Otelden ayrılırken o gün ne yapacağını az çok biliyordu.
Önce ona gidecekti…
Sonra kasabaya inecekti…
Geceyi bir limanda geçirecekti…
Yoldan geçerken bir sokak satıcısından 3-4 demet papatya aldı. En sevdiği çiçekleri götürmek istedi ona. Gazete kağıdına sardırdı. Kızacak ama olsun dedi. İçinden geldiği gibi olsun istedi her şey… Sonra bir büfenin önünde durup bir paket sigara aldı. Bir de çakmak. Aslında sigara içmezdi ama yanında bulunsun istedi işte. Arabaya gitti, tam çalıştırıyordu ki aklına alması gereken bir şeyler daha geldi. Tekrar girdi büfeye bir paket selpak istedi evet selpak istedi markası o olsun diye değil, çünkü markası ne olursa olsun o hep selpak isterdi, onların yaşıtları kağıt mendile selpak derdi ve tabi o da… Satıcı başka bir marka kağıt mendil versem dedi kadın gülümsedi. Neden aklımdan geçeni okuyamıyor ki dedi ve aklında geçeni yüksek sesle bir de satıcıya söyledi.
Yola çıktığında kafasının neden bu kadar dağınık olduğunu bir türlü anlamıyordu. Oysa ne kadar netti her şey uykuya yatmadan önce… Rüya mı görmüştü yoksa…
Yok rüya görmemişti de sabaha karşı henüz gün doğmadan uyandığında sol yanına bakmıştı ister istemez. Neden geldin ki dedi. Ben tek başıma çıktım bu yolculuğa… Sarıldı sol yanındaki yastığa öptü öptü öptü adamın hayalini… Adam değil ki bugünkü meselesi...
Uzaklaşmak için hayalinden radyoya uzandı eli. Radyo net çekmiyordu, bir Sezen kaseti buldu arabanın torpidosunda kalmış daha önceden. İlk şarkıyı ona tuttu. Adam bas bas bağırıyordu ona
“Ne yaptıysan yaptın kalk gelllllll”
Yaklaşıyordu varacağı ilk durağa… Heyecanlandı, o günden sonra ki neredeyse 4 yıl oluyordu ilk defa ziyaret edecekti annesini. Saçını düzeltti, rujunu tazeledi. Mezarlığın kapısına geldiğinde neredeyse vazgeçmek üzereydi. Arabayı park etti çamurlu yola. İnemedi bir süre. Bekledi. Bir sigara yaktı ki arabada daha önce hiç sigara içmemişti… Sigarasının son nefesinde arabadan indi. Selvilere baktı, sonra durduğu yerden manzarayı seyretti biraz. İçine çekti bütün havayı ve aramaya başladı, hatırlamadığına sinirlendi. Ne çok eklenen olmuş dedi. İsimleri okudu. Tanıdık olanlara selam eyledi. Tanımadıklarına da… Dua bilmezdi. Dayısını kaybetmişti çok küçüktü eline bir tas taş vermişlerdi irili ufaklı bir de tespih her dua bitiminde elindeki tastan daha büyük ortada duran diğer tasa bir taş atmasını istemişlerdi. O da dua etmişti dayısı için Allah'a:
“Bak Allahım madem senin yanına gelmesi gerekiyormuş, annem söyledi sen çağırınca gitmemek olmazmış mutlu et bari onu. Ne bileyim sevdiği arkadaşları vardır onları bulması için yol göster. Amin” Bir küçük taş büyük kaseye…
“Mesela dedem de oradaymış yanlış anlama diye veriyorum bu detayı sana dayımın babası olur. Onunla kahvede bezik oynasınlar. Çok sever. Amin” Bir küçük taş daha kaseye…
“Bir de bilgin olsun diye söylüyorum doğumgünü falan yaparsan harika darbuka çalar… Amin” Ve bir küçük taş daha…
“Ha bi de mahalleden Selim var ya şu saçımı çekip duran bisikletli çocuk, onu da yanına çağırır mısın, beni çok ağlattı da… Amin” Bir kocaman taş ortadaki küçük kaseye… Bu daha çabuk olsun istemişti ve kendince taş büyük olursa dua da daha çabuk kabul olur eşitliğini kuruvermişti çocuk aklıyla… Çocuk aklım işte dedi, hiç büyümedin...
Annesinin ölümünde sonra bütün işlemler bitince önce kasabadaki limana gitmiş orada bir gece geçirmiş sonra da 1 aylığına Küba’ya gitmişti. Sevil diye bir arkadaşı vardı fotoğrafçı, 6 ay orada yaşar diğer 6 aydada da dünyayı dolaşırdı. Onun yanına gitmişti. İyi gelmişti yolculuk ona. Zaten üniversite yıllarından beri ne zaman içi acısa yolculuğa çıkardı tek başına…
Mezarın başına geldiğinde ablasının yaptırdığı taşa baktı, üzerini okuyamadı. Meyilli bir arazide yatıyordu annesi ve denizi görüyordu. Ne çok severdin dedi. Babamla denize açılır aylarca dönmezdiniz. Babası öldüğünde vasiyeti üzerine boğaza savurmuşlardı küllerini. Annesinin bütün günah işliyorsunuzlarına karşı, abla kardeş bir yığın yasal zorluğu aşıp babasının son istediğini de yerine getirmişlerdi. O zamandan beri bir başka sever olmuştu İstanbul’u… Bir babasına ağlamıştı içli içli o günlerde, bi de annesinin üzerine bir avuç toprak attığında. Neredesiniz ey gözyaşlarım diye seslenecek oldu boşluğa, vazgeçti. Gene bir yumru gelip oturmuştu boğazına, nefes alamıyordu. Annesinin yanında daha fazla kalamayacaktı. Papatyalarla kapladı üzerini. Annesinin en sevdiği fuları boynundan çıkarttı ve mezar taşına bağladı. Bir de öptü alnından. Uzaklaştı öylece...
Kasabaya kadar hiç durmadı. Daracık köy yollarından geçti. Kasabadaki çay bahçesine geldiğinde arabadan inmeden bir sigara daha içti. Bütün kuralları yıkmak istiyordu o gün. Yazılmış bütün kurallara karşı gelmek… İçinde öyle bir öfke vardı hayata karşı…
Çamlı tepeye geldiğinde ıssızlık karşıladı onu. Arabadan indi, orta kahve yeni açılmıştı. Kahvaltı var mı diye sordu. Adam ancak 20 dakika sonra dedi. Kadın patikadan ileriye doğru yürüdü. Uçurumun kenarında uzun süre durdu. Bir sigara daha içti. Sonra dönerken yolun sonunda tek başına tüm yalnızlığıyla duran bir ağaç gördü. Küçüktü ağaç ve rüzgara vermişti yüzünü. Dalları öyle biçimsiz öyle çelimsizdi ki tırnaklarını yiyen bir adamın ellerini hatırlattı kadına… Güçlü olmak için güçlü ellere sahip olmalısın ki bir kadının ellerini çekinmeden tutabilesin demişti adama. ve ayrıca hayata tutunmak için o tırnaklara ihtiyacın olacak... Gidip sarılmak istedi ağaca. Sarıldı da ama ağaç bu karşılık verir mi? Güldü kendine. Senin kendine hayrın olsa dalların güçlü olurdu bir kere dedi.
Kahvaltısı hazırdı geldiğinde ve çayında duman tütüyordu. Bal ve kaymağı görünce gene gitti geçmişe. Beşiktaş’taki o küçük evi hatırladı. Nasıl da kötü geçmişti günler. Evin küçüklüğünden değildi de… Boş ver dedi kendi kendine, hatırlamanın faydası yoktu, nasıl olsa.
Kahvaltısı bitmek üzereyken bir kedi geldi masasının yanına, tabağında kalanları paylaştı kediyle, iki satır konuştular servis yapan çocuğun şaşkın bakışları arasında.
Kağıdı kalemi aldı eline başladı yazmaya… İçini dökmekti niyeti, bir nevi içhesaplaşma. Sahibine teslim mektupların da hep böyle yapardı. Son mektuplarının sahibi pek bir duyarsız çıkmıştı. Ama olsundu başka kimi vardı ki… Okumuyordu bile belki adam. Ama o yazıyordu… Elbet biri okur günün birinde dedi. Sevdaya yazılmış en güzel satırlardı onlar kendince ve niceleri gibi sahibi ölünce anlaşılacaktı değeri. Güldü kendi kendine, pek de önemsediniz kendinizi küçük hanım hayırdır dedi. Ölümün mü yaklaştı.
Akşam gün batımından hemen sonra limanın yerini sordu çaycıya… Adam kış günü kimse olmaz abla oralarda, başına bir iş gelmesin dedi. Yok yok dedi kadın birkaç kare fotoğraf çekip ayrılacağım zaten. Nedense adamın içini rahatlatmak ister bir hali vardı.
Limana indiğinde tekneler, yatlar ve bir kedi ile kemikleri sayılabilecek bir köpek dışında koca bir terk edilmişlik karşıladı kadını. Fotoğraf makinesini aldı. Biraz ürkek biraz da merakla ilerledi. İleride limanın sonuna doğru silik titrek bir ışık gördü. Korktu biraz…. Bu geceyi limanda geçirmek istiyordu o yüzden yürüdü yavaş yavaş, hiç ses çıkartmamaya özen gösterdi. Işığa yaklaştıkça limandaki balıkçı kulübelerinden birinden sızan bir hatırası geldi aklına. Barınağa doğru ilerledi. Bir cesaret kapısını çaldı, kapı kendiliğinden açıldı. İçeride gözleri parlayan bir adam oturuyordu. Önünde küçük bir çilingir sofrası vardı. Kadını bekler haliyle selamladı, buyur etti içeri. Kadın oturdu adamın karşısına. Öyle tanıdık öyle bildik düşünceli bir hali vardı ki adamın. Kadın, dinledi adamın son yıllardaki bütün hikayesini. Adamın buğulu sesi bütün gece kulaklarında asılı kaldı kadının. Kadın anlattı hikayesini… Kadının gülüşleri asılı kaldı adamın yüreğinde…
Güleç yüzlü iki dost gibiydiler, gün ağarırken sarıldılar birbirlerine. Adam bekliyordum dedi iyi ki geldin… Kadın biliyordum diye karşılık verdi, iyi ki buldum…
Kadın giyindi, tam çıkıyordu ki, adam ellerini uzattı, kadın adama baktı
Gülüşünü adamın avuçlarına bıraktı. Sen de kalsın gelirim gene almaya dedi. Adam biliyorum dedi...
Bir kutu getirdi üzerinde sanduka yazan, kapağını kaldırdı, kadına doğru uzattı avuçlarındakini…
“4 yıl önce de gözyaşlarını bırakmıştın almayacak mısın geri?”