17 Ocak 2009

UMUT YÜKLÜ DÜŞ GEMİSİ


Dışarıda puslu bir hava, güneş insanın ağzına bir parmak bal çalıyor bir ara. Hevesleniyorsun, heves seni harekete geçirene kadar bir bakıyorsun kayboluyor bulutun arkasına. Garip bir oyun oynuyor sanki insanlarla. Armut dersem çık elma dersem çıkma. Ya da sen bilirsin ister çık ister çıkma. Güneş buluta giriyor, sen gelip oturuyorsun karşıma.
Daha yaşın 30larda bile değil aslında. Tanıştığımız günü ne sen biliyorsun ne ben farkındayım o anda seninle arkadaş olacağımıza. Bir gün çıkıp geliyorsun sebepsiz. İyi misin merak ettim diyorsun. Önce anlam veremiyorum ne demek istiyorsun. “İlk karşılaştığımızda iyi olmadığını söylemiştin. Merak ettim sadece” diyorsun. Buyur ediyorum seni içeri. Biraz muzur biraz ürkek bir gülümseme yakalıyorsun yüzümde, hiç üstünde durmuyorsun. Koltuğa değil de masanın yanındaki sandalyeye oturuşun dikkatimi çekiyor. Bir kağıt kalem istiyorsun, üstüne bir şeyler karalıyorsun. “Bir kahve yapayım içer misin” diyorum. Mutfağa gidiyorum fonda Küba müzikleri eşlik ediyor düşüncelerimize. Küba’da sokakları geziyoruz o anda ikimizde. Karşılaşıyor muyuz ki diye düş kuruyor düşümün heyecanına kapılıp telaşlanıyorum. Karşılaşsak mutlu olur, bir kahve içimlik laflar mıyız acaba. Ya karşılaşınca tanımamazlıktan gelirsek. Hüzün kaplıyor içimi. Elimde kahvelerle döndüğümde teşekkür ediyorsun. Severim diyorsun. müziği mi kast ediyordun kahveyi mi diye sorma gereği duymadan; biliyorum diyorum. Birbirimize bakıyoruz. Gülümsüyoruz. Sessizce kahvelerimizi içiyoruz. Sessizliği sen bozuyorsun: fal bakar mısın diyorsun. Evet diyorum. Kapatıyorsun. Elindeki kağıda bir şeyler karalamaya devam ediyorsun. Ben fincana dokunuyorum. Soğumuş, hazır mısın diyorum. Gülüyorsun. Hazır olmasam gelmezdim diyorsun. Ne kadar güzel gülümsüyorsun diyorum içimden. Çapkın, masum, içten… Sen hangisisin?
Kahve kahve söyle bana…
Fallar bakılıyor, karşılıklı söylenmek istenenler satır aralarına sıkıştırılıyor sanki falda çıkmışçasına. Kağıda ara ara bir şey yazıyorsun ya da karalıyorsun. Meraklanıyorum ama sormuyorum. Söylenecekler bitmiş gibi, ben gideyim artık diyorsun. Sizli bizli bir konuşmanın ortasında duruyoruz aniden. “İyi olmana sevindim. Yanlış anlaşıldığımı düşünmemiştim. Keşke uyarsaydın” diyorsun. “Hoşuma gitmişti aslında” diyemiyorum.
Salona dönünce kağıdı masada bıraktığını fark ediyorum. Pencereye koşuyorum. Sokağı aydınlatan lambanın altından geçiyorsun. Yağmur çiseliyor ve sen gene de yavaş yavaş yürüyorsun. Sen defalarca yazmışsın kağıda ben de defalarca okuyorum.
Sana geldim.”

Kağıttan gemi yapıp, umutlarımı içine koyuyorum. Penceren atıyorum, süzülerek iniyor sokağa. Her yağmur damlasında direncini kaybeden düş gemim, sokak lambasının altındaki su birikintisinde yavaşça batıyor. Pencereyi kapatıyorum. Penceremi hiç mi açmamıştım acaba, bu nedenle mi söyleyemedin bana. Oysa cesaretin etkilemişti beni. Söyleyecek lafın olduğunda söyleme biçimin. Yüreğine aldanmıştım ben senin. Bakışlarında kaybolmuştum ilk defa.
Sen gideli çok oldu. Haber bile yok gittiğinden beri.
Gene de ne zaman buğulu bir hava olsa dışarıda sen gelip oturuyorsun karşıma. Hep dilimin ucunda bir soru:
Yüreğinden geçmediği için mi cesaret edemedin, sana geldim diyemedin?
Bir sorabilsem, ben de cevap vereceğim sana:
Keşke deseydin...
____

15 Ocak 2009

TAHİR İLE ZÜHRE


TAHİR İLE ZÜHRE


Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
yani yürekte

Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbuna keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Nazım Hikmet Ran ( 1902 - 1963 )


Aslında birşey yazmıyayım diyordum Nazım'a ilişkin. Hele de duyunca inanmayan dillerden döküldüğünü şiirlerinin-düşüncelerinin, yanına sahte gözyaşları eklenmiş hallerini görünce o insanların, dayanmıyordu yüreğim. Önce Cimbakuka ve sonra da Yalnızlıkokulu kaleme alıp dile getirince duramadım.
Oysa küçücük bir çocuktum ilk duyduğumda mısralarını. Pazar mıydı ayrımına varamam ama babamla parktaydık. Güneşli bir gündü. Babam gökyüzüne baktı. "Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar" dedi. İçime işledi. Ne zaman bir sevda yaksa yüreğimi babamın sesi gelir kulağıma ve seslenir bana Nazım'ın yüreğinden:
"Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte, yani yürekte..."
Saygıyla...

KADEH KALDIRALIM HAYATA


Sen eve girince bir sessizlik oluyor fark ettin mi?

Nedense sen gelene kadar evin içinde bir gülümseme, bir huzur garip bir meltem esintisi sürekli. Önce adımlarının sesi geliyor gülümseme hızla kayboluyor. Sonra anahtarların şıkırtısı, bir bakıyorum huzur koltuğun altına saklanmış. Kapı açılıp da sen içeri girince meltem yerini boşluğa çoktan bırakmış. Hoş geldin diyorum. Sesin geldiği yöne bakıyor ama bir şey söylemiyorsun. Aç mısın diye soruyorum. Kafanla onaylıyor ama hiç ses çıkartmıyorsun. Mutfağa yöneliyorum senin sessizliğin bana eşlik ediyor. Oturup sessizce yemeğini yiyorsun. Ben sadece susuyorum. Yıllar oldu sessizliğine sessizliğim eşlik edeli, ben o zamanlardan beri sadece bekliyor ve susuyorum.
Aşkına
Sevgine
Dostluğuna
Sesinin tınısına susuyorum.
Dokunuşuna
Duruşuna
Beni hırpalayışına
Ama en çok sevişine susuyorum
Bir de güne seninle uyanışıma


Bir damla ol içime ak, susuzluğumu gider diye, ben her gece sen yemeğini yiyip de içerideki odada koltuğa uzandığında, sessizce içime ağlıyorum. O sırada önce gülümseme geliyor kapının ardından gizlice yanıma. Bir bakıyorum koltuğun altından sürünerek huzur da hemen peşi sıra onunla. Tülün hafifçe salınması ile fark ediyorum ki meltem de yerini almış diğer yanımda. Huzur gıdıklıyor ayağımı, aynı anda meltem kulağıma fısıldıyor, “kana kana içmek lazım hayatı, inan çok kısa”
Gülümseme kendini tutamıyor bir kahkahaya dönüşüyor. Koşarak salona geliyorum. Şaşkın yüzün gene sessiz ama ben duramıyorum kahka üstüne kahkaha atıyorum. Gözümden yaşlar geliyor, sessizliğin ilk defa bana eşlik ediyor. Elini tutyorum, huzur bir damla yaş oluyor gözünde, gülümseme biraz ürkek geliyor konuyor yanağına. Hadi diyorum kalk sokağa çıkalım. Meltem camı aralıyor o sırada, yağmurun sesini duyuyorsun biliyorum çünkü kafanı sesin geldiği yöne doğru çeviriyorsun. Yağan yağmurda ıslanıp, sessizliğimizi ıslatalım diyorum. Bana bakıyorsun.
Ben her sabah bu rüya ile uyanıyorum. Bir gece rüyam senin ağzından dökülen şu cümle ile bitecek umuyorum: Geç oldu ama hadi çıkalım sokağa. Yanına iki kadeh almayı unutma. Yağmur damlaları köpüren şampanyamız olsun. Kadeh kaldıralım hayata.
________

14 Ocak 2009

ESKİYOR HERŞEY


Aradın onca aydan sonra, garipsedim doğrusu duyunca; tanıdık bir uzaklık vardı sesinde, bu değil şaşırtan. Bilmedik bir tedirginlik vardı yanında onu anlamakta zorlandım. Konuştuk kısaca:
~ Nasılsın iyiyim
~ Ben de…
Sessizlik tanıdık
~ Ben meşgul etmeyeyim
~ Etme…
Sessizlik tanıdık
~ Kapatayım
~ Kapat…
İşte tedirginlik burada.
Neden diye sormadan duramıyor insan. Kulağım bize Natalie Cole'un “I miss you like crazy” ile eşlik ettiğini duyuyor. Durup düşünüyorum bir an. KULAĞIMIN DUYMADAN ÖNCE ANLADIĞI O AN GELİYOR AKLIMA. H
er şey birden aydınlanıyor. Dedim ya tanıdık bir uzaklık, bilmedik bir tedirginlik, çok anlamlı bir sessizlik…
ESKİYOR HIZLA HERŞEY O SESSİZLİKTEN SONRA. Geride kalıyor zaman geçince, ister istemez. Eskilere rağbet olsa bat pazarına nur yağardı derler eskiler, bence bilirler de söylerler.

İNSAN


Yaşlı kadın torununu yanına çağırmış; cılız sesinin ve 96 yıllık yorgun bedeninin izin verdiği bir ses tonu ile torununa iyice yaklaşmasını söylemiş. Dünyada kaç insan var diye sormuş torununa. Torunu yaklaşık 6 milyar demiş. Kadın gülümsemiş yanlışın var demiş. Peki demiş sen kaçını tanıdın? Oğlan kendinden emin; en az 1000 demiş. Kadın gülümsemiş; yanılıyorsun, dünyada 1000 insan ancak var, dilerim ya onlardan biri ol ya da onlardan birinin arkadaşı.

Okuduğum öğreti niteliği taşıyan bu metin böyle miydi bu kelimelerle mi kaleme alınmıştı çok da emin değilim. Ama aklımda kalanı bu: İNSAN OLMAK. Ne zaman bir karar almam gerekse ve bir karar vermem önce insanı koyarım en öne ve merak ederim ben insan değil miyim diye? Peki en öne insan beni koyarsam bu bencillik mi olur benim ana dilimde. Peki ya koymazsam enayi demez mi akıl dilim bana. Bence bir karışıklık var ortada. Anneme ve babama danışmalıyım bir ara . Beni yetiştirirken bencillik sınırını tam olarak nereye çizmişlerdi; ufkun görünmeyen diğer yanına mı acaba. İtirazım yok bu duruma yanlış anlaşılmasın sakin ha; keşke enayi olma duygusunu da atsalardı dünyanın öbür ucuna. Pek sık olmasa da karşılaşınca insan bu duygusuyla sormadan edemiyor aslına; geride kalan onca insana ne deniyor peki bu dünyada?

13 Ocak 2009

ŞAPKA

Sen şimdi öyle oturuyorsun ya elinde bir sigara, diliyorsun ya gün geçsin, akşam olsun, karnım doysun yeter bana. Farkında değilsin. YAŞLANIYORSUN. Bir gün önüne koyacaksın şapkanı, bakacaksın yaşanmışlıklara...İstemek yetmez sahip olmak için, bileceksin artık o yaşta. Bazen yönünü değiştirmek lazım akışın: Kanatların olmasını isteyerek bir ömrü heba etme lüksün yok SAÇMALAMA ama kanatları olduğu için kuşlara yem verebilirsin mesela ve gökyüzünde süzülebildikleri için onların kanatlarına yüklersin umutlarını. Onlar taşırken sıcak diyarlara senin umutlarını, belki dinlendikleri bir zamanda umudunu gerçek yapacak biri gelir o anda kuşların yanına. Bilemezsin ama dilersin... Umutlarını gerçek yapacak olanın sen olduğunu ancak şapkanı önüne koyunca fark edersin. Bence vakit var…
Sence?

Fotoğraf


12 Ocak 2009

AŞKI ÖĞRET BANA


Aşkını anlat bana bir çocuk saflığında olsun
Bir kuşun ürkekliğinde
Bir tüyün hafifliğinde olsun

Aşkını yaşat bana
Vazgeçemediğim anılarım olsun
Sen vazgeçsen bile
benim bırakıp gidemediğim anlar olsun

Sen aşkı öğret bana
Ben sevmeyi sana
...

11 Ocak 2009

ARDINA SAKLANMIŞIM KENDİMİN




Yazıp siliyorsun…
Ne yazacağını bilmiyorsun.
Ne yazmaya kalksan ya onu yazıyor, ya onunla yazıyor ya da ona ithaf ediyorsun.
Onsuz mu olamıyorsun
Onsuz olmamayı mı tercih ediyorsun
Onsuz olmamak işine mi geliyor bilmiyorsun
Bu sorulardan iyi çalımlarla kaçıyor
Olur da çalımdan kaçayım derken yeni bir soru ile karşılaşırsan da cevabı geçiştiriyorsun
Akıllısın ya…
Sen bunu uzun zamandır yapıyorsun
Ben farkındayım da sana bunu söylemek ilişkimizi etkiler mi onu kestiremiyorum
Ben seni o varken tanıyamıyordum o gitti artık ulaşamıyorum


Sen duvarlar örüyor
Kozalarda uyuyorsun
Hadi diyorum bir metamorfoz çıkar kabuğundan, kabuk çatlıyor
Hah tamam artık çıkıyor diye umutlanıyorum
Hemen yeni bir tane daha örüyorsun
Kendinle yüzleşmekse korkun
Ya da benim söyleyeceklerimse seni ürküten


Yapma…
Bunu kendine, bana, seni sevenlere, dostlarına, anne-babana ve hatta hayatına yapma.
Okumayacaksın biliyorum
Boşuna bu yazmalar
Tıpkı aramalarımın cevapsız kalışı gibi
Yazmalarım da karşılıksız
Ama biliyor musun ben seni seviyorum kendim


Sen ne kadar suçu kendin de arasan da
Duvarlar örüp arkasına saklansan da
Kozalar örüp uyusan da
Sen ne kadar benden kaçsan da
Asıl bensiz olamazsın
Sen asıl onsuz daha bensin
Daha içten
Daha güzel
Daha akıllı
Daha insan
Sen ne kadar benden kaçsan da
Geride bırakırım hevesi ile hep arkana dönüp baksan da
Ben hep yanındayım tam da yanı başında.


10 Ocak 2009

TO FEEL YOU ALL THE TIME


aslında giden değil kalandır terk eden
giden de bu yüzden gitmiştir zaten

Munganın bu sözlerini
Biraz’ın Terk Edilenler için yazısını okuyunca hatırladım.
Şiirin tamamını bulunca da paylaşmadan edemedim.



Terk eden kimdi
kimdi kalan

giden mi suçludur her zaman?
ne zaman başlar ayrılıklar
dostluklar biter ne zaman
her geçen gün bir parça daha aldı götürdü bizden

aynı kalmıyordu hiçbir şey
değişiyordu her şey kendiliğinden

artık çözülmüştü ellerimiz
artık bölünmüştü yüreğimiz
birimiz söylemeliydi
bunu ötekine incitmeden


kimdi giden kimdi kalan
aslında giden değil kalandır terk eden
giden de bu yüzden gitmiştir zaten.



murathan mungan

Sahi ne zaman başlar ayrılıklar
Dostluklar biter ne zaman?

Peki ya kopmayan kopamayan bağlar var mıdır hayatta.
Bölünmüşken yürekler ve eller kenetli değilken
Başka kollarda başka hayalleri yaşayıp
Başka sabahlara uyanırken…
Ve hiçbir zorunluluk da yoksa üstelik
Neden terk eden edileni hala arar
Ve neden terk edilen terk edende bulur yaşama sevincini.

Kimdir giden ve söyler misiniz kimdir aslında kalan?







07 Ocak 2009

SON DİLEK



Dünyadaki son gününüz olduğunu bilseydiniz ne yapardınız?

Çılgın bir parti verirdim. Sevdiğim, yüzünü görmek istediğim herkesi davet ederdim.
Onlarla fotoğraflar çektirir, hepsinde bir ben kalsın isterdim.
Son bir saat aralıksız shut atardım atabildiğim kadar. O ana kadar bir yudum içmezdim. Aklım başımda olsun ki söylemek istediklerimi söylemek istediklerime söyleyebileyim. Orada olmayanlara da yazıp bırakabileyim diye.
En çok kardeşime kızardım gelemedi diye.
Sahi ne zaman öğrendim ben son günüm olduğunu. Yani 24 saatim var mı?
Varsa iyi...

O zaman kardeşim de benimle demektir.

Sen mi?
Sen gelmesen de olur.
Sana söyleyecek ne bir sözüm var ne yazılacak bir cümlem.
Ama son bir dileğim var eğer yerine getirebilirsen.
Kaldıysa bir parçam sende bir nedenden
onu da gönder ki vakit varken

bir şey geriye kalmasın sende benden,
götüreyim yanımda ben giderken.

Fotoğraf

06 Ocak 2009

HİBERNASYON



Her şey o karmaşık durumda ne yapacağını, nasıl karar vereceğini bilememesi ile başlamıştı. Farkındaydı. Başka bir arkadaşına olsa “deli misin sen evde iki yabancı gibi yaşayacağına konuşsana, al karşına ne oluyor bize diye sor” derdi. Oysa kendisi o kadar da kolay yapamamıştı. Kocası ile iki yabancı gibi yaşamaya başlayalı hayatında hiçbir şey iyi gitmiyordu.

İşinde sorunları vardı, sürekli gergindi, sabahları zor uyanıyor, hatta yataktan kalkamıyor, eşinin hadi hadileri arasında güne başlıyor, işe sürünerek gidiyor ve bütün gün bir sürüngen kıvamında çalışıyordu.

Bunu çözmesi, bu durumdan kurtulması ve bir an önce hayatına devam etmesi gerekiyordu. Yolu yoktu, bütün cesaretini toplayıp bu gece bu konuyu açıklığa kavuşturacaktı. Konuyu nereden nasıl açmalıyım diye düşündü. Sabah yataktan kalkamama durumu ile başlasa konu ister istemez neden niçin bölümüne gelir oradan da aralarındaki iletişimsizliğe varırdı elbet.

Akşam yemeğe oturduklarında, yorgun bedenine zorla monte edilmiş kafasını isteksizce kaldırdı ve kocasına:

- Ben bir önceki hayatımda galiba kış uykusuna yatan bir hayvandım. Baksana şu halime yaşamaya mecalim yok.
- Tembellik diyoruz biz buna.
- Tembellik değil, sanki kanım yok, kalbim atmıyor ve de hissetmiyorum.
- ….
- Sence de bir sorun yok mu ortada?
- Bir şey mi istiyorsun sen? Bir şey mi yaptım. Önemli bir günü unuttum gene di mi? Günlerdir surat asmaların, oflamalar püflemeler buna.
- Hayır hayır… Hem ne zaman surat astım ben sana.
- Ne bileyim bizim Bülent’in karısı bir haftadır Bülentle yatmıyormuş. Ne güldüm ya. Sonra seni anlattım Bülent dedi abi kesin unutmuşundur özel bir günü diye.
- Bülenti ne iyi dinlemişsin. Keşke Bülenti dinlediğin kadar dinlesen beni.
- Hayda sen de tuhaflaştın valla. Bak ben seni yarın annenlere göndereyim. Ara patronu. İzin al iki gün. Bak bir şeyin kalıyor mu annenlere gidince?

Kadın sessizce baktı. Ne kadar da başkaydı. Ne kadar da özeldi. Konuşurlardı. Dinlerlerdi. Gülerlerdi. Aynı dili konuşamayan iki insana dönüşmüşlerdi. Ne zaman olmuştu bu değişim. Yoksa hep böyleler miydi?

Kadın adama baktı… Masadan kalktı...

- Kusura bakma toplayamayacağım mutfağı. Bu arada mera edersen; hibernasyon benim ki… Öyle bir günden yarına değişmez. Annemle falan da geçmez. Yatıyorum. Odaya geldiğinde bedenim soğuksa sakin ola ki sarılmaya kalkıp beni ısıtmaya çalışma. Şimdi mevsim değişti ya bizim hayatımızda, bünyem yeni duruma alışana kadar izin ver bana.


________________________________________


KIŞ UYKUSU : HİBERNASYON Kış geldiği, sıcaklık düştüğü, besinleri ortadan kaybolduğu zaman doğadaki canlılar bu duruma karşı bir kaç şekilde kendilerini koruyorlar.Ya sıcak bölgelere göç edeceklerdir yada bulundukları bölgede kalarak kendilerini bu yeni duruma adapte edeceklerdir.3 cü bir seçenekte Hibernasyon yani kış uykusu yani canlı bünyesinin neredeyse durma noktası derecesine kadar yavaşlatılarak koşulların düzelmesini beklemektir. Kaplumbağaların ve diğer soğukkanlı hayvanların bu ilk iki yönteme başvurmak gibi bir şansları yok, göç edemezler yada bünyeleri çevreden aldıkları ısıya göre değişim gösterek yavaşlamaya başladığı için yeni duruma adapte olamazlar. Tek şansları hibernasyondur. Yani kış uykusu aslında isimlendirildiği gibi bildiğimiz şekilde bir uyumak değildir, ölümle yaşam arasındaki bir çizgiye kadar inmek ve orada beklemek demektir. Buna bilim dilinde "Hibernasyon" kış uykusuna yatan bir hayvana da "Hibernatör" diyorlar .Bu yavaşlamayı tıpkı insanların donmadan evvel uykuya dalmalarına benzetebiliriz.

Ama kış uykusuna yatan canlılar bizden farklı olarak ölüm çizgisinin tam üstünde durabilmeyi ve ısı yükselince yaşama geri dönebilmeyi beceriyorlar. Gece uykusunda ise bünye yavaşlamaz vücut ısısı düşmez. Mesela ayılar gerçek anlamda kış uykuna yatmıyorlar. Onların ki sadece derin bir uyku, çünkü asla vücut ısıları hibernasyon tanımına uyacak şekilde düşmüyor ve bünyeleri ölüm derecesinde yavaşlamıyor. Kış uykuna yatmış bir hayvan ise kolaylıkla ölmüş sanılabilir çünkü vücut ısıları neredeyse sıfır dereceye kadar düşüyor, nefes alış verişleri ve kalp atışları hissedilemeyecek derecede yavaşlıyor. Hibernasyondan çıkmakta gece uykusunda uyanmak gibi aniden ve kolayca olmaz ısı ve daha uzun bir süreç ister.

Ayrıca bkz