Aslında plan basit, #y2ymaviş ile İstanbul Anadolu yakasında, muhtemelen Riva dolaylarında bir kamp. Havasını soluyacağız ama karmaşasını yaşamak istemiyoruz. Serde toksik bir aşk ilişkisi, özelde tutkunun en saplantılı hali.
İki İstanbul sevdalısı düştük yollara. Dile kolay birimiz 20 diğerimiz 10 yıl yaşamışız. Güzel de geçmiş yıllar, yormuş ama o kadar da koymamış belli ki, her daim İstanbul dendi mi ikimiz de hevesli. Cumartesi sabahı bir ehli keyiflik, bir sakinlik, bir şunu da yapar mıyız listesi ki, değil iki gün hafta versen sığmaz...
08:15 Yoldayız. Mahalleden çıkmadan sanayi içindeki Mesut'a uğrayıp tam tekmil içelim ki, yola sağlam çıkalım fikri. Hemen karşılık buluyor. Yol üstü de değil ama olsun, İstanbul dediğin karşı kıyı.
Saat 8.30, kelle paça için biçilmiş bir saat. Kara kuru zeytin masada, başka zaman olsa, burun kıvrılır, ama sabah çorba öncesi, ilaç niyetine, bir yudum köy ekmeği ile altlık yapılması elzem. Çorba tarifsiz, bol sirke, bol sarımsak, zaten bol etli. Bitiyoruz, benim 3de1 gene adamın. Her seferinde fazla geliyor.
09:00 Yoldayız. İzmit üzerinden geze geze gitmeye karar veriyoruz. Yolda sürekli listeye yeni yerler, gençlik hallerimizin, salaş mekanları ekleniyor. İstanbul nostalji turu aylar sürecek gibi. Yol aldıkça, listedekiler bir bir eleniyor. Samatya Küçük Evde balık rakı ve Kireçburnu'nda kahvaltı listeden çıktı bile. Elimizde Anadolu Feneri, Kavağı var ki kesin. Beşiktaş, Kadıköy ise niyetine girilmiş iki nokta. Kavaktan çingene vapuru ile boğaz turu var ki, pazar günü hava yağışlı, ama kim korkar bulutlardan.
İlk durak anıları yıllar öncesinin, Kahve fincanında rakı! Gülmeyin. Kaptanın yeri caminin dibi, alkol izni yok haliyle ama kaptan da yılların kaptanı, bu meret içilsin de istiyor, bulmuş çözümü kahve fincanında. Kaptan ortaya karışık o günkü balıklardan getiriyor. Seneler sonra bir kez daha gümüş balığı, bol ekşili sosu da yanında. O günü, o güne dair tüm anıları deşiyoruz. Kah gülüyor, kah düşüncelere dalıyoruz. Bir kaç 2021 fotoğrafı sonrasında yeniden yollara düşüyoruz.
15.00 Yoldayız. Kavağa gitmekten vazgeçip daha önce uğramadığımız Poyrazköy'e iniyoruz. Akşama konaklama yerini de böylece buluyoruz. Riva listeden silindi. Deniz kenarında bir büfe var, yanındaki otopark denize nazır, manzarada 3. boğaz köprüsü. Gecesi süper olacakmış. Hadi bakalım. Büfeyi işleten abla ile sohbet ediyoruz, "pahalandı buralar, kimse bilmezdi yolumuzu, şimdi karda kışta geliyorlar, lüks olduk, marul bile 7.30 olmuş, nasıl salata yapacağız balığın yanına bilmem" Saatler su gibi akıyor. Sohbet sıcak ve içten. Bırakıp gitmek olmayacak. Hemen planda ufak bir değişiklik yapıyoruz. Çengelköy'e kadar gidip, oradan minibüs ile Sarıyer, motor ile Beşiktaş, son kararımız gibi. Uygulamaya geçiyoruz. Beykoz, Çubuklu, Kanlıca, Hisar, Küçüksu, Kandilli, Vaniköy, Kuleli, Çengelköy derken, sahilden boğazı usul usul geçiyoruz.
Çengelköy İspark'a arabayı bırakıyoruz Üsküdar minibüsüne binip trafik sıkışıklığından yarı yolda iniyoruz. Yürümek iyi geliyor. Motora binmek için sıraya gireceğiz diye düşünürken, kalkmak üzere olana nakit para verip koşarak yetişiyoruz. Halatlar çekiliyor, hava bahar, haliyle dışarıda iskeledeyiz. hoş buz da olsa, biz gene Kız kulesini solumuza alırdık. İçimize İstanbul çekiyoruz. Nasıl da özlemişiz. Sarmaş dolaş oluyoruz. Öyle güzel ki, öyle güzeliz ki... İyi ki diyoruz.
Beşiktaş iskeleye inerken, endişeliyiz. Mahşer bu olsa gerek diyoruz, vaz mı geçsek diyoruz, kısa bir tur atıp geri döneriz diyoruz. Bunları derken "follow the flow" durumu yaşıyoruz. Beşiktaş - Taksim dolmuşunun kalktığı duraktaki kuyruğun sonu yok. İyi de bir Taksim havası da almayalım mı? sorununun cevabı gelemeden, Akaretler yokuşuna varmışız. Başka bir dünyadayız. İnstagramcılar iş başında. Fotoğraf çekmeyene tuhaf bakışlar fırlatıyorlar, dudaklar yarım aralık, beden dili zamanın ötesinde. Herkes güzel, herkes yakışıklı. Mekanlarda en azı 30lu kuyruklar. Parası olana cennet vaadi gibi bir durum.
Hızla Maçka parkı yanından, İTÜ Taşkışla, Nişantaşı Kedili Park ve nihayet Taksim'deyiz. Taksim ışıl ışıl. AKM'ye selam çakıyoruz. Çok açız. Önce altlık niyetine, Fransız Konsolosluğu yanından anıların duraklarından biri daha olan, pidecide soluğu alıyoruz. Kavurmalı, yumurtalı, kapalı.
Kızılkayalar ikinci durak ama ulaşmak mümkün değil. Fotoğraf çekip ıslak hamburgeri listeden çıkarıyoruz. Beyoğlu'nda iğne atsan yere düşmez. Böyle bir kalabalık yok. Ezilemeden ve ezmeden çiçek pasajına varıyoruz. Tek tekçi duruyor, ama Şampiyonun yerinde yeller esiyor. Birer bira ve fıstık ile başlıyoruz anılar denizinde yüzmeye. Bir bira daha götürüyor sohbet. Mercan'dan da olsa bari birer çeyrek yiyoruz, ayıp olmasın diye de bir çöp soslu. Eh eski tatlar olmasa da... Sabırtaşı arayı kapatacak gibi.
Cumhuriyet Meyhanesi ve Nevizade'de bir anıya bakıp çıkacağız. Soldaki kırmızılık gözümüzü alıyor, Şampiyon! Tüh be... Olsun zaten çeyrek yemiştik, bir çeyrek birer ısırık, onca anının hatrı var.
Sabırtaşına doğru ilerliyoruz, 10 adım sonra oradayız. Biz oradayız da, Sabırtaşı'nın el arabası ortada yok. 5 kat zorlayacak, çıkmıyoruz. Ama ah bir el arabası köşesinde olsa. Tüneldeki pasajda kahve keyfine doğru yol alıyoruz. Sevdiğim duraklardan biri daha selam ediyor bana, ayin var, giremiyoruz. Mumları evde yakarım artık. Pasaja geliyoruz ama kotolar bira ile dolu olunca vazgeçiyoruz. 3 binişlik kartımızı alıyoruz, nostalji diye buna derim, tarihi füniküler hattındayız. 1863 yılında Londra'da hizmete giren yer altı toplu taşıma sistemlerinden sonra inşa edilen en eski sistemmiş. 1875, 150. yıl yani. vay be oluyoruz.
Karaköy'de kısa bir tereddüt anı. Kadıköy ağır basıyor, hem vapura da binmiş olacağız. Görücüye yeni çıkmış Galataport henüz anılarda yok, e bu gezi adı üzerinde nostaljik tur, hakkını teslim edip, bir sonraki bahara öteliyoruz. Kadıköy için bir kez daha 3 sıkımlık bilet alıyoruz. Vapurdayız, bahardan kalma hava bize yardımcı oluyor. Yorgunluk hissedilir seviyelere gelse de dönüş yolundayız, elbet kavuşacağız mavişe.
Kadıköy... Ah Kadıköy, ah Piraye... Ama vakit ancak Cafer Erol'a yetecek. Belki bir bira daha. Sonra doğru sarı dolmuşlara ve ver elini Üsküdar, uzat elini Çengelköy.
Bu insanlar çıldırmış olmalı... Nasıl bir kalabalık, anlatılmaz, yaşanmaz ve bizati arkanı dön ve çık hali. Anlaşılıyor ki bizi ancak bir bira daha paklar. Bir kaç fotoğraf çekip, tek-tekçide alıyoruz soluğu. Bira ve bir çeyrek kokoreç daha. Gece kıyıntısı gibi bir durum yaşıyoruz. Neyse ki, sarı dolmuşlar uzak değil. Sokak müzisyeni vermiş sırtını İş Bankası kuytusuna vuruyor gitarın tellerine ara ara. Takılıyor dinleyenlere. Ah bir vakit olsa, peçete de var cepte. İstek parça belli zaten. Mırıldana mırıldana biniyoruz sarı dolmuşa. Pıt pıt doluveriyor.
24:00 Yoldayız. Üsküdar'da inip mavi minibüs durağına gidiyoruz, kaosun başladığı yerdeyiz. Halbuki ne vardı, karşıya geçecek derken, iyi ki yaptık be, helal olsun enerjimize derken buluyoruz kendimizi. Duygular yorgunlukla karışık. Kabul ediyoruz, bazen dozunda ve zamanında kaos ve yorgunluk da gerekli insana. Yaslıyorum en güvendiğim güçlü omza başımı, yorgunluk iyice çöküyor. Ellerimi ısıtan ellerine dokunuyorum usulca, bu benim teşekkürüm. Anlıyor. Bakışları üzerimde, doydun mu İstanbul'a diyor. Gülüyorum.
Maviş bizi bekliyor. Çengelköy hala canlı, hareketli. 23bin adım sonra bi miktar yorgunuz. Gene de kısa bir turu hak ediyor mahalle. O yorgunluğa rağmen gece ıssızlığına bürünen, cılız sokak lambası ile yarı aydınlık sokaklarda zamana meydan okurcasına yürüyoruz.
01:00 Yoldayız. Nispeten rahatlamış trafikte, sakinlik ihtiyacımız yol göstericimiz oluyor, istikamet Poyrazköy. Obamızı kuruyoruz denize nazır noktaya, kimsecikler yok. El ayak çekilmiş, balıkçı tekneleri uykuya çoktan yatmış. Neyimiz eksik biz de sarılıp hemen uykuya dalıyoruz. Yağmur, düşmeye başlıyor, pıt pıt. Kafamızda kırmızı bir gerdanlık gibi ışıltılı köprü. Sabahı iple çekiyoruz.