31 Mart 2014

Seçim Öncesi Ispanaklı Erişte Üzeri Seçim Sonrası Ruh Hali


27.03.2014

Yasaklar artıyor, özgürlüğün değeri ancak kaybedildiğinde anlaşılacak gibi, muhalif her ses bir şekilde susturuluyor. Çoluk çocuk miting alanlarına gitmek ayrı bir dert ve muamma. Nedense ve nasıl oluyorsa kapsül dediğin şey çocukların başına isabet ediyor.  Yerel seçim havasından yoksun, genel seçim telaşında geçen günler sandığa yaklaşıldıkça çirkin yüzünü daha çok gösteriyor. Geçen gün merak edip baktım, büyük şehir adaylarının projelerine. Hepsi birbirinden kıymetli geldi gözüme. Hangisi daha faideli olacak acaba dedim, işin içinden çıkamadım. Vatana millete hayırlı olmasını temenni edip çeyiz sandığıma sarıldım.

Tablo nereden bakıldığına bağlı olarak bazen "kapkara bir endişe" bazen de "yolun sonu gene ışık, gene umut" oluyor. Bir yandan savaş tam tamları öte yandan tape diye bağrınan çığırtkanlar...

Gündemin hızına yetişmek mümkün değilken, siyasi gündemin tapesel endişeleri ile iyice yüksek hıza ulaşıyor. Yorgun bünye zaman zaman kaçmak istese de; kalınması ve savaşılması gerektiği gerçeği ile titriyor!

Son günlerde ülkecek delirmenin eşiğine sürüklenirken, ben yine buldum kaçmanın bir yolunu, biraz telekinezi biraz tape, ver elini ıspanaklı erişte dedim ve attım kendimi mutfağa.

Sonum hayır değil. (Kesin bilgi)



Malzemesi az, lezzeti bol, zahmetsiz erişte çeşitlemesi serilerime bir yenisini ekleme fikri ile girdim mutfağa. Soğan, sarımsak ve fıstıksız olmazdı. Önce kavurdum malzemelerimi az tereyağı, az zeytinyağı karışımında. Bir tatlı kaşığı kadar  salça ekledim; acı biber. Kokusu çıkar çıkmaz ekledim harlı ateşte kavurmak için 300 gr kadar ıspanağı. Sonra ateşin altını kısıp suyunu salmasını bekledim ıspanakların. Muskat rendeledim, dozu damak zevkinize kalmış, dikkatli kullanın yemeğiniz acılaşmasın. Suyunu salmış olan ıspanağın üzerini örtecek kadar kalın kesim erişteyi yaydım en üste. Ben tuz eklemiyorum salçadan dolayı ama eğer eklenecekse bu aşamada bi tutam eklemek gerekli. Kapağını kapadım yemeğimin. Erişteler şişip, yemek kokusunu salınca evin içine, kapattım ocağın altını. İçini çekmesini bekledim.


31.03.2014

İçimi çekerek uyandım. Bir gece öncenin uykusuzluğu ile sersemlemiş kafamı dik tutmakta zorlandım. Koridoru aydınlatan sabah güneşi gülümsememi sağlasa da gözlerimdeki endişe daha ön plandaydı. Telefonu elime alıp gündemin içinde kayboldum. Koca bir dehlizin içinde gibi, bir sağa bir sola savruldum. Ne umuyordum; bir mucize mi? Mevsimi değildi anladım. Sessizce yatağın içine gömüldüm. Bir fotoğraf belirdi gözümün önünde... Bir duvar. Telefonumun galeri bölümüne girip fotoğrafı buldum ve instagram hesabıma yükledim.


Bi duvar daha örüldü özgürlüğün üzerine, bi kozada uyandık kurtarılmış şehirlerdeki, mahallelerdeki ağaçların dallarında. Oysa bu sefer umut vardı içimizde, hırsıza, arsıza, yalana kanıp, bunları en büyük günah atfeden kitabı bırakıp, günahkar bir kulun peşinden inancı kovalamasaydı onbinler... Daha güzel bir sabaha uyanabilirdik. Yazık. Olan ipek böceği olmayı hayal eden tırtıllara oldu. Ölürler şimdi teker teker yıkıcılığında zulmün. Ölürler... Çok yazık. Oysa bazısı kelebek olup uçacaklardı, bazısı ipekli kumaşlara renk renk desen... Umuda uyanmak istedik, karanlığınızda boğmak istediniz. Ölmeyeceğiz. Herşeyin kirli olduğu bir dünyada sandığın temiz kalacağına olan romantik bir umuttu içimizdeki. Yine de... Her şeye rağmen... Diyebilmekti... Yazık. Yazık bu ülkenin duvarlar ardında yaşayan iyi yürekli, kötülük bilmeyen, yalanı günah bilip, hak yemekten korkan masum çocuklarına... Gri bir gökyüzüne uyandılar. Karanlık bir yarına. Çok yazık. Vazgeçmeyin çocuklar, güzel günler göreceğiz, buna inanın. Hayal edin özgür bir kelebek olduğunuzu, hayal edin ipek halılara desen olduğunuzu, hayal edin genç bir kızın ipekli elbisesindeki en güzel renk olduğunuzu. Ağaçları sevin, rüzgarı ve bulutları... Ama Nazım'ın dediği gibi en çok insanı... 

20 Mart 2014

30 Yıl Sonra Okuldan Kaçılır mı?


Dile kolay otuz yıl... İnsan zamanın aktığını ve hızını ancak geriye dönüp baktığında ve bir hesabın içinde kendini bulduğunda anlayabiliyor. O gün de öyle oldu. Öğle yemeği için buluştuk, konu konuyu, dert derdi, anılar anıları kovaladı... Bitmesin istedik... Okuldan kaçtığımız günü konuşunca da... İşten kaçmaya karar verdik. Okuldan da analarımıza haber verir kaçardık, işten de patronlara haber verip kaçtık. Fikri güzeldi, keyif aldık. 



Nereye gitsek diye düşünürken, okuldan kaçtığımızda gittiğimiz Kültürpark aklımıza ilk gelendi, değişti oralar dedik. FSM hep gittiğimiz yerdi. Sonunda ikimizinde ilk defa gideceği ama gene de bizi ilk gençlik yıllarımıza götürecek olan Özgen'in yeni yerine gittik. Önce dışarıda oturup günün keyfini çıkarttık, sonra içerideki koltuklar bizi çağırdı, dayanamadık. Yayıldık şöminenin karşısındaki koltuğa, ortamıza bir kase kabak çekirdeği koyup, sanki saatlerdir konuşan biz değilmişiz gibi başladık yeniden laflamaya. 


Bir ara tekrar dışarı mı çıksak, nargile mi tüttürsek diye düşünsek de cappucino ile idare ettik. Karşılıklı akla gelen isimler soruldu; facebook sağolsundu. Ayşe'nin evliliği, Fatma'nın çocuğu, berikinin dolandırıcılığı, diğerinin ev hanımlığı, Allah da onun kocasını napmasındı ki... Gelen telefonla günün seyri değişti, gün giderek güzelleşti, bazı dostlukların kaldığı yerden devam etmesinden duyduğumuz mutluluk gözlerimizden okunuyordu. 


Mekanın detaylarını fotoğraflayıp hayalleri de çizince yola koyulduk. Yol boyu yıllar sonra sanki ilk kez arabada karşılaşmış gibi konuşmaya devam ettik. Kız Lisesinden çıkıp Altıparmağa uzanan yürüyüşler ve Merkez Postanede ayrılıp, eve girer girmez yine konuşacak bir şeyler bulup saatlerde telefonda konuşmalar canlanmıştı sanki... Gün uzuyordu... 


Geceye bağlandı. Mutfak masasının etrafında şimdi yaşları 70ler, 42ler, 33ler ve 18ler olan geçmiş oturuyordu, anılar daha da çoğaldı, yeni tanışıklıkların tanıdık çıktıkça hayretler de konuşulacak konular da çoğaldı. Türkiye unutulmadı, masa başında bir kez daha kurtarıldı. Şimdinin gençleri geçmişin gençleri ile kıyaslandı. Şimdinin gençlerine "güzel anılar biriktirin, bir de güzel dostlar" tembihinde bulunulması da ihmal edilmedi.

30 yıl sonra okuldan kaçmak ikimize de çok iyi gelmiş olacak ki vedalaşırken saçlarım iki örgü, ayaklarımda dize kadar beyaz çoraplarım vardı, jilemi şöyle bir düzeltip, eteğimin boyunu uzattım. Gülümsemeyi ve teşekkür etmeyi unutmadım. 





14 Mart 2014

Sebzeli Ev Eriştesi İle Kafayı Dağıtmak

Günler ölümlerle kısalıyor bugünlerde... Aniden gece oluyor sabah ezanından hemen sonra. Karanlık çöküyor. Geceyi, karanlığı, kaosu sevenler puslu havalarda ava çıkarlar... Çıkıyorlar da. 

İki babanın acısı çarpıştırılıyor meydanlarda. Hangi acıyı seçersen seç deniyor, acının tarafı olmaz diye bağırıyorum evde tek başıma. Acının tarafı olmaz, acı düştüğü yeri yakar geçer sadece, hiç sönmeyen bir koru gerisinde bırakarak. Kimse sesimi duymuyor biliyorum. Öznesi insan olan cümleler kurmayı unutturdular bu topraklarda... Geriye kalan bir avuç insan kendi kendine çırpınıyor şimdi. Acının tarafı olmaz babaların yüreğinde. Ananın adı bile yok artık. Acı öyle bir kapladı ki her yeri, ağlamayan erkek adamlar da bile bir kaç damla gözyaşı. 


Kafayı yememek için mutfağa atıyorum kendimi. Gündemin dışına çıkmak, hayal bir dünya kurmak istiyorum kendime. Mumları yakıyorum, müziği açıp, üzerime bir önlük takıyorum. Şef bıçağını kapıyorum bir de kalın kesme tahtamı... Dolapta ne var ne yoksa dışarıda, Elbet bir araya gelip bir şey olacaklar. Biberleri kesiyorum ince uzun ve düzgünce... Renk renk biberleri... Sonra büyükçe bir kuru soğanı... Salataya doğrar gibi doğruyorum ustalıkla. Sarımsakları soyuyorum. Buzluktan zencefili çıkarıyorum, böylece her dem taze. Nane koparıyorum balkondan bir iki sap. Mantarları gelişi güzel doğruyorum, kimi kalın kimi ince, kimi kısa kimi gövdesiyle kalıyor orta yerde. Kuruttuğum acı biberden alıyorum bir tane, acıyı bölmek ister gibi, iri iri koparıyorum onu da. Fırın tepsisine bir parça zeytinyağ koyuyorum. 160 derece ısıtılmış fırında bir parça kurutuyorum sebzelerimi, yarı pişmiş alıyorum 20 dakika sonra. Taze patatesleri zar kalınlığında dilimleyip fırına bırakıyorum kızarsınlar diye, bu sırada yeni aldığım seramik tencereye bir parça tereyağ ile zeytinyağ koyuyorum. File badem ve çam fıstığı kavuruyorum önce, üzerine bir parça Antep'en gelen acı kırmızı biber salçası. Kokusu çıkınca fırında kuruttuğum sebzeleri ekliyorum tencereye, hepsi birbirine karışıyor. Üzerine domates suyu gezdiriyorum az ve katkısız. Kavuruyorum kısa bir süre. Karabiber ve tuz öğütüyorum biraz, tatları katmerlesinler diye. Patatesleri fırından alıp onları da atıyorum tencerenin içine. Bir parça soya sosu gezdiriyorum, bir tatlı kaşığı kafi geliyor lezzetlendirmeye. 

Halamın kalınca kıyıp da kuruttuğu eriştelerden alıyorum bir kaç avuç, sebzelerin üzerini örtüyorum. Üzerine kaynamış suyu gezdirip altını kısıyorum. Alevi seyrediyorum bir süre. Bir babanın yüreğinde ömrü boyunca sönmeyecek ateşi görüyorum yeniden. Salona dönüyorum. Dünya bıraktığım gibi, başlıyor yine dönmeye kaldığı yerden. Yemeğin kokuları sarıyor her bir yanını evin. Balıkları da atıp fırına, demlenirken sebzeli eriştem, bir rakı koyuyorum sofraya, dubleyle domuz sıkısı arasında. 

Masada tekila bardağında frezya... En sevdiğim. Dikdörtgen ve uzunca bir tabağa balığımı koyuyorum, bir yanına kuzu kulağı roka karışımı sadece limonlanmış, üzerinde bir kırmızı soğan dilimi, diğer tarafta sebzeli erişte iki kaşık kadar. Oturuyorum masaya tek başıma, karşımda bir çocuk gülümsüyor bana, çok geçmiyor bir çocuk daha geliyor masaya... Sonra dayım, teyzem, annanem, babaannem, hiç görmediğim dedem, dağlara beraber tırmandığımız büyükdedem, fatma anne, ferit dayı, onların arkadaşları, tanıdıkları, dostları... Gece uzadıkça duyan geliyor, bazısı bir iki soluklanıp, bazı fıkralar anlatıp, bazısı sırtımı sıvazlayıp gidiyor. Gece uzuyor... Sesler yükseliyor uzaklardan... Telaşa kapılıyorum, başka bir çocuk daha gelmeden son yudumu da alıp kalkıyorum masadan. Gece uzun, gece karanlık, gece çığlık çığlık uzaklarda biliyorum. 

Başka bir sabaha uyanmak istiyorum. 
Güneşin doğduğu, gökyüzünün bulut bulut olduğu bambaşka bir sabaha...




Çocukken bulutlarla oynardık,
çimene dayardık sırtımızı,
toprak kokardı üstümüz başımız.
Ağaçlara tırmanırdık, sanırdık ki yıldızları tutmak mümkün.
Ay dedeye anlatırdık en büyük günahımızı,
akşam ezan okunmadan girmezdik eve.
Çocuktuk tabi o zamanlar.
Ölmezdik.

13 Mart 2014

Bir Çocuk Bir Genç Bir İnsan



"Sen gittin çocuk... Onlarca çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari..."

Daha dün kurmuştum bu cümleyi...
Bundan aylar önce de kurmuştum benzer bir cümleyi.
Bugün yine kuruyorum aynı cümleyi.

Sen de gittin çocuk... Yüzlerce çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari...

Sen de bütün abiler, bütün çocuklar ve bütün insanlık gibi.
Gittin, acıları geride bırakarak.
Bari diyorum şimdi, yani bari senin gidişin fark ettirse gerçeği
Özünde hepimiz insanız işte!

Sahi nerede, ne zaman kaybettik biz "insan" olmayı.
Oysa bi cümleye yakışan en güzel özneydi "insan"
ve şairinde dediği gibi
Nerede... nerede insanlar?
dünyayı güzellik kurtaracaktı,
bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey
Nerede... nerede bu güzel insanlar...






fotoğrafı nereden aldım hatırlamıyorum


12 Mart 2014

Hüzünlü Erguvan



12.Mart.2014

Oysa yüzümü güldürür erguvanlar... 
Mevsimi gelsin diye beklerim. 
Daha geçen hafta "ah İstanbul" demiştim sırf onların hatırına. 
Bu sabah yoluma çıktı erguvanlar, yan yatmış, çamura batmıştılar. 
Dikilmeyi bekleyen birer fidandılar. 
Ah dedim bu kez onları görünce...
İçimi yakan derin bi ah!








05 Mart 2014

Ekmeğini Gölden Çıkaranlar


Sabah uyandığımda huysuzdum. Böyle zamanlarda kendimi bir an önce atarım yataktan, üzerime bir eşofman ya da rahatça bir kıyafet geçirir ve düşerim yollara... Fotoğraf makinem mutlaka yanımda olur. Bu kez yol beni, uzun zamandır geçmediğim sokaklarını özlediğim; Uluabat gölü kıyısında bir yarımada üzerine kurulu, Roma döneminden kalan yapıların evlere temel olduğu, Apollon Krallığına merkez olmuş, şimdinin mahallesi, eskinin köyü Gölyazı'ya çıkardı.

Sabahın erkeni, binaların üzeri bu köye özgü garip bir sinek ile kaplı. Görüntü insanı ürkütüyor. İlaçlama sınırlı ve kontrollü yapılıyor. Burası aynı zamanda leyleklerin göç yolu. Hemen hemen her sokak başında bir leylek yuvası görmek mümkün. Henüz leylekler yok mart sonu, nisan başı gelecekler. O zaman köy adım atılamayacak kadar kalabalık olur zaten. Oysa bugün yağdı yağacak bir hava var. Bulutla güneş kovalamaca oynayan çocuklar gibi. Az sonra saklambaca dönecek oyun. Güneşi bulmak bir mesele olacak o zaman. Bulutlar her yeri kolaçan edecek nafile bir arayışla. Seviyorum böyle havaları. İnsanlar evlerine kapanıyor. Tenhalaşıyor ortalık. İçimin kalabalığı bile... 


Köprünün üzerinde, hemen önümde yürüyen kalabalık belli ki fotoğraf meraklısı bir grup. Herkes birbirine bir şeyler anlatıyor, öğretiyor, çektikleri fotoğraflara bakıyor, kah duruyor, kah çekiyor, kah yürüyorlar. Uzunca bir süre onları seyrediyorum. Aklımdan geçen onların bu hallerini fotoğraflamak...

Bir kadın sesi ile irkiliyorum "sandalla gezmek ister misin?" Gülümsüyorum, sessizce gökyüzünü gösteriyorum, havayı işaret ediyorum. Patladı patlayacak. Balıkçı barakalarının olduğu yere caminin hemen yanındaki alana doğru yürüyorum. İlk defa yolun ilerisi göl ile kaplı değil. Gölün hemen yanında yer alan bu yoldan ilk defa yürüyorum. Elinde tepsi ile gelen teyzeye laf atıyorum. Tepside patatesli tavuk var; ilerideki işçilere götürüyormuş, fotoğrafını çekiyorum. Kendini pek beğeniyor. İleride kızlar bir ağacın altına tezgah açmış, kendi dizdikleri boncukları satıyorlar, bir iki onlarla laflıyoruz, onların da fotoğrafını çekiyorum. 


Ağzından sigarası eksik olmayan balıkçıyı görüyorum. Bir el arabasına doldurduğu balıkları suya geri bırakıyor, canlı canlı satabilmek için. Her yer kerevit, bereketi boldu gölün diyor kimle konuşsam. Kerevitlerin de fotoğrafını çekiyorum. Hava iyiden iyiye kapatıyor kendini artık, bir sis bulutu çöküyor gözün üzerine. Nereye baksan artık sadece gri. Bütün renkler soluyor, insanlar koşuşturmaya başlıyor. Bir amca ile ilerideki adada bulunan kiliseyi konuşuyoruz, havanın güzel olduğu bir gün oraya gitmek üzere anlaşıp tokalaşıyoruz. Amcadan ayrılır ayrılmaz gölün kıyısından içerilere uzanan sokaklardan birinden sapıyorum. Herkes koşuşturuyor. Gökyüzü tüm öfkesini kusmak üzere olan bir düşman gibi, kapkara, ürkütüyor kuşları. Karabataklar ve martılar... Kah suyun yüzünde, kah havada çığlık çığlık. 



Garip bir sakinlikle yürüyorum sokaklarda, fotoğraf makinemi çantama kaldırıp, yağmurluğu geçiriyorum üzerime. Çiselemeye başlayan yağmur ile yüzümde bir gülümseme oluşuyor. Islanmayı seviyorum. Islana ıslana arabaya kadar yürüyorum. Benim dışımda herkes koşuyor, çocuklar, babalar, kadınlar, dedeler, köpekler ve kuşlar... Dönüşte yeniden o köprüden geçiyorum, teyze sandalına aldığı beş kişiyi karaya sağ salim ulaştırmak için var gücüyle kürekleri çekiyor, sandalda herkes ayakta, kadının sesi duyuluyor uzaktan, "oturun, devriliriz".

Arabaya yaklaştığımda yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlıyor. Arabanın içine girip, arabayı çalıştırıyorum. Sonra kapatıp kontağı, gölü seyrediyorum en azından bir süre. Köyün girişine bıraktığım arabam terk edilmiş benzinlikle tezatlık oluşturuyor. Az ilerde köye gelenleri tüm ihtişamı ile karşılayan, restorasyonu tamamlanmış Rum Ortodoks kilisesi artık bir kültür evi. O dönemde yaşayan insanları düşlüyorum. Köy o zamanda bu kadar bakımsız ve pis miydi acaba diye geçiyor aklımdan. Köylü kadınların "hükümet geldi, temizlenir inşallah" demesi geliyor aklıma, gülümsüyorum. Yağmur şiddetini arttırdıkça gölün suyu dalgalanıyor, bir deniz gibi boyu aşan dalgalar kim bilir kıyıya hangi anıları taşıyacaklar. 

Cama vuran her damlada bir "iyi ki" çıkıyor dilimin ucundan. Nefes alışıma, uyanışıma, ıslanıp da sımsıcak evime dönecek oluşuma, karnımın tokluğuna, sağlığıma, sevdiklerime ve beni sevenlere... Aklıma gelen ne varsa mutluluğa dair, hepsine bir teşekkür ediyorum. Ama en çok kendime... Öğrendim artık, kendine ettiğim her teşekkür, benim ben olmanı sağlayan herkese ulaşıyor bir parça. 

Eve döndüğümde sıcak bir çay yapıyorum kendime. Saçlarımı kendi halinde kurumaya bırakıyorum. Gazete okumak için koltuğa uzandığımda az sonra olacakları bildiğimden müziği açıyor, battaniyeyi üzerime çekiyorum. Sıkıcı ve artık şaşırtmayan gündeme şöyle bir göz atıp, Roma dönemine gidip, köyü bir kere de o zaman diliminde gezebilmeyi düşleyerek gözlerimin kapanmasına izin veriyorum. 









04 Mart 2014

Ada Ekmeğinin Kokusu




Önce kokusu girdi içeri... Günlerdir özlemle beklenen sevgiliye kavuşmanın heyecanı ile aldım elime paketi. Mis gibi kokusunu çektim içime. Öylece çalışma masamın üzerine koydum ve bekledim akşam olmasını. 

Aslında bekleyemedim. Kutuyu hemen açtım. Bezlere sarılmış, çok aktif Bozcaada stili ekşi maya ile yapılmış ekmeklerimi aynı özenle elime aldım ve bir kez daha kokladım. Tam çavdarlı olan cevizliydi, diğeri tam buğday. Pencereden dışarı baktım, Bozcaadayı düşündüm. Bozcaada... Hayallerimin yıkıldığı bir yerdi seneler önce... Hayallerimi süsleyen bir yere dönüştü, bir ekmek sayesinde. 



Taş değirmenlerde öğütülmüş buğdayın uzun soluklu mayalanma süresince gelişimini sabırla, özveriyle ve aşkla izleyen, bekleyen ve bunu bir uğraş,  zamanı geçirmek için bir hobi olmaktan çıkarıp GERÇEK EKMEK DOSTLUĞU kurma amacına dönüştüren, emeğini ve bilgisini paylaşmak için sosyal medyayı kullanan güzel insan Ali şöyle diyor blogtaki yazılarından birinde;

İnanılmaz bir kabuk. Böyle bir kabuğu sadece sourdough/ekşi maya ile elde edebilirsiniz. Maya yaşlandıkça kuvvetleniyor ve adeta kabukta kendi karakterini ortaya koyan imzalar atıyor. Buna tanık olmak muazzam ve etkileyici bir deneyim. #bozcaada #adaekmeği

Ben Ali Beyi instagram da dolanırken tesadüfen keşfedenlerdenim, uzun yıllardır beyaz ekmek yemiyorum, ekşi mayalı ekmek yapan bir fırından ya da Gölyazı Köyünden gelen mayalı ekmekten alıyorum. Ada ekmeğini görünce ve okudukça yediğimiz çoğu şey gibi, ekmeklerimizin de "gerçek" olmadığını anlıyorum. Ticareti yapılan her şey "sunileşiyor". Kısa sürede çok üretmek, üretileni uzun süre depolayabilmek için içine türlü çeşit kimyasallar eklenen, tarlalardaki verimi artırmaya yönelik üretilen zehirden, genetiği ile oynanmış tohuma uzanan ticari yolun insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri dünyada tartışılıyor... Biz de ise ayakkabı kutularına sığdırılan bir gelecek ve eritilemeyen bir hırsın tartışmaları bile yapılamıyor.  

Oysa emeğin olduğu yerde "gerçek" var, biz bunu unutuyoruz. Bakın Ali bey bu emeği ne güzel anlatıyor;


Bu iş el hassasiyeti olmadan yapılacak iş değil. Bir de tam çavdar yapıyorsanız çok daha özenli davranmak gerekiyor hamura... Bazen ben bile bir offff çekiyorum... Her bir hamurun yüzeyi nazik fırça darbeleri ile zeytinyağlanıyor epey iş bu... Asıl olay son mayalanmada fırına atma aşamasında... Çok çok dikkatli ve ekstra özenle kalıpları fırına taşımak gerekiyor. Genel olarak artisan ekmekçilikte hamura herzaman çok nazik davranılmalı. Ayrıca benim kafayı taktığım %100 tam tahıllı ekmekler grubu ayrı bir dünya ve beyaz unla yapılan reçeteler ve hamur tekniklerinden çok daha aşamalı koşullar ve işçilik gerektiriyor. #adaekmegi #bozcaada #sourdough#realbread #ryebread #artisanbread #eksimaya#eksimayaliekmek #gercekekmek #islomania
Ada ekmeğine gösterilen sevgi unundan mayasına, pişirilmesinden gönderilmesine kadar özenle ve samimiyetle işleniyor; öyle ki o özen ve samimiyet duygusu gelen mail de bile kendini hissettiriyor. 


Kargoyla da ekmek mi gelirmiş demeyin... Geliyor inanın ve siz o ekmeği, benzer bir sabırla bekliyor, aynı özenle kesiyor, kırıntısını ziyan etmeden yiyor ve size sunulanın bir "nimet" olduğunu her yudumunuzda hissedebiliyorsunuz. 

Bu kadar uzun laflara ihtiyacı yok Ada Ekmeğinin... Adanın kokusunu, denizin vahşiliğini, emeğin içtenliğini, hayatın sertliğini hissedeceğiniz bu ekmeğin "sevgi" ile mayalandığını bilmek bile yetiyor aslında. Bir de "gerçek" olduğunu.