Günlerden Perşembe 5 Mayıs
Gece saat 9.30 civarında kapı çalıyor tedirgin birbirimize bakıyoruz ne de olsa sabah kaptırdığımız plakalar hala aklımızda, kapıyı açtığımda karşımda yaklaşık 14 yaşlarında güleç yüzlü bir genç kız, elinde kocaman bir tepsi, çat pat İngilizcesi ile "annem size geleneksel bir börek yaptı" diyor, umarım! karşılıklı gülümsüyoruz, ister istemez beden dili öne çıkıyor, karşılıklı eğile büküle o tepsiyi uzatıyor, ben tepsiyi alıyorum, fırından yeni çıkmış, nasıl bir koku... anlatılmaz içe içe çekilir. Yaşadığımız günü telafi etmek için işten gelir gelmez, börek yapmış. Çok geçmeden bir mesaj geliyor, böreği umarım sevdiniz diye... Sevdik bence, yoksa gecenin o saatinde çay yapıp börek yemeyiz, ama yiyoruz vallahi çünkü öyle güzel bir kokusu var ki, akılda kalacağına midede klasın, bir kere el açması üstelik otlu peynirli bir börek, sabaha bırakıp o sıcak sıcak tadını kaybetsin istemiyoruz, börek ağlar, inanıyoruz ki çok ağlar. Teşekkür mesajını atıp çayımdan bir yudum daha alıyorum.
Günlerden Cuma 6 Mayıs
Sabah erkenden uyanıyoruz telaşe göbek adımız, eşim aramızdaki tek sakin - bize rağmen üstelik - bir yandan toplanıyoruz bir yandan arabayı yerleştiriyoruz bir yandan da Vasilis'den gelecek olan telefonu bekliyoruz, saat 9 civarı mesaj kutuma bir mesaj düşüyor, "bana ruhsatını ve ehliyetinin fotoğrafını gönderir misin, polis karakolunayım" hemen gönderiyorum net çıkmamış olacak ki, fotoğrafları bir kez daha çekmem gerektiği mesajını bu sefer kızı gönderiyor, daha net göndermen gerekiyormuş çünkü ben gitmeden işlemi tamamlamak istiyorlarmış, bir kez daha fotoğraf çekiyorum, bu sefer net olmasına, her şeyin görünür olmasına özen gösteriyorum, yaklaşık 10 gibi kapı çalıyor, elinde plakalarla Vasili geliyor, yüzünde kocaman bir gülümseme, "hallettim, sizi de geç bırakmadım" yazısını telefonundan burnuma sokmak üzere, sonra uzun uzun konuşuyor elindeki telefon uygulamasına, sonra ben konuşuyorum, sonra o konuşuyor, böyle böyle tüm hikayeyi dinliyorum ondan. Bu evi Airbnb uygulaması üzerinden kiralayabilmek için belediyeye bir vergi ödüyorum, o vergiye bir araçlık yer ücreti ve vergisi da dahil, polise onlara yanlış işlem yapmaktan dolayı dava açacağını, üstelik gazetelere ve televizyonlara haber vereceğini, belediyeye suç duyurusunda bulunup, ödediği verginin karşılığını alamadığı için cezai yaptırım uygulatacak tüm yollara başvuracağını, Turizm Bakanlığı ile görüşüp turistlere bu şekilde davranıldığı için ülke hakkında edinecekleri izlenimlere ilişkin cezai yaptırım uygulaması için şikayetçi olacağını, basın açıklamasında Yanya polisinin bu tür yanlış uygulamalar ile şehre zarar verdiğini anlatacağını uzun uzun ve arada kah gülerek kah sinirlenerek anlatıyor. Polis merkezindeki en yetkili kişi işlemi yapan memurlarla ilgili özür dileyip, ben gelemden bu işlemi çözmeyi teklif ediyor böylece ben evraklarımı gönderince işler tatlıya bağlanıyor ve bizim plakalar olması gereken yere takılıyor. Ceza ne mi oluyor, tabi ki iptal ediliyor.
Niyetimiz, Arta, Menidi, Katergaki, Vonitsi üzerinden Preveze'ye gitmek. Böylece Arta Körfezi'ni de görmüş olmak. Öyle olmuyor, Arta eski şehrinin neredeyse tamamı aynı anda restore edildiğinden, zevksiz ve yorucu bir durak oluyor. Eski kentteki kısa turu kapalı pazarından yolda yemek üzere şeftalilerimizi ve eksik etmediğimiz yeşilliklerimizi tamamlayarak sonlandırıyor, kentten ayrılmadan önce Osmanlı'nın önemli miraslarından biri Narda Köprüsü'nü görüp, rotayı yeniden oluşturup, direk Preveze'ye gidiyoruz. Kimsenin gönlü 2 saatlik uzayacak yola razı değil. Kuzeyden şehre giriyor, limana gidiyor ve limanda bir yemek yiyip, dinleniyoruz.
Yol manzaralarımız yine doyumsuz, fotoğraf ve çay kahve molaları ile yolu bir nebze rahatlatıyoruz. Parga'ya çok geç kalmak istemiyoruz. Gün batmadan orada olmak niyetinde küçük bir kaçamak gizli.
Preveze deniz savaşlarını geride bırakıp, Muhteşem Yüzyıl ile hayatımıza giren, Pargalı İbrahim'in şehrine doğru yol alıyoruz. 1 saatlik yolculuk sırasında B ve C planlarına bakıyorum, B planı halen çok cazip, biz karavan parkta kalacağız annemler otelde, diğer plan yine bir ev kiralamak. Valtos Beach'i o nedenle ilk ziyaret noktası olarak haritalar uygulamasına giriyorum. Parga'yı geçiyoruz, tepeden Valtos Beach'in göründüğü noktaya geldiğimizde kararımız kesin, biz yolda2yolcu ne olursa olsun karavan parktayız, iki gece garanti...
Valtos Beach'e inerken, yollarda asfalt çalışması olduğunu fark ediyoruz, üstelik yeni döküldüğü için keskin bir zift kokusu bizi karşılıyor, bu gezide genel olarak sezon açılmadığı için hemen hemen geçtiğimiz her yerde hummalı bir tadilat tamirat yenileme düzenleme çalışması olduğundan aslında çok da alışık olmadığımız bir görüntü değil bu neyse ki işaretlediğim kamping yolun hemen ilerisinde deniz kenarında. Annemleri, henüz sadece iki masa ve barı ile kısmen açık olan, plajı yüksekten gören bardabir bira ısmarlayarak bırakıyoruz.
Ben sahilden, kumların üstünden bata çıka ilerlemeye çalışıyorum. Eşim ziftli yoldan, kamyonun kenarından geçmeye karar veriyor. Kamping ikinci sırada kalıyormuş, kumsal tarafından ilerlerken her bir parçası "lüks" fışkıran çarpıcı güzel bir otelin içinden yürümek zorunda kalıyorum, annemlere fiyat sormak için lobiden içeri girdiğimdeki kokuyu çekebildiğim kadar içime çekip, iki gece için fiyat soruyorum, duyduğum rakamla çınlayan kulağımı tutarak oradan hızlı uzaklaşıp kamp alanına doğru giderken, bir kez daha zift kamyonu ve ziftli yol ile burun buruna geliyorum. Kamyon tam olarak kamp alanının önünde, yol o kadar der ki kamyonun sağından ya da solundan yürümem mümkün değil, üstelik asfalt yeni döküldüğü için duman tütüyorken, kamyonun yanında yer olsa da geçmek mümkün değil , karşıya geçebileceğim tek noktadan kendimi karşı kaldırıma atıyorum, bir evin bahçesindeyim.
Eşim kamp alanından bana sesleniyor, buradan geçemezsin geri dön diye, kim demiş geçemem, geçerim ben, çitleri gözüme kestirip, izinsiz girdiğim bahçedeki kuyunun üzerine tırmanmak için nazikçe izin isteyip, kendimi çitlerin üzerinden atmak için hazırlığımı yapıyorum.... Ta taaaaa! Tam inecekken fark ediyorum ki kot farkından dolayı bu tarafta 50 cm olan yükseklik diğer tarafta nerdeyse 1,5 metre, aşağıya atlamam lazım ki atlarım ben, atlarım değil mi? Göze kestirip demir çitin ayağımı koyabileceğim tek yerine sağ ayağımı koyuyorum, kuyu taşının üzerinden diğer ayağımı kaldırmamla, eşim koşarak geri dön buraya atlayamazsın diyerek bana doğru geliyor, iyi ki! O sırada tişörtün bir yerleri sivri demirlere takılıyor, beklenen macera tam olarak bu değil, neyse ki kamp alanından üç kişi koşup yetişiyor ve ben tişörtü, onlar beni kurtarıyor. Kamp yerine olaylı girişimiz sayesinde herkesler bize gülümseyerek ve tanıdık bir bakış atıyor; az önceki şaşkın kadın değil mi bu? Evet benim, ne olmuş, koca totomu çitlere kaptırmak üzereysem, toto benim, macera benim diyerek edalı bir yürüyüş ile, daha önce hiç görmediğim yükseklikteki zeytin ağaçları ve elbette ki ulu çınarlarla gölgelenmiş kamp alanını gezmeye. Bungalovlar sezon açılmadığı için tadilatta, annemlere otel şart olacak. 2 gece konuşlanmak için bir yeri işaret ediyoruz, kamp görevlisi eyvallah diyor. Geldiğimizden daha az maceralı, bol ziftli yoldan annemlere ulaşıp hadi size otel bulalım diyoruz, ön çalışmamda 3 otel var. İkisi yanyana, biri Parga'da merkezde. Hemen tepede yer alan otellere gidiyoruz, manzara bizi büyülüyor, hemen odayı tutup annemleri otele yerleştiriyoruz, diğerlerine bakmaya bile geerek yok, burası annemler için muhşetem, onları ve eşyalarını otele bırakıp, kampa otağımızı kurmaya dönüyoruz.
Gece dinleneceğiz, sabah onlar bizim yanımıza yürüyüş yaparak gelecek. Böylece sabah kahveleri ve deniz keyfi bizim orada olacak. Öğleden sonra bir taksi ile Parga. Parga'da iki yer işaretledim, İtalyan takılacağız. Şarap, pizza, bruschetta ve belki biraz peynir...
Küçük kaçamak için hazırız, geceyi bir şarap açarak kutsuyoruz, neşeli ve heyecanlı anları sohbete konu ediyor, uzun soluklu gezimizde kazasız belasız devam edişimize teşekkürleri sıralıyoruz. Yolda2yolcu olmayı çok ama çok seviyoruz.
Yarın tatil... Keyfini çıkartmak için, erkenden yatıyoruz, başımızda ulu zeytinler ve çınarlar... Keyfimiz İbrahim Paşa'da yok. Bu yüzyılda Parga'da turist olmak bize iyi gelecek daha şimdiden anlıyoruz.
Günlerden Cumartesi 7 Mayıs
Sabah uyanıyoruz, o kahve kokusu yok mu? Beni güneşten sonra şarj edebilen ikinci şey... Oooo sıralamamı düzeltmeliyim, eşimle uyanmak ilk şey, güneş iki, kahve üç... Evet bu daha doğru bir sıralama oldu. Her sabaha gülümseyen bir yüzle uyanıyorum, kendimi bildim bileli böyle. Hasta falan değilsem tabi... Enerjisi bol uyanışım sonrasına bir kahve kesinlikle tamamlayıcı oluyor. Kahveyi demliyorum, eşim sabah serinliğinde biraz daha uyumak istiyor, kitap okumak için bundan daha güzel saatler olamaz, 9 gibi annemler gelecek. Çoktan yürüyüşe çıktıklarına eminim, gene de bir mesaj atıp beklediğimizi söylüyorum, tahminim o ki onlar çoktan otelden ayrılmış, çünkü cevap gelmiyor. Neyse ki asfaltlama işi bizim orada bitmiş, koku da dağılmış, gün güzel, deniz gören, ulu bir zeytin ağacına sırtımı dayayıp, sessiz bir köşeye oturup, hayatın bana bahşettiği güzelliklerin keyfini çıkarabilirim. Çok geçmeden eşim uyanıyor, kahve kokusunun onun yüzündeki ifadesi de görülmeye değer, mutlu bakan bir çift gözden daha seksi çok az şey var bence. O...oo! Konumuz bu değil...
Saat 9'u geçiyor. Bizimkilerden haber yok, 9.30 oluyor... Halen haber yok... 10 gibi telaşlanmaya başlıyorum, kaybolmalarına ihtimal yok, yol tek ve neredeyse çıkmaz sokak gibi. Çok geçmeden kahkahalar atan babam ve belli ki sinirden yorgun düşmüş annem gözüküyor.
Sabah 8 gibi gelmişler, babam anneme sen kapıda bekle ben onları bulayım demiş, babam nasıl olmuşsa bizi görememiş, hatta arabayı bile... Anneme dönüp burada yoklar demiş. Başlamışlar bir aşağı bir yukarı kıyıda yürümeye, başka bir karavan park aramışlar, annem her yer kapalı olduğu için bir taş tepesinde babamı beklemiş... Olaylar olaylar... Sonra annem bizi bırakıp gitmezler bir de beraber bakalım şu kampa olmadı kapıdaki görevliye soralım bir not bırakmışlar mı deyince, bize buluyorlar. Gün başlamadan yorgun düşen ikiliyi otağımızda ağırlıyoruz. Sinirler yatışıyor, Türk kahveleri içiliyor, babam filtre içemediği için ona mutlaka Türk kahvesi taşıyorum, her seferinde şaşırıp mutlu oluyor.
Kahveleri içip havanın serinliğini bahane ediyor ve Parga'yı sabah programına alıyoruz, taksiyi çağırıp, yürüyerek 2 km, arabayla 4 km uzaklıktaki Parga'ya gidiyoruz. Annemin dizindeki ağrı nedeniyle hatrı sayılır yokuşu çıkmaması için onlar varken bu mesafeyi yürümeme kararımız baki.
Taksi merkez durağına geldiğinde tercihlerimizin doğruluğuna seviniyoruz. Evet güzel ama bir Valtos Beach değil buralar. Bizi karşılayan dar sokaktaki sağlı sollu hediyelik dükkanlardan bir kaçına giriyor, el yapımı seramiklerin olduğu bir kaç dükkandaki ateş pahası fiyatları görünce hızla limana yöneliyoruz.
Limana varınca kalesinin önünde biraz da İtalya'nın Pasitano'nu andıran yamaç beni bende alıyor. Saat 12'yi geçince nerede yiyeceğiz soruları sıklaşmaya başlıyor, ama önce bu küçük kenti alt üst etmeye karar veriyoruz. Sahil çok güzel, o küçük adalar insanı denize atlayıp yüzerek oraya varmaya çağırıyor.
Arka sokaklardan birinde, mis kokulu bir fırın bulup, ekmek alıyor, oradaki tatlılara ve dondurmaya dayanamayıp soluklanıyor ve tekrar sahile inip, manzaranın keyfini de sürebileceğimiz, İtalyan Restoranına gidiyoruz. Diğer pizzacı akam 6'da servise başlıyormuş, aklım onda kalmıyor değil, sahibi İtalyandı çünkü... Başka bahara... Geleceğiz çünkü... Biliyorum.
Yerimizi alıyoruz, masamız manzaraya nazır, Parga'yı çok seviyoruz, Yunanistan da değil de sanki İtalya'dayız. Tipik Yunan adaları ya da sahilleri gibi değil Parga. Aslında sezon açılmış olsa, gideceğimiz iki ada var ama... Ah ah... Dedim ya başka bahara.
Yemeklerimizi ve elbette ki soğutulmuş beyazımızı istiyoruz. Keyfini çıkartmak için mekanı kapattık desem yalan olmaz... Belli ki buralarda da yemek saatleri bizim saatlerle örtüşmüyor, kimse yok oysa saat neredeyse öğleden sonra üç.
Yemek sonrası çarşıda bir yürüyüş daha yapıyor, bolca fotoğraf çekiyor ve kaleyi gezme işini ertesi sabaha bıkarak Parga'dan ayrılıyoruz.
Sezonu açmak için hazırız, deniz kenarında yerimizi alıyoruz, hava serin, haliyle deniz de ama kim tutar Çeşme sularında yedi ay bir fiil yüzen gençleri ve genç kalanları. Annem gene de temkinli, biz 3 delikanlı paşalar gibi yüzüyoruz. Sezon bu sene fiilen İyon denizinde açılmış oluyor.
Deniz sonrası herkes mola istiyor. 2 saatlik bir mola bizim pirelere fazla geliyor. Gün batımını yakalar mıyız? sorusu gözlerde, bence yakalarız bizi harekete geçiren cümle oluyor. Annemlerin oteleni hemen altından denizin kenarından bir yol gözüküyor, annemleri arıyoruz, planı açıklayacağız ama o gülüş beni işkillendiriyor, annem baklayı ağzından bile isteye kaçırıyor, kaleye gitmişler hem de yürüyerek, çok kolay oldu diyor, otelin arkasında yamaca bakan patika bir yoldan iniverdik kaleye. Durur mu yolda2yolcu, otelin altından sahil tarafından görünen başka patika yol dikkatimizi çekiyor, sahil yolundan Parga'ya doğru yürüyüşe geçiyoruz.
Gün batımı için öyle hazırız ki...
Kaleye varıyoruz, kapalı haliyle, ama manzara "iyi ki" dedirtiyor. Sabaha bıraksak belki bu ışığı yakalayamayacaktık. Seviniyoruz. Kalenin yanından merdivenlerce uzayan yollardan aşağıya dizlere yük bindire bindire inişe geçiyoruz, Harika barlar keşfediyor, bazılarında kalbimizi bırakıyoruz.
Parga'nın gecesini de seviyoruz, birer içki alıp taşların üzerinde oturup, manzaranın ve hayatın bize sunduklarına hayranlıkla bakıyoruz. Yarın Üsküp'e doğru çıkacağımız yol çok uzağımızda, biz Parga gibi küçük bir yerde yaşlanmanın hayalini coşturuyoruz. Köpüklü bir şampanyanın bardaktan taşan kısmını durmurmuyoruz, hayallerimizi İyon denizine bırakıyoruz.
Günlerden Pazar 8 Mayıs
Sabah nispeten kapalı bir havada Parga'ya veda edip, Doyran'a doğru yola çıkıyoruz.