uykuya dalıyoruz. 

Cumartesi, 06:00

Sabah kuş sesleri ile uyanıp, 6 gibi kendimizi dışarı atıyoruz. Sabah yürüyüşü, kahvaltı ve deniz... 

Plan gibi plan!

Tıkır tıkır işliyor... 

Gün içinde gelen 2-3 günübirlikçi ile ortalık biraz hareketlense de, sezon henüz açılmadığı için sakinlik korunuyor. Akşam üzeri bira-fıstık ile hararetler alınıyor. Akşam yemeği gene gün batımına karşı. Gece yürüyüşü, sonrası biraz okuma ve huzur dolu bir uyku ile sonlanan gün. İnsan daha ne ister ki hayattan. 



Pazar, 06:00

Sabah 6 gibi uyanıyoruz, gün doğumunu kaçırmışız, 1 saat içinde toparlanıyoruz, yola çıkmak için hazırız.  Aslında bir kuralımız var, henüz farkında değiliz ama o kuralı epeyce ihlal edeceğiz. 

Kural: Dönüş yolunda en kısa yoldan eve gitmek. Rota 4,5 saat diyor. Kuralı işletsek, en geç öğlen gibi evdeyiz. 

Pazar, 07:00

Kahvaltıyı yolda bir yerde, güzel manzaralı bir dağ köyünde ederiz diyerek yola koyuluyoruz. Kalkın köyünün bir yan koyu olan Karaburun plajına girmeye karar veriyoruz. Kimsecikler yok, bir adam elinde kasa ile bakkala doğru yürüyor, biz de arkasından, kasada henüz tutulmuş, Karadeniz Barbun/Tekir... Hemen bir kilo alıyoruz. Hayaller öğle rakısına bırakıyor kendini... Melenağzı Çayı'nı geçiyoruz. Bir sonraki sefer çaydan yukarıya doğru uzanan yolu keşfetmek. 




Pazar, 10:00

Üniversite tren yolculuklarımın göğe bakma durağı Doğançay tabelası dikkatimi çekiyor, google haritalar orada bir şelale olduğunu gösteriyor... Gözler parlıyor... Rota bir kez  daha oluşturuluyor. Dar ama orman içinden giden yemyeşil yolda, yüreğimiz ağzımıza gelse de, inişe geçtiğimiz betondan yapılmış yolda, saptığımız ilk köyden yaklaşık 30 dakika süren 12 km'lik yolu tamamlıyor ve şelale tesislerine varıyoruz. Yaşlı amca gülüyor, 

"karadenizli misiniz", 

"değiliz" 

"ne işiniz var burada" 

"gezmeye geldik" 

"hiç akıl yok" :))

Yahu neden böyle deyip günü mahvediyorsun ki bey amca, biz çok akıllı olduğumuzdan hem yolu yarıladık, hem de molamızı şahane bir şelalede verdik. Değil miyiz yoksa???


Mekan henüz yeni kiralanmış, tadilat nedeniyle her yer inşaat, tek tük araba var ama anladığımız kadarıyla 1-2 saate park bile sorun olacak. Aracı tek gölge yer olan iki fındık ağacının altına alıyoruz. Nispeten düz ve hemen yanı başında bir bank var, masayı da oraya açıp kahvaltı edeceğiz. Plan bu!

Şelale yolu 600 m. ama dik ve yol düzenlenmediği için orman içi patika. Aşağıda masa koyacak yer yok zaten herhangi bir yapı da yok. O yüzden elimiz kolumuz boş inişe geçiyoruz ki, dönüşte bu halimize binlerce kez şükür edeceğiz. Bildiğin 60 derelik yokuştan inişe geçiyoruz, yer yer 90 derece mi oluyor ne... Epey zorlu bir parkur, son 10 m.'de bende kayış kopuyor, neden bu kadar zorluyorum kendimi diye küfürler ediyorum. Güç aldığım tek şey, hemen önümüzden ellerinde piknik malzemeleri ve bir bebekle inen genç çift, onlar yaparsa sen de yaparsın diyorum. 

Neyse ki, şelaleye kazasız belasız iniyoruz. Genç çift kucaklarında bebeleri ile kahvaltıya başlamışlar bile, yanlarına yanaşıp, sizden feyz aldım diyorum. Gülüyorlar, "biz de ha gayret diye diye geldik ama bir daha ne geliriz ne de tavsiye ederiz" diyorlar. Gülüşüyoruz. 


Şelale görgemli, çok katlı ve serin... Su buz gibi, gölet oluşan yere bari girebilseydik derdindeyim ama mayolar bile yukarıda ve su öyle soğuk ki, üstelik yol gidip gelmeye uygun değil. Giremezdim kesin deyip kendimi teselli ediyorum. Eşim tabi ki suya girmeden dönmüyor. Dönüş yolu bir felaket, biz çıkmaya niyetlenirken gelen herkes bol küfürlü ve puflamalı sonlandırıyor inişi. Yolda soranlara, "değiyor ama canınıza da yetiyor" diyorum. Bir ara kalbim ağzımdan çıkıyor, tansiyon muhtemelen 20 falan derken, 5 mola, 8 "ölüyorummmmmm bennnnn" nidaları ile 600 m'lik yolu kazasız belasız çıkıyoruz. Ortalık toz duman, arabalar üst üste. Adam bağırıyor, "yanaş abicimmm, yanaşşş, yarım metre bile lazım bize." 

Maviş neyse ki gölgede, biraz soluklanıp, taze köy ekmeği, peynir, domates, zeytin ile kahvaltıyı edip yola çıkıyoruz. 

Pazar, 14:00

Geçen yıl Bilecik'te bulunan Harmankaya Kanyonu Tabiat Parkı kampından dönüşte aldığımız çileğin kokusu hala damağımda, eşim "bak bakalım yol ne kadar uzuyor" diyor, "45 km", cevabından sonra rota bir kez daha oluşturuluyor. 

Dağ köylerinden geçerek varacağız İnegöl Kurşunlu'ya, yolda çilekçi Samet'i arıyorum, "ablam var çilek" diyor. Oooo benden mutlusu yok. Yolda giderken Porland Fabrika Satış mağasına giriyoruz. Evlenecek olanlara Allah bol bol maaşlı, kazançlı işler versin. Yoksa durum zor... İkinci kalite tabaklar bile tanesi 300-500 liradan satılıyor ki, 12 kişilik yemek takımı falan hayal. 

Anayoldan ayrılır ayrılmaz, keyfimizi cezbeden yeşillik ve orman manzarası ile bir ağaç gölgesinde alıyoruz soluğu, Maviş'le olmanın ayrıcalığı da bu, gönlün nereye düşerse evin orası, buz gibi bira ve fıstık keyfi ile yaptığımız bu kısa mola sonrasında, 6 gibi Samet ile buluşabiliyoruz. Sağ olsun kasa ile çilek, kilo ile kiraz ve erik hazırlamış. Bir de uyarıyor, dönüş yolunu İnegöl'den yapmayın, 2 saat uzar yolunuz diye, tamirat varmış yolda, Yenişehir yolu açık olduğundan, rota bir kez daha oluşturuluyor. Yolda yaptığımız bir iki telefon görüşmesi sonrası, balık rakı, eşimin köyünde, baba evinde olacak. Plan gibi plan :)

Pazar 20:00

Sofrayı kuruyoruz, balıkları temizleyip, kızartmak için hazırlıyoruz, salatayı yapıyoruz. 30 dakikalık bir ön hazırlık ile keyfimize keyif katacak son molamızda yine baş başayız. Herkesin bir planı olduğundan biz bahçeli, meyve ağaçları ve çeşit çeşit çiçek ile süslenmiş köy evinin keyfini sürüyoruz. 


Pazar 00:00

Israrlara rağmen yola çıkıyoruz. sonuçta 1-1,5 saatlik bir yolumuz kaldı, yani en geç 1.30 gibi evdeyiz üstelik "home sweet home" yani, herkesin evi kendine 5 yıldızlı otel olduğundan, eve doğru yol alıyoruz. Karavanı boşaltma işini olduğu gibi ertesi güne bırakıp, duşları alıp yatıyoruz. 

***

Böylece zorlu bir haftayı harika bir 3 günlük kaçamak ile geride bırakmış, efendi gibi karavanın ve hafta sonunun hakkını vermiş, her türlü yoldan çıkmış, yeni rotalar oluşturmuş, bir önceki gezilerden edindiğimiz tecrübeler yetersiz olacak ki,  evimize olabilecek en geç saatte dönmeyi başarmıştık. 

***

Ey sevgili okur, okudun anladın şimdi son bir soru:

Karavancılık biraz kendini yola bırakmak, yolun sürprizlerinden keyif almayı başarabilmek değildir de nedir?

24 Mayıs 2024

Bir Karavan Hikayesi

 



Ömrümün ikinci baharına denk gelen en güzel hikayedir: MAVİŞ

Az süsleyeyim, biraz da pullayayım da, nesilden nesile bir aşk hikayesi gibi anlatılabilsin.

***

5-6 sene önceydi, dünyayı dolaşmak isteğimin üzerinden epeyce zamanlar su olup akmış, serde gençlik vardan bir ayağı çukurdaya mey etmeye yüz tutmuş fani ömrümde, elde avuçta tutulabilen niyetler heba olmasın diye, niyetine girdiğim yollarda Avrupa'dan da bir kaç ülke görmüştüm. 

Gel zaman git zaman hayat arkadaşım; yol arkadaşım, dostum, sırdaşım olunca... Hayalim gerçeğim olsun istedim ki ne denk geliştir o hayal... 

Hayal dediğin içte bir kurt, konu konuyu açınca gelip baş köşeye gözünü dikiyor, dikiyor da, konuşmanın seyri hep "emekli" olma gerçeği ile sonlanıyor, beyhude geçen ömrümdeki bu caanımm hayal, ülkenin ekonomik gerçekleri ile yüzleşmekten yorgun düşüyor, kurt dediğin durduğu gibi durmuyor, kemiriyor da kemiriyor. 

***

İşte o 5-6 sene önce günlerin günleri kovaladığı günlerden bir gün, hayal, koşa koşa geldi konunun en can alıcı yerinde sahnesini aldı, ama ne alış! 

Allah denk getirdi derler ya, bence o an o andır, dedik neden olmasın... 

İki aracı  topladık, eldeki avuçtaki bilgiye böldük, sonuç oldu mu sana bir araç... Ama ne araç? Nasıl bir araç?

Soru salonun orta yerindeki avizeye asıldı kaldı, uzun bir süre denmeyecek kadar ama asla kısacık bir zaman da değil. 

Geliyoruz gidiyoruz soru ile kafa kafaya veriyoruz. Binek olacak, ekonomik olacak ama dağa taşa vurdun mu da ağlayıp sızlamayacak, ya Rab! nidaları ile geçen günlerden birinde, bir de ülke ekonomisi vermez mi sinyali ucundan.

Sinyale gözü kapayıp girdik yola... 

Kısa sürede tesadüfün taşları kaderin ağlarına denk düştü... 


Yılların emeği ile taranmış, "google sağ olsun" sonsuz kaynağındaki bilgiler ışında temeli atılmış karavancılık hikayesi kısa sürede, üstelik emekliliği beklemeden ilk meyvesini verdi: Rengi, modeli, yaşı, boyu, huyu bizden, yakışıklı bir arkadaş evimizin "aile" arabası oluverdi. 


Mavi gri renkli, Caravelle "Team" model aracımızın arka üçlüsü yerine konan bir kamp mutfağı dolabı, "Alamanyalardan" getirtilmiş bir arka kuyruk çadırı ile serüvenden serüvene, yollardan yollara karavancıyız edasıyla dolanacaktık ki, adı olmayan bir karavanın camiada kabul görmeme ihtimalleri üzerinden, adını tekerine üfleyip yollara revan olduk: "Maviş, Maviş, Maviş"

***

Aradan geçen 4 yılın sonunda, evrilen hayaller ve deneyimler sonucunda geçen yıl biriktirdiğimiz avrolar duman olmadan önce Mavişi "pop up" çatısı ve iç mobilyaları ile mini bir campera dönüştürdük.  O değişimden beri Maviş mutlu biz daha mutlu yollardayız anlayacağınız. 


Cuma oldu mu "nereye" soruları, perşembeden belli olur kampçının kaderi zeytinyağlıları ile rakılar, balıklar, etler, peynirler ile kurulan dost sofraları ile şenlenen hayatımız, bir çokları için "hayat size güzel" iç çekişlerine sebebiyet verse de, "hayatı bize güzel kılan" yüreğimize, bakış açımıza, tercihlerimize zeval gelmesin dileriz. Herkese de hayallerini gerçekleştirme fırsatı bulacağı bir ömür. 

***

Kimi zaman bir göletin kenarında, kimi zaman bir dağın başında, kimi zaman antik bir kentin kıyısında, kimi zaman denize nazır, bazen bir gün doğumunda, bazen bir ay ışında, zaman zaman ıssızlığın ortasında, nadiren kalabalığın orta yerinde, her şeye rağmen, Maviş denince, dilimizde hep  bir "iyi ki..." 

***

Şimdi dönüp baktığımda, ertelemedik, idealleştirmedik, mükemmeli arayış değildi bizimkisi ki zaten ne ekonomik olarak ne de bilgi olarak o noktada değildik. Denemek istedik, sınırlarımızı, kısıtlarımızı, yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı görmek istedik. Geriye sayıma başladığımız bu günlerde, emeklilik için kurduğumuz hayaller bambaşka bir noktada. Maviş tabi ki yol arkadaşımız ama artık, sınırlarımızı biliyoruz, yolda olmanın hazzını ve bize sunduklarını da!

Bir arkadaşım her yola çıktığında "hazırım, bana hazırladığın sürprizlere hazırım, senden dileğim, iyiye, hayra, gelişimime ve yoluma katkı koysunlar" de demişti. Diliyorum ve artık biliyorum ki, "yol insanı insana çıkarır"

İnstagramda;

#y2ymaviş ile binlerce kilometre yol yaptık, sayısız manzaraya uyandık. 25ten fazla ülke gördük, sayısız şehir ve kasabadan geçtik.

*

Hayatımıza girdiğinden beri bize öyle iyi geldi ki... Dostlar edindik. Güldük, eğlendik, öğrendik, dinlendik.

*

Yapar mıyız ki diye çıktığımız yolda, yapabildiğimizi ve elbet yapamadığımızı gördük. Mesela, kurbağa sesleri ile bir geceyi sabaha bağlamak epeyce zorken, manzaraya kanıp kurbağaları unutmak kolay.

yazmıştım. 

"Issız bir yerde korkarım ben"den, "ıssız bir yer bulsak keşke"ye varan yolculuğumuzda kurbağalar önemli bir detaydır bize hayatı anlatan. 

Demem o ki, hayali ertelemek size bir şey katmaz, kaçırma olasılığını yükseltmek dışında, ama denemek, bir yerinden başlamak çok yol almanıza sebep olur. Belki yolun başında anlarsınız o sizin gerçeğiniz olamayacak kadar sizden ötededir, belki daha ilk başta anlarsınız, aslında nereye baksanız oradadır. 

Bir yazı okumuştum, bazıları başarının hayalini kurar, diğerleri erken kalkıp o başarı için çaba harcar minvalinde bir şeydi. 

Hayal kurmak güzeldir, hayalin yoluna revan olmak daha güzel. 














26 Şubat 2024

Mutluluk ve Mevsimi Geldi Susadım Aşka



Akşam üzeri

"Gidelim bence, sen hazırlanabilir misin?
"Arabayı kaçta alacaksın ki?"
"En geç 7"
"Süper"

Eve gidip hızlıca mutfağa giriyorum. Kereviz zeytinyağlı olacak, elbette mandalina, portakal ve limon sosunda ağır ağır, içine çeke pişecek ki, parmakları koruma altına alman gereksin.  Brokoli haşlanacak sarımsaklı bol limonlu bir sosla tadın arşa çıkması diye bir şey var ve bence, rakı ile muazzam bir uyum bu. Karabuğday için otlar yıkanıp, kısırımsı yapılacak, neden çünkü sağlıklı beslenmek de önemli. Şöyle dinlendirilmiş, olgunlaştırılmış, yağı yerinde bir Ezine de ekleyelim ki, göz yaşına eşlikçi olsun. Sabah için  kahvaltılıklar, şarap yanı peynirleri, meyve, çerez... Son kontrol noktasında rakı, şarap, ne olur olmaz viski, bi kaç bira, güneş yakarsa diye... Gerisi zaten mavişte. Bence hazırız! 

Gün batıyor, gizli noktamıza 20.20 gibi varıyoruz. İlk gece rakı için sofra kuruluyor. Isıtıcıya bir kaç odun ve hazırız. Serin bir göl esintisi, durgun sularda uykuya çekilmiş kuşlar ve bulutu efkarlı gökyüzü... Fonda en sevdiğimiz TSM şarkıları... 


Sabah iki alev topuna açıyoruz gözleri... Açı desen yattığın yerden gördüğün. Gün şahane doğuyor. 



Tuvalet manzaramız paha biçilemez, siz onu bir de gün batımında görün. Burası Uluabat Göl'ünde yer alan Eskikaraağaç Köyü... Namı diğer Leylek Köyü... 

Cumartesi

Sabah günün ilk ışıkları ile rotayı Karacabey Boğaz'a çeviriyoruz... 

Köprü üstü geçişte kısa bir mola, sana sunulan hayatı içine çekme ve şükretme.
Çünkü mutluluk tam da bu!
Yolda olma, yolun farkına varma... 









Ihlamur ormanını, Longoz ormanlarını, boğazı ve asfalt yolu geride bırakıyoruz.  Satıhlı toprak yoldan ve sahil boyunca ilerliyoruz. Açıklarda batan yük gemisi ile ilgili arama kurtarma çalışmaları tüm yoğunluğu ile devam ediyor. Kurtarma ekipleri, jandarma ve bazı gönüllü aş evleri bölgede. 




Dereyi de geçiyoruz geçmesine ama yol ileride çökmüş ve epey derin bir çamur var... Arazi aracı gerek. Vazgeçiyoruz. Az geride gördüğümüz, bir yanı uçurum olan noktaya varıyoruz Kahvaltı için hazırlıkları yaparken, helikopter ve bot sesleri yükseliyor, hemen önümüzde dalgıç ve kurbağa adamlar hararetli bir çalışma yapıyor. Uzaktan ne olduğunu anlayamıyoruz. Bir süre sonra sahilde kıyı tarama yapılacağını öğreniyoruz. Çok nadir araba geçiyor, zaten 5 araç geçtiyse gün boyu 4'ü AFAD ya da JAK. Sessiz ve ıssız bu noktada gece konaklayacağız. 


Gün batımına biraz daha hakim bir noktaya taşıyoruz evimizi... #yolda2yolcu olmak ve evinin sırtında olması bazı lüksleri de beraberinde getirmiyor değil. Bu akşamın eşlikçisi şarap... Bu saatlerde bizi yormayan ama damağımızı şenlendiren soğutulmuş Blush tercihimiz oluyor. Biraz peynir, soslu bir makarna, pek ala! Fonda jazz... Marmara adası karşımızda, sohbet öyle güzel ki! Kaç ada gördükten başlayıp, bir sonraki rota planına uzanan, gidilmiş ama akılda kalmış rotalardan, daha uzak diyarlara hayallere kadar koyulaştıkça derinleşen, derinleştikçe güzelleşen bu sohbete doymak mümkün değil. 





Gece 23:00... Uyumak için tüm hazırlıkları yapıyoruz, dişleri fırçalamak için kapıyı açarken fark ediyorum ki, çakallar gelmiş yanımıza, uğulduyorlar, dış ışığı açmamla birlikte kaçıyorlar, öyle derin bir sessizlik hakim ki... "Ay dolunay, sessiz gecede" diye mırıldanıyorum. Ay ışında deliksiz bir uyku uyuyoruz. 

Pazar Sabahı

Sabah 7 gibi uyanıyoruz, bizim tarafta günün aydınlanmaya niyeti olmayınca biz de güne doğru yürüyoruz. Sabahın bu şafak vakti hallerini seviyorum. 
Renklerin oyununu, doğanın seslerini, insanın iç huzurunu... Seviyorum. 







Erkenciyiz.  Yola çıkmaya,  vakti ile eve gitmeye niyetliyiz. Belki dönüşte sahilde bir kaç bira-fıstık keyfi yaparız diyoruz. Yola çıkıyoruz. 

Sahil tatsız, gri bir gökyüzü ve 15 derece olmasına rağmen titreten bir esinti... Bira dediğin güneşte , sıcak tenine işlerken, soğuk soğuk içilmeli, anlayacağınız bizim için keyif işi.

Vazgeçiyoruz. 

Yol kendi sürprizini hazırlar nasılsa..

Bayramdere'yi geçerken sağdan ayrılan  yol üzerinde bir tabela bizi cezbediyor. Yarış Köyü iç yolu üzerindeki gölete gitmeye niyetleniyoruz. Yol tabi ki bozuk ve dik ve çamur ve baharın gelişine erken uyanan çuha çiçekleri, sarı çiğdemler ve mor yıldız çiçekleri ile bezenmiş... Orman yolu tüm ıslaklığı ile bize kucak açıyor ve nihayet gölete vardığımızda güneş bize yapacağını yapıyor. Gönlümüz resmen çalınıyor. Bile isteye teslim oluyoruz. Hızlı bir menü çalışması, soğuk biralar ve güneş... 

İçimiz ısınıyor... Gün dediğin böyle biter... 
Güneş dağın arkasında yavaş yavaş batıyor. 
İşte şimdi tam da vakti geldi dönmenin...
Her şey vaktini bekliyor, senin niyetin de önemli elbet ama 
akışına bırakabilirsen, 
vakti gelince, 
olması gereken, 
olması gerektiği gibi oluyor. 











***


Mutluluk...
Gün batımında şarap içmek, gün doğumuna doğru birlikte yürümektir.
Mutluluk...
 Heyecanla yolda olmak, şarkılar eşliğinde yolculuk yapmaktır.
Mutluluk...
Değerini bilmektir yaşamanın!
ve teşekkür etmek!


***

14 Şubat 2024

Sevmek Üzerine

Çok laf edilir belki, hele de günlerden bir gün ilan edilmişse... Farklı rivayetler var elbette. Bir kaç klavye marifeti ve google yardımı ile; buyurun çıkış noktasına... 


14 Şubat ile romantizm akımını ilk defa birleştiren isim, İngiliz şair Chaucer'dir. Şair 14. yüzyılda yaşamış, kuşların eşlerini seçtiği tarih olarak 14 Şubat'ı gözlemlemiştir. Bu nedenle o günlerden günümüze 14 Şubat Sevgililer günü hikayesi olarak Chaucer'in romantik bakış açısı anlatılır.

*** 

Aziz Valentine, insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Valentina Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat'ında da Hıristiyan şehitliğine gömüldü. O gün itibariyle Sevgililer Günü'nün kutlandığı ifade edilmektedir.


***

Bizim kuşak aşk ile sevgi karşılaştırmasında, sevgiden yana tavrını bir filmle ortaya koymuştur. 1977 yılında usta yönetmen Atıf Yılmaz tarafından çekilen film herhalde coğrafyası ve kültürü ile harmanlanan en başarılı "aşk" filmlerinden biridir. Cengiz Aytmatov'un "Kırmızı Eşarp" adlı eserinden uyarlanan efsane Yeşilçam filmi ile büyüyen bizler için "Sevgi neydi? Sevgi emekti" repliği kıymetlidir. Cahit Berkay'ın tınısı kesinlikle neredeyse kusursuz bir uyumla fondadır ve belki de derin derin her bir sahnenin hafızamıza mıh gibi kazınmasında en az oyuncular ve replikler kadar payı vardır. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin... Diğer adıyla Asya, İlyas ve Cemşit... 





Yüreğinin sesine kulak vermek bir el mesafesindedir. Filmin bir sahnesinde İlyas'ın bakışlarından süzülen tek bir replik ile aşkla aşka koşar Asya... Ne kural tanır, ne engel. Uzatılan ele koyar yüreğini... 

Final sahnesi vurucudur! Kıymetini bilenin de hem fikir olacağı kesin olan, sevmek ve elbet güvenmek galip gelir. 


***

Yeğenle oturmuş, erken yaşta yaptığı ve yıllar sonra henüz çocuk olmadan ve çok geçmeden boşanma ile sonuçlanan evliliği üzerinden konuşurken... "güvenmek öyle kıymetli ki, sevmek kadar, ve biliyor musun yüreğin aşkla çarpıyorsa yaşamaya, aşık da olursun sonunda" derken buldum kendimi. Gözleri pırıl pırıl baktı eşim bana... "yüce gönüllüm" dedi. Ne çok seviyorum bu "etiketi" bilemezsiniz. İlk defa duymuyordum ve ilk duyduğum zamanlara kıyasla daha çok benimsiyordum. İnsan 50 yılı geride bırakınca, kendine ait olan ve olmayan tüm "etiketleri" ayıklamayı, onu huzurlu kılan, mutlu eden, sevgiyle, coşkuyla uyanmasına sebep hallerine sarılıyor. Okşuyor, takdir ediyor ve elbet sabahları aynada kendinden bir makas alıp "aferin" de çekiyor ki, bunun ne kadar kıymetli olduğunu ancak yaş kemale erince fark ediyorsunuz. Çocukluğun anne baba onayı, arkadaş, dost, kanka onayı, okulda öğretmenin takdiri, işte patronun takdiri falan solda sıfır o kadar diyeyim size... İnsanın kendi değerlerinin farkına varıp, kendini sevmesi kadar anlamlı bir şey yok hayatta. Beğenmişlik değil sözünü ettiğim, kendini işleme, kendindeki iyiyi ve elbette eksiği, kötüyü, fazlayı fark etme. İnsan kendi kıymetinin farkında olursa, karşısındakinin de hakkını veriyor. "Ayna ayna söyle bana" daki en güzel ayna da insanın sevme biçimi oluyor.

***

Hayatı sevince bence o da seni seviyor. Yaşadığın anların kıymeti senin kıymetini parlatıyor. Sen bazen ve çoğunlukla günlük rutinin içinde koştururken biri çıkıp "değdiğin her şeyi güzelleştiren arkadaşım" diyor, sen gülümsüyorsun, bu etiketi de alıp bir kenara koyuyorsun. Sonra biri çıkıp "bu ne öfke yakışıyor mu" diyor.  Öfkeni alıp haklı taraflarını elde tutup, fazlasını törpülüyorsun. Öfkeni de zamanla seviyorsun. Oysa  "inatçı" etiketini yıllarca taşımışsın, üstelik derdin inat değilken. Şimdi seviyorsun, fazlasını bıraktın çünkü yolda. Zamanla gözyaşını, umutsuzluğunu, kahkahanı, sesini, kelimelerini... Seviyorsun sen olmayı ve olduğun gibi sevmeyi kendini. Tozunu ala ala ilerliyorsun, yaşının verdiği olgunluğa, içindeki muzip, seksi, oyunbaz ve cilveli'den dozunda ve yerinde eklemeler ile her güne, o gün ilk sabahınmış gibi uyanıyorsun... Seviyorsun yaşamayı, ne sevmesi canım, düpedüz YAŞAMAYA AŞIKSIN!

***

Ezcümle demem o ki, 


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 

***

Nazım'a ve tüm yaşam ustalarına SAYGIYLA...