12 Şubat 2009

EMANETÇİ


Otelden ayrılırken o gün ne yapacağını az çok biliyordu.
Önce ona gidecekti…
Sonra kasabaya inecekti…
Geceyi bir limanda geçirecekti…

Yoldan geçerken bir sokak satıcısından 3-4 demet papatya aldı. En sevdiği çiçekleri götürmek istedi ona. Gazete kağıdına sardırdı. Kızacak ama olsun dedi. İçinden geldiği gibi olsun istedi her şey… Sonra bir büfenin önünde durup bir paket sigara aldı. Bir de çakmak. Aslında sigara içmezdi ama yanında bulunsun istedi işte. Arabaya gitti, tam çalıştırıyordu ki aklına alması gereken bir şeyler daha geldi. Tekrar girdi büfeye bir paket selpak istedi evet selpak istedi markası o olsun diye değil, çünkü markası ne olursa olsun o hep selpak isterdi, onların yaşıtları kağıt mendile selpak derdi ve tabi o da… Satıcı başka bir marka kağıt mendil versem dedi kadın gülümsedi. Neden aklımdan geçeni okuyamıyor ki dedi ve aklında geçeni yüksek sesle bir de satıcıya söyledi.

Yola çıktığında kafasının neden bu kadar dağınık olduğunu bir türlü anlamıyordu. Oysa ne kadar netti her şey uykuya yatmadan önce… Rüya mı görmüştü yoksa…

Yok rüya görmemişti de sabaha karşı henüz gün doğmadan uyandığında sol yanına bakmıştı ister istemez. Neden geldin ki dedi. Ben tek başıma çıktım bu yolculuğa… Sarıldı sol yanındaki yastığa öptü öptü öptü adamın hayalini… Adam değil ki bugünkü meselesi...

Uzaklaşmak için hayalinden radyoya uzandı eli. Radyo net çekmiyordu, bir Sezen kaseti buldu arabanın torpidosunda kalmış daha önceden. İlk şarkıyı ona tuttu. Adam bas bas bağırıyordu ona
“Ne yaptıysan yaptın kalk gelllllll”

Yaklaşıyordu varacağı ilk durağa… Heyecanlandı, o günden sonra ki neredeyse 4 yıl oluyordu ilk defa ziyaret edecekti annesini. Saçını düzeltti, rujunu tazeledi. Mezarlığın kapısına geldiğinde neredeyse vazgeçmek üzereydi. Arabayı park etti çamurlu yola. İnemedi bir süre. Bekledi. Bir sigara yaktı ki arabada daha önce hiç sigara içmemişti… Sigarasının son nefesinde arabadan indi. Selvilere baktı, sonra durduğu yerden manzarayı seyretti biraz. İçine çekti bütün havayı ve aramaya başladı, hatırlamadığına sinirlendi. Ne çok eklenen olmuş dedi. İsimleri okudu. Tanıdık olanlara selam eyledi. Tanımadıklarına da… Dua bilmezdi. Dayısını kaybetmişti çok küçüktü eline bir tas taş vermişlerdi irili ufaklı bir de tespih her dua bitiminde elindeki tastan daha büyük ortada duran diğer tasa bir taş atmasını istemişlerdi. O da dua etmişti dayısı için Allah'a:
“Bak Allahım madem senin yanına gelmesi gerekiyormuş, annem söyledi sen çağırınca gitmemek olmazmış mutlu et bari onu. Ne bileyim sevdiği arkadaşları vardır onları bulması için yol göster. Amin” Bir küçük taş büyük kaseye…
“Mesela dedem de oradaymış yanlış anlama diye veriyorum bu detayı sana dayımın babası olur. Onunla kahvede bezik oynasınlar. Çok sever. Amin” Bir küçük taş daha kaseye…
“Bir de bilgin olsun diye söylüyorum doğumgünü falan yaparsan harika darbuka çalar… Amin” Ve bir küçük taş daha…
“Ha bi de mahalleden Selim var ya şu saçımı çekip duran bisikletli çocuk, onu da yanına çağırır mısın, beni çok ağlattı da… Amin” Bir kocaman taş ortadaki küçük kaseye… Bu daha çabuk olsun istemişti ve kendince taş büyük olursa dua da daha çabuk kabul olur eşitliğini kuruvermişti çocuk aklıyla… Çocuk aklım işte dedi, hiç büyümedin...

Annesinin ölümünde sonra bütün işlemler bitince önce kasabadaki limana gitmiş orada bir gece geçirmiş sonra da 1 aylığına Küba’ya gitmişti. Sevil diye bir arkadaşı vardı fotoğrafçı, 6 ay orada yaşar diğer 6 aydada da dünyayı dolaşırdı. Onun yanına gitmişti. İyi gelmişti yolculuk ona. Zaten üniversite yıllarından beri ne zaman içi acısa yolculuğa çıkardı tek başına…

Mezarın başına geldiğinde ablasının yaptırdığı taşa baktı, üzerini okuyamadı. Meyilli bir arazide yatıyordu annesi ve denizi görüyordu. Ne çok severdin dedi. Babamla denize açılır aylarca dönmezdiniz. Babası öldüğünde vasiyeti üzerine boğaza savurmuşlardı küllerini. Annesinin bütün günah işliyorsunuzlarına karşı, abla kardeş bir yığın yasal zorluğu aşıp babasının son istediğini de yerine getirmişlerdi. O zamandan beri bir başka sever olmuştu İstanbul’u… Bir babasına ağlamıştı içli içli o günlerde, bi de annesinin üzerine bir avuç toprak attığında. Neredesiniz ey gözyaşlarım diye seslenecek oldu boşluğa, vazgeçti. Gene bir yumru gelip oturmuştu boğazına, nefes alamıyordu. Annesinin yanında daha fazla kalamayacaktı. Papatyalarla kapladı üzerini. Annesinin en sevdiği fuları boynundan çıkarttı ve mezar taşına bağladı. Bir de öptü alnından. Uzaklaştı öylece...

Kasabaya kadar hiç durmadı. Daracık köy yollarından geçti. Kasabadaki çay bahçesine geldiğinde arabadan inmeden bir sigara daha içti. Bütün kuralları yıkmak istiyordu o gün. Yazılmış bütün kurallara karşı gelmek… İçinde öyle bir öfke vardı hayata karşı…

Çamlı tepeye geldiğinde ıssızlık karşıladı onu. Arabadan indi, orta kahve yeni açılmıştı. Kahvaltı var mı diye sordu. Adam ancak 20 dakika sonra dedi. Kadın patikadan ileriye doğru yürüdü. Uçurumun kenarında uzun süre durdu. Bir sigara daha içti. Sonra dönerken yolun sonunda tek başına tüm yalnızlığıyla duran bir ağaç gördü. Küçüktü ağaç ve rüzgara vermişti yüzünü. Dalları öyle biçimsiz öyle çelimsizdi ki tırnaklarını yiyen bir adamın ellerini hatırlattı kadına… Güçlü olmak için güçlü ellere sahip olmalısın ki bir kadının ellerini çekinmeden tutabilesin demişti adama. ve ayrıca hayata tutunmak için o tırnaklara ihtiyacın olacak... Gidip sarılmak istedi ağaca. Sarıldı da ama ağaç bu karşılık verir mi? Güldü kendine. Senin kendine hayrın olsa dalların güçlü olurdu bir kere dedi.

Kahvaltısı hazırdı geldiğinde ve çayında duman tütüyordu. Bal ve kaymağı görünce gene gitti geçmişe. Beşiktaş’taki o küçük evi hatırladı. Nasıl da kötü geçmişti günler. Evin küçüklüğünden değildi de… Boş ver dedi kendi kendine, hatırlamanın faydası yoktu, nasıl olsa.

Kahvaltısı bitmek üzereyken bir kedi geldi masasının yanına, tabağında kalanları paylaştı kediyle, iki satır konuştular servis yapan çocuğun şaşkın bakışları arasında.

Kağıdı kalemi aldı eline başladı yazmaya… İçini dökmekti niyeti, bir nevi içhesaplaşma. Sahibine teslim mektupların da hep böyle yapardı. Son mektuplarının sahibi pek bir duyarsız çıkmıştı. Ama olsundu başka kimi vardı ki… Okumuyordu bile belki adam. Ama o yazıyordu… Elbet biri okur günün birinde dedi. Sevdaya yazılmış en güzel satırlardı onlar kendince ve niceleri gibi sahibi ölünce anlaşılacaktı değeri. Güldü kendi kendine, pek de önemsediniz kendinizi küçük hanım hayırdır dedi. Ölümün mü yaklaştı.

Akşam gün batımından hemen sonra limanın yerini sordu çaycıya… Adam kış günü kimse olmaz abla oralarda, başına bir iş gelmesin dedi. Yok yok dedi kadın birkaç kare fotoğraf çekip ayrılacağım zaten. Nedense adamın içini rahatlatmak ister bir hali vardı.

Limana indiğinde tekneler, yatlar ve bir kedi ile kemikleri sayılabilecek bir köpek dışında koca bir terk edilmişlik karşıladı kadını. Fotoğraf makinesini aldı. Biraz ürkek biraz da merakla ilerledi. İleride limanın sonuna doğru silik titrek bir ışık gördü. Korktu biraz…. Bu geceyi limanda geçirmek istiyordu o yüzden yürüdü yavaş yavaş, hiç ses çıkartmamaya özen gösterdi. Işığa yaklaştıkça limandaki balıkçı kulübelerinden birinden sızan bir hatırası geldi aklına. Barınağa doğru ilerledi. Bir cesaret kapısını çaldı, kapı kendiliğinden açıldı. İçeride gözleri parlayan bir adam oturuyordu. Önünde küçük bir çilingir sofrası vardı. Kadını bekler haliyle selamladı, buyur etti içeri. Kadın oturdu adamın karşısına. Öyle tanıdık öyle bildik düşünceli bir hali vardı ki adamın. Kadın, dinledi adamın son yıllardaki bütün hikayesini. Adamın buğulu sesi bütün gece kulaklarında asılı kaldı kadının. Kadın anlattı hikayesini… Kadının gülüşleri asılı kaldı adamın yüreğinde…

Güleç yüzlü iki dost gibiydiler, gün ağarırken sarıldılar birbirlerine. Adam bekliyordum dedi iyi ki geldin… Kadın biliyordum diye karşılık verdi, iyi ki buldum…
Kadın giyindi, tam çıkıyordu ki, adam ellerini uzattı, kadın adama baktı

Gülüşünü adamın avuçlarına bıraktı. Sen de kalsın gelirim gene almaya dedi. Adam biliyorum dedi...
Bir kutu getirdi üzerinde sanduka yazan, kapağını kaldırdı, kadına doğru uzattı avuçlarındakini…

“4 yıl önce de gözyaşlarını bırakmıştın almayacak mısın geri?”

TUHAF DURUMLAR/İSYANKAR BİR BAKIŞ - Vol.1

içi boş bir canım…
terk edilmiş bir
sen…
havada asılı kalmış bir
bana lazımsın…
kurabildiğim tek cümle…
canım, sen bana lazımsın…

yürekten gelen bir
canım…
hissedilen bir
sen…
sarıp sarmalanmış bir
bana lazımsın…
kurabildiğim tek cümle…
canım, sen bana lazımsın…
______________________--

Tuhaf bir durum…
Dün gece ayrımına varamadım... Hangisi senin cümlendi hatırlatsana...

11 Şubat 2009

NİYET


Kadın o sabah yataktan kalktığında saat 06:30’u gösteriyordu. Başında alışılmadık bir ağrı vardı. Rüyasını hatırlamaya çalıştı.


Yüreğini, yalnızlığını ve bir de acılarını aldı yanına bir çantaya yerleştirmeye çabalıyordu tarifsiz bir telaşla… Sanki, zaman, peşinden kovalıyordu da o evden çıkamadan geride bir şeyler kalacakmış gibi endişeli, sürekli arkasına bakıyordu.

Ne yüreği sığdı bavula… Ne yalnızlığı ne de acıları… Niyeti onları bir bavula doldurmak ve denize bırakmaktı…

Üç ayrı bavul buldu dolabında. En büyüğü aldı önüne. Acılarını en büyüğüne koydu önce taştı, yüreğini denedi olmadı, sığmadı bir küçüğüne, yalnızlık sadece ellerini sığdırdı en küçüğüne…

Karar vermesi gerekiyordu, öyle gözük
üyordu ki, birini seçip en az üçe bölmesi gerekecekti bavullarına sığdırabilmesi için.

Yüreğini aldı karşınına:
Anlat bakalım neden bu yolculuğa çıkmak istiyorsun…
Çok acılar gördüm, çok inandım, çok kırıldım dedi…

Yalnızlığını aldı karşısına:
Sen anlat…
Çok acılar gördüm, çok inandım, çok kırıldım dedi…

Acılarını aldı karşısına:
Peki ya sen…
Çok yürekler gördüm kırılmış, çok yalnızlıklar gördüm kederli dedi…
Hepsi beni suçluyordu… Taşıyamıyorum artık…

Kıyamadı ne yüreğine ne de yalnızlığına ama kadın yanına almak için acılarını seçti üçünün arasında… En büyük acısını aldı kopardı ana kütleden… İki eline ancak sığdı… Tam bavula kaldıracaktı ki dile geldi acısı:

Sevmedim sanıyorsun, değer vermedim… Çok sevdim seni… Ama sen benim yanımda hep sönük, hep mutsuzdun ve ben aşık olduğum gülen gözlerini görmez oldum. Yarattığım eserden acı çeken bir heykeltıraştım sanki. Ne yapsaydım mutsuzluğunu mu büyütseydim sana baktıkça… Evet kırdım, evet gittim… Kolay olmadı yarımı bırakmıştım ama biliyordum ki zaman geçecek ve sen gene eskisi gibi gülen gözlerle bakacaktın, bir gün beni affedecektin. Ruhum o zamana kadar tutsak kalacak olsa da sende, gittim işte…

Öptü en büyük acısını… Avuçlarından yavaşça incitmeden bavula koydu. Kapağını kapadı ve gözünden sadece bir damla yaş geldi, şaşırdı…

Kalanı ikiye ayırmak yetecekti nasılsa… İlk parça biraz büyükçe kaldı diğerinin yanında… Eline aldı acısını, ortanca bavulun kapağını kaldırdı. Bir ses duydu biraz cılız… Kulak kabarttı:

Kötü bir zamandı benim için ve sen daha büyük acından sıyrılamamıştın. Ne yapacağımı bilmiyordum, korktum sanırım. Kolay olmadı gitmek, seni ilk gördüğümde, hep özlediğimi buldum sanmıştım ama korktum işte… Evet kırdım, evet gittim… Kolay olmadı gitmek senden… Hele de o zaman zaman dalıp giden, zaman zaman kahkahalarla gülen gözlerinden… Ama biliyordum ki zaman geçecek ve sen hep gülen gözlerle bakacaktın ve bir gün beni affedecektin. Ruhum o zamana kadar tutsak kalacak olsa da sende, gittim işte…

Öptü ortanca acısını… Avuçlarından yavaşça incitmeden bavula koydu. Kapağını kapadı ve gözünden sadece bir damla yaş geldi, şaşırdı…

Küçük bavulu aldı yerden, masanın üstüne koydu. Geride kalan henüz büyümemiş acısını aldı eline… Korumasızdı acısı, minicikti. Eline doğuşunu hatırladı. Bir adam vardı içini döktüğü, ilk tanıştıklarında kadın okurdu adam yazardı… Bir gün nasıl da cesaret etmişti ve iç hesaplaşmasını aktarmıştı adama, biraz çekinerek biraz korkarak… Adam, garip anlam veremediği bir cevap yazmıştı kadının iç hesaplaşmasına…
Kadın susmuştu…
Adam yazmaya devam etti kadın okumaya…
Sonra bir gün adam kadına sordu… Kadın cevapladı…
Adam sordu… Kadın cevapladı…
Hazine bulmuş bir serseri ile akıl bulmuş bir delinin konuşmasından öte değildi paylaşılanlar taki…
Adam kadına; bir gece yarısı hatta sabaha karşı;
Açtım avuçlarımı
Acılarını bırakabilirsin içine
dedi
Sonra kadın;
Tamam ama korkuyorum dedi
Adam
Korkma ben taşırım dedi
Kadın
Emin misin dedi
Adam
Değilim aslında dedi
Kadın
Ama dedi
Adam
Kadını öptü… Avucuna aldı kadının ellerini…
Kadının yüreğine götürdü… Yüreğini öptü…
Kadın
Karşılık vermedi ilk önce
Adam
Bir kere daha öptü
Kadın
Direnmedi
Adam
Bir kere daha öptü


Kadın sabaha karşı uyandığında, hemen sol yanına baktı, adamdan geriye bir avuç mini minnacık bir acı kalmıştı. Kıyamadı kadın aldı avuçlarına acıyı… Tam koyacaktı ki yüreğine, yüreği isyan etti… Tamam dedi, koşarak gitti yalnızlığının kapısını çaldı, cevapsız kaldı… En büyük acısı, bir sonra ki ve en küçüğü ile baş başaydı şimdi…

En küçük acısı susuyordu ama biliyordu kadın, konuşmayı ilk söktüğünde:
Evet kırdım, evet gittim… Güçsüzdüm ve ben senin bunu bilmeni istemedim o anda. Kolay olmadı gitmek senden… Hele de ışıl ışıl parlayan gözlerinden… Ama biliyordum ki zaman geçecek bir gün beni affedecektin. Ruhum o zamana kadar tutsak kalacak olsa da sende, gittim işte…


Kadın o sabah ağlayarak uyandı. Gördüğü rüya yapması gerekeni söylüyordu. Başında garip bir ağrı vardı. 6:30 da yataktan kalktı. Yolculuğa çıkmak için hazırlanmaya başladı… Yenilenmenin, tazelenmenin ve acıları büyütmeden denize bırakmanın zamanıydı şimdi. Yanına almak istediklerine şöyle bir göz gezdirdi. Bir de bavullarına baktı… Ne yüreği sığardı bavula… Ne yalnızlığı ne de acıları… Hiç düşünmedi… O sabah evden sadece kendini alıp çıktı…


Niyeti karşı kıyıya gidip kendini denize bırakmaktı…
__________

Bir Kaçış Hikayesi

Herşey bir kaç gece önce ders çalıştığım masadan dışarıyı seyrederken başladı aslında. Önce gök gürledi arkasından bir yağmur damlası camda iz bırakarak geçti gitti. Sonra diğer damlalar geldi peşi sıra...









Kendimi sonsuz mavilikler vaad eden bir uçurumun kenarında hissettim bir an... Ucunda küçücük bir aydınlık vardı sadece sona kalan. Ve işte o zaman zamanı geldi artık dedim. O güneşin aydınlattığı yeri bulmak ve günü tekrar doğurmak lazım.






Hiç vakit kaybetmeden yola çıktım o sabah, henüz gün ağırmamıştı ve kuşlar bile yola çıkmamıştı. Günü doğurmak lazımdı ve ben onun doğabileceği en güzel yerlerden birini biliyordum nasılsa.



Güneş kendini gösterir göstermez, bir ağacın gövdesi aydınlandı yarım yamalak...Gülümsedi buluta...







Bir çimen ağladı güneşi görünce...










Bir çiçek başıyla selamladı beni...









Bir ara içim sıkıştı aniden. Ne güneşi gördü gözüm, ne bulutu, ne çiçeği...

Uzun ince bir yol gördüm, kapıldım seslenişine...

Baktım civarımdakilere hiç biri tanıdık değil.






Koşarak uzaklaştım oradan...

Tam bir çıkış buldum sandım, yüzme bilmediğim geldi aklıma...




Köylüler kulak verme sen sakın o sese dediler, bize de seslenir arasıra, kulak vermeyiz biz ona... Sevgi pınarını bul tek çaresi bu dediler, sevgi pınarını sordum her gördüğüme, ağlayan çınarın yanında dediler. Çok yol gittim, çok ağladım, çok korktum ama buldum sonunda... İçtim çeşmesinden sevgiyi doyasıya...







Oturup bir çay içeyim çok yorulduğum dediğim bir sırada, güneş batmak üzere olduğunu söyledi bana.Gün geceye kavuşmadan dönmek gerekirdi. Yeni düşlere, yeni kaçışlara fırsat vermek için hayatın gerçeği ile kucaklaşmak gerekirdi.

O anda rastladım ben ona... Tam dönerken... Tek başınaydı... Terk edilmişti... Belli çok acı kışlar geçirmişti... Her sahibinden bir iz kalmıştı üzerinde... Seyrettim bir süre... Yanına gittim gizlice... Her su darbesinde belli belirsiz bir sesle aynı cümyeyi tekrarlıyordu...

"Hayata ve kendine iyi bak... Sen bana lazımsın..."





Tanıdık bir ses tonu vardı, yumuşak insanı içine çeken...Gülümsedim... Eh be hayat dedim bu gün de mi oyununu oynayacaksın, bu gün de mi cevapları olmayan sorularımla beni başbaşa bırakacaksın. Öyle olsun...


Ben gene kaçar gelirim bir ara sana...


Güneşi ve günü doğurmaya...


Bu sefer sese doğru gitmem lazım... Hadi kal sağlıcakla...

09 Şubat 2009

UÇUĞUM

Sen...
ne zaman çok korksam
Ya da ne zaman çok üzülsem derinden
Çıkar gelirsin…

Geçmişten bir izsin sen ve geleceğin habercisi…
Günlerce durursun yüzümde
Her bakışımda değer miydi diye sormalara neden olursun…
Cevap bazen evet olur bazen de sessizlik…
Bir dostun da dediği gibi
Konuşkan susuşlardır onlar...

Dinlemeye kalksan…

Boş ver dinleme…
Sen geldiğin gibi iz bırakmadan git sadece…

Biliyor musun bugün sana bakarken ne fark ettim.
Sen de acılar gibisin aslında
Üzerini kapatmaya gelmez çoğalırsın
Olmadı dolanırsın oradan oraya insanı daha da sinir edersin.
Dokunulmasın istersin,

ne pahalı bir ilaçla yamanırsın ne sarımsak çözüm olur sana.
Bir takım işkence yöntemleri geliştirenleri duymuştum sana karşı.
Sıcak tahta kaşık yöntemi, sıkıp özünü çıkartıp üzerine limon sıkma…

Ama geçmezsin…
Zamana yayılan bir iyileşme sürecini hak görürsün kendine
Tıpkı acılar gibi…

Üzerini örttüm sanırsın acının,
Arnavutköy’de bir bankta rastlarsın bazen
Bazen taksimde bir meyhanede
Yalova’da limandaki balıkçıda bir akşam çıkar karşına
Ya da ne bileyim bir çocuğun kahkahasında aniden
Sokak satıcısının sesinde...
Ne işkence edenler olur kendisine acısıyla baş edeceğim diye
Aç bırakır, susuz bırakır mesela bedenini
Sanki acıyı yaratan bedenmiş gibi
Hüzünlere gasil eder yüreğini sanki yeterince acı çekmemiş gibi
Bakışlarına bir ağlamak çöreklenir sanki bir daha hiç gülmeyecekmiş gibi

Ama geçmez…
Zamana yayılan bir iyileşme sürecini hak görür kendine acı
Tıpkı uçuk gibi…

________________________________________________________





Yüreğimin de zamana ihtiyacı var bugünlerde...
Açtığı kapıları kapatmaya ihtiyacı var tek tek...
Niyetine girmek lazım heves geçmeden...
Yalancı bahara kanıp gitmek lazım buralardan...
Hayatın kendisi bu kadar yalancıyken,
bahar yalancı olmuş çok mu...
Hayata her seferinde kanarken
Bir kere de bahara kansa yüreğim...

Göreceğiz fena mı olur, yoksa iyi mi...
Biriktirdiklerimi anlatırım döndüğümde...
Yediklerim içtiklerim benim olur.


Sevgiyle...


_________________________________________________________


(*) Yazara bu yolculuk sırasında sözlerini ezberi bildiği tek şarkı eşlik eder
Deep Purple - Soldier of Fortune
Şarkıda sözü edilen serseri kendisidir aslında
ve deli bir adam yüzünden çıkmıştır bu yolculuğa...