21 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 3


ÖNCESİ... Pazartesinin yorgunluğu ile döndü eve. Üzerini değişti. İçi rahat etmedi. Duşa girdi. Ilık bir duş yorgunluğunu alırdı. Ne yiyeceğim diye düşündü. Buzdolabına baktı. Buzluğu açtı. Gene mi şarap gecesi yapsam dedi. Şarap dolabını açtı. Şirince’den aldığı şaraplardan birini mi denesem dedi. Kararsız kaldı. Buzdolabına yöneldi. Saç havlusu yere düştü. Islak saçları omuzlarına değdi. Ürperdi. Havluyu yerden aldı. Buzluğu tekrar açtı. Patatesleri gördü, fırınlasam dedi. Aklına yattı. Mikrodalganın fanlı kısmını ayarladı. Isınınca patatesleri fırına verdi. Şarap içmeye karar verdi. Şarap dolabına yöneldi. Eli her zaman ki gibi shiraza gitti. Şirince şaraplarındaydı aklı. Biraz soğutsa, şömine karşısında dömi sek bir şarap içse bu gece daha güzel gelecekti. Ama kararını ahududulu şaraptan yana kullandı. 1-2 derece daha soğuması için dolaba koydu. Fırındaki patatesler olmak üzereydi. Mozarella peyniri koydu üstlerine. 2-3 dakika yetecekti erimelerine. Şarabı da soğurdu bu arada. Kadehlerin olduğu dolabı açtı. Kadehlerine baktı. Neden müzik yok ki dedi. R & B albümlerinden karışık olan bir tane seçti. Müziğin ritminde salınarak mutfağa geri gitti. Fırının uyarı sesi ile patateslerine baktı, tam sevdiği gibi olmuştu. Şarabına baktı, evet o da tam istediği soğukluğa ulaşmıştı. Kadeh dolabını açtı. Önce beyaz şarap kadehini aldı, şampanya kadehleri daha hoş gözüktü bu gece için gözüne. Uzandı bir üst raftan pembe uzun ayaklı şampanya kadehini seçti. Ahududulu bir şarap için uygun dedi. Hazırdı geceye. Şömine karşısındaki sallanan koltuğuna oturdu. Kadehini ve kitabını aldı eline. Müziği değiştirmeye karar verdi. The Best Smooth Jazz albümünü buldu. Daha uygun gecenin devamı için dedi.

Koltukta salınırken, telefonu çaldı. Açmak istemedi önce... Ayıp olur dedi. Güleç yüzlü adam arıyordu. Şaşırdı görünce.

- Dün akşam aklımdan geçtin. Hayırdır.
- Yarın oralardaysan sana uğrayacağım. Akşam da bir yemek yeriz. Ne dersin.
- Programım yoğun demek isterdim ama tanırsın ki sen beni. Uygunum tabi. Harika olur.
- O zaman 8 gibi alırım seni.
- Nereye gideriz...
- İlla bilmek istersin.
- Uygun giyinmek isterim...
- Sen ne giysen uygun olur.
- Tamam. Görüşürüz yarın akşam.

Kapattı telefonu. Yüzündeki anlamsız gülümsemeyi sevmemişti ama uzun süre silemedi ifadeyi. Peggy Lee - As time goes by çalıyordu. Duruma ne kadar uygun dedi. Mırıldandı şarkıyı. Sallandı bir yandan ve bir yudum aldı şarabından. Şarap gibi gelmezdi meyveli beyaz şaraplar ona. Belki de şampanya kadehini tercih etmek bu sebeptendi diye düşündü. Ucu kırmızı püsküllü kitap ayracının olduğu yeri açtı. Kaldığı son bölümdeki bir kaç satırı bir kez daha okudu.

Kendini nasıl da kapıp koy vermişti bu adama. Nasıl aldanmıştı onca deneyimine rağmen. iyi ki dedi, iyi ki izin vermişim kendime. Kapattı ışığı. Uyuyamadı bir süre...

Sabah uyandığında güneş aralık perdenin arasından yüzüne gülümsüyordu. Ne şanslıyım dedi. Kahvaltı için hazırlandı. Üzerine ince bir mont aldı. Kahvaltıda, portakal suyu ve sarısı pişmemiş bir yumurta ile kızarmış ekmek istedi. Yumurta tam istediği gibi geldi. Beyaz masa örtüleri, küçük kavuniçi vazolardeki sarı krizentemler ile dekore edilmişti. Yumurta beyaz kare bir tabakta gelmişti ve portakal suyu uzun ince bir bardakta, kenarında bir dilim portakal ve nane ile servis edilmişti. Güne güzel başlamak böyle bir şey dedi içinden. Garson tekrar masaya yöneldi. Gazete isteyip istemediğini sordu. Gazetesi kahvaltısı bitmeden gelmişti. Garson gazeteyi uzatırken, bir isteği daha olup olmadığını sordu. Gülümseyerek uzaklaştı. Otel küçük butik bir oteldi ve kalabalık değildi. Sabah deniz otobüsü yaklaşmak üzereydi. Dalgaların köpüklerinde kaybolmak istedi. Gazetesini okumaya devam etti.

Odasına çıkarken, resepsiyondaki bakımlı genç kız, gecesinin nasıl geçtiği sordu. Adıyla hitap etmiş olması çok hoşuna gitti. O da kıza adıyla hitap ederek, çok rahat uyuduğunu belitti. Yüzü gülümsüyordu. Kusursuz bir mutlulukla çevrelenmiş gibiysi. Adaya gelmeyeli ne çok olmuş, unutmuşum bu kadar keyfi verdiğini dedi. Çantasını ve kitabını alarak limandaki çay bahçelerine gitmeye karar verdi. Bir fayton istedi. Faytonu beklerken, dünkü karşılaşmaları aklına geldi. Ya bir kez daha karşılaşıksak diye aklından geçirdi. Fayton hareket etmek üzereydi ki, kara bir kedi koşarak önlerinden geçti.

Limana geldiğinde, kararsız kaldı. Sola yöneldi. Böylece dedi, deniz otobüslerinin köpüklerini görebilirim. Bir çay söyledi çok açık olsun dedi. Kırmızı püsküllü ayracı ile kitabında kaldığı sayfayı okumaya başladı.

Kadın şaşırdı bu benzerliğe. Ayracının püskülüne baktı. Şarabından bir yudum daha aldı. Müziğe kulak kabarttı. Şömineden gelen odun çıtırtısı ve kıvılcımlara takıldı. Adamı düşündü. Yüzündeki anlamsız ifadeyi bir kez daha yakaladı. Yarın olsa dedi. Sabırsızlandı. Saatine baktı. Saçlarına dokundu. Hala nemliydi. Sağa sola savurdu. Patatesler tam istediği gibi olmuştu. Bir iki dilim patates attı ağzına. Bir yudum daha aldı şarabından. Dün akşam okuduğu satırlar geldi aklına. Bu yazar da kara kedi ile bozmuş dedi. Neyse bu seferki sanki biraz daha iyimser bir kara kediydi. Dün geceki satırlardaki kedi neden kötümserdi diye düşündü. Sadece o satırı okumuştu. Kendi yüklediği anlamdan ötürü, kara kedinin bir soruna işaret ettiğini düşündüğünü fark etti. Gülümsedi yazara... Anlam yükleme üzerine güzel hikayeler bekliyordu kendisini. Hoşuna gitmişti bu durum. Döndü tekrar öyküde kaldığı yere. Başladı dikkatlice okumaya.


Devam Edecek... ____________________________ Devam Etti...


ÖRSELENMEK - İLK - 2


Notre Dame de Paris - Belle


ÖNCESİ... Bir yudum aldı şarabından, içini ısttı karlı gecede. Öğrenmişti kendi kendine yetmeyi uzun bir zaman önce. Elindeki kitapla bir oyun oynamaya karar verdi: Fal bakmak kendine. Kırksekiz saattir çıkmamıştı evden 48. sayfa olsun dedi. Yaklaşık üçüncü kadehini içiyordu. 3. satır olsun dedi.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Bu da ne demekti şimdi... Her fal baktığında, anlam yüklerdi okuduğu satırlara. Tamam soğumuştu yüreği bir süredir. Ama bu kendi tercihiydi. Kendi ile yetinmeyi öğrenme sürecinin ilk adımı, soğutmaktı yüreği. Kara kedi de nereden çıktı dedi. Kasaba iyi değil miydi yoksa, uyarıydı mutlaka kadına. Kitabın yazarı okuyucuya kadınla ilgili ya da umutlarıyla ilgili bir şansızlık olacağının ilk sinyalini veriyordu da, bu falda ki bu cümle kendisine nasıl bir sinyal veriyordu, onu bulması gerekliydi. Eğer kendi ile olma durumunu yeni bir kasaba olarak yorumlarsa bu durumda hala birilerinin hayatına girmesi ile ilgili bir umut taşıyordu ki bu kendi ile olma durumuna ters düşüyordu. Düşünmeye başladığındaki ilk cümlenin ucunu kaçırdı. Dönüp kitapdaki 3. satırı bir kere daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Tamamdı işte. Her ilişki denemesinde, yürümeyen her noktada ona dönüyordu kadın, Ali'ye ağlarken Veli'ye ağlar buluyordu kendini. En son yaşadığı ilişkisinde de sevgilisi, sen onu unut sonra beni bul deyip gitmemiş miydi? O gecenin sabahında karar vermemiş miydi, kendine yetmeyi becermek zorunda olduğunu. Bu durumda kendine yetme kasabayla örtüşmüyordu. Geldiği kasaba... Geldiğim kasaba... Kasaba... Kaba saba... Yok yok... Aklına söz geçirdi, saçma sapan kelime oyunları oynamayacaktı. Anlamın peşine düşmüştü. Tesadüflere inanmazdı. Bu satır karşısına çıktığsa mutlaka bir anlamı vardı. Başa döndü. Satırı bir kez daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Aşk yolu aramak dedi. Ben vazgeçtim sanıyorum da vazgeçmiyor muyum aslında. Kasaba dediği kendi ile baş başa kalma durumuysa ve gene de ve yine de bir aşk yolu arıyorsa ve önünden geçen kara kedilerin şanssızlıklara gebe olduğunu fark etmiyorsa.... Bir dakika ya... Kara kedi ne demekti ki bir kere... Kara kedi... Kara... Kedi... Nankör... Adam... Kara nankör adam... Karşıma çıkan kara nankör adam olacak. Ama ben o kadar kendime dönük olacağım ki, aşk yolunu buldum sanıp atacağım ilk adımı. Evet evet, satır bunu söylüyordu.

Karşına çıkana dikkat et. Nankör bir adam olacak. Yeni bir yol zannettiğin şey aslında hep bildiğin hikayelere çıkacak. Bir yudum daha aldı şarabından. Kar iyice hızlanmıştı, tipiye çevirecekti. Şömineye bir odun daha attı. Çıtırtılarını dinlemeyi severdi. Cd çaların tuşuna bastı. Bir fal da orada bakmak lazımdı. Eğer dedi kitap yanılıyorsa karşıma çıkacak adam konusunda, bu parça benim en sevdiklerimden biri olur...

Ve başladı müzik: Notre Dame De Paris...Belle
Ve kitap yanıldı o gece...

Devam edecek... _______________________________ Devam etti...

20 Mart 2009

NEFES ALMAK YAŞAMAK MI?



Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyordu. Sözler sadece söyleniyordu da havada kayboluyor sanılıyordu. Oysa her bir söz, sahibini buluyor ve söz sahibinin kulağına kazınıyordu. Sözü söyleyen unutsa da, kulak, sözü unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse merak ettiğinin peşine düşmüyordu. Merak ettim deniyordu da sanki o merak havada kayboluyordu. Oysa her bir merak ettim, merak edileni buluyordu ve merak edilenin aklına kazınıyordu. Merak eden unutsa da, akıl, merak ettim diyeni unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse kırdıklarını anımsamıyordu. Kırdım kusura bakma deniyordu da sanki kusurlar havada kayboluyordu. Oysa her bir kusura bakma, kusur edileni buluyordu ve kırılanın yüreğine kazınıyordu. Kusura bakma diyen unutsa da, kırılan yürek, kıranı unutamıyordu.

Derken günlerden bir gün; sözler veren, merak ettim diyen ve kıran adam çıkmaya karar verdi kendi içinde bir yolculuğa... Dolanırken kendi hikayesinin zorlu sokaklarında, her her köşe başında bir iz buldu geride bıraktıklarından. Kalbi dayanmadı karşılaştıklarına. İzleri topladı bir avucuna. Ekledi birbirine. Puzzle'ın bir parçası eksik kaldı. Bakındı etrafına bir çiçek gördü yüreğinin dibinde, çevresindeki toprağı kazıdı bir iyice, çiçeğin köklerine gelince, çürümüş insanlığı ile karşılaştı. Bulmuştu puzzle'ın bir parçasını daha ama çok geç kalmıştı. Çiçek güzel gözüküyordu da, yaşayamazdı kökleri olmadan uzun bir süre.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da kimse farkına varmıyordu, verdiği sözleri tutmamak, merak ediyorum deyip dönüp bakmamak, bir yüreği kırmak, içten içe çürütmek demekti insanlığını ve insanlığını kaybet ölüme dönmekti yüzünü aslında.
Hayat kendi döngüsünde dönerken, yaşam devam ediyordu kimilerine göre, sahi nefes almak için insanlığın lüzumu yoktu dimi? Nefes almak yaşamak sayılır mı düşünmek gerek ama insan olmak için düşünmenin lüzumu yoktu dimi?

______________________________________________
- Ararım demiştin?
- Valla hiç kimseyi arayamadım bugün...
Hiç kimseye davrandığın gibi davranıyorsan bir insana, o insanın senin için özel olduğunu iddia edebilir misin bir düşün...
_______________________________________________

ÖRSELENMEK - İLK


Sıcak şarap yapmıştı o gece kendine; kakule, portakal kabuğu ve tarçınla harmanlamıştı kırmızı şarabı. Yurt dışından aldığı ilginç kadehlere koydu şarabını. Oturdu camın kenarına. Kendine hediye ettiği öykü kitabının ilk sayfasını açtı. Ön sözdeki tek bir cümle aldırmıştı bu kitabı ona. Yazarını tanımıyordu okumamıştı daha önce. Merak etmişti sadece, cümlenin tanıdıklığı ilginç gelmişti kendisine.

Her Düştüğümü Sandığımda Sen Vardın Yanımda...
Düştüğümde Anladım...
Sen Yoktun Aslında...
Aldanışıma Aşk Dedim O Günden Sonra...

İlk öykü: İLK...

Yalnızlığımın orta yerinde karşılaştık seninle... Uzattın elini tuttun elimden. Üşümüştüm, öyle sıcak geldi ki elin elime, gülümsedim gözlerime. Küçük bir çocuk ürkekliğinde yaklaştım aslında sana. Korkma derken gerçek geldi sözlerin. Benim gibisin sandım. Benim gibi yalnızlığın tam ortasındasın. Her gün konuşmaya başladık bir süre sonra... Sen aramasan ben arıyordum seni. Seslerimiz nasıl da keyifli gelirdi birbirimize. Saatlerce konuşurduk, saatleri unuturduk birlikte. Uyku akardı da gözlerden uykuya dalamazdık yine de. Sabahları beraber karşılardık, geceleri beraber beklerdik çalmasın hırsızlar gece aşıklarının anlarını diye. Öyle sevdim ki seni uzaktan bir iyice. Sen de sevgi sözcükleri söyleyip dururdun kendince. Gerçek sanırdım konuştuklarını. Yürekten sanırdım dile gelenler. Hiç yapmadığım kadınlığımla örtüşmeyen bir hal içindeydim ilk günlerde. Her kelimen bana sanıyordum. Her söylediğin benim kulağıma bir fısıltı sanırdım. Değilmiş, günler sonra yazdığın iki satırla anlayacaktım, paralel hayatların yansımalarıyla yaşadıklarımın aslında hiçbiri bana ait olmayan anlarmış.

Nasıl bir sona bağlanacaktı ki gene bu hikaye. Dilerim dedi akşam akşam beni üzecek bir hikaye değildir içine girdiğim. Mutlu şeyler okumak istiyordu artık. Mutluluk hissetmek istiyordu sadece. Öyle yorgun ki hayattan… Öyle bıkmıştı ki sahte arkadaşlıklardan, içi boş canımlardan... Kendinden bıkmıştı belki de... Karşısına çıkan her insanı kendi gibi sanmasından yaralanmıştı en çok...


Günler sonra aramaz oldun, işin düşünce arardın arasıra. Ben aradığım zamanlarda da hep işini bahane eder oldun. Sonra ararım demelerin çoğaldı, önceleri bir iki saat sonra arıyordun mutlaka. Git gide ertesine güne sarkmaya başladı sonra aramaların. İnanıyordum sana. İnanmak istiyordum inatla. Yüreğinin iyiliğine kanmıştım bir defa. Kendi yüreğim iyiydi ve yalansızdı ya, sanıyordum sen de öylesine iyi ve öylesine yalansızsın aslında. Gecenin bir yarısı aradığında günlerdir görüşmüyorduk. Özledim seninle konuşmayı dedin. Hiç sormadın nasılsın, iyi misin diye. İlk o zaman fark ettim. Sen bende olmak istiyordun da benim sende olmama katlanamıyordun. Kabul ettim yaptığımız bu sessiz anlaşmayı tek taraflı. Aramadım seni o geceden sonra bir daha. Sen aradığında konuşurduk sadece, susardın bazen dakikalarca. Susardım anlaşmamız gereği.

Bir gün karşılaştık adalar vapurunda. Tanıdım seni sesinden. Öyle dinlemişim senini yıllarca. Yaşlanmıştın ve saçlarına kırlar düşmüştü yer yer. Baktın bana. Tanıdık geldim bir yerden belli ama çıkartamadın beni bir türlü. Ayıp olmasın diye selamlayışın üzmedi desem yalan olur. Ama nasıl sevindim seni gördüğüme. Elimde olmadan izledim seni uzun süre. Elinde telefonun sürekli konuşuyordun birileriyle. İlk adaya yaklaştığımızda inmedin. Nedense sevindim içten içe Büyükada'ya gelişine. Hiç konuşma geçmemişti adayla ilgili aramızda senle.


Adaya yaklaşmak üzereyken kalktın ayağa. Bana doğru geliyordun da görmüyordun beni ben olarak gene. Az önce karşılaştığın bayandım ben senin için. Daha tanıdık bir edayla gülümsedin bu sefer bana. Karşılık verdim aynı nezaketle, bu sefer yüreğimde bir sızı hissettim ince. Peşin sıra kalktım ayağa. Yanaşınca gemi indik önde sen, senin izinde ben. Çıkış kapısında yarı yaşında bir kadın el sallıyordu sana. Kayıtsız adımlarla yaklaştın kadına, öptün yanaklarından. Elimde değildi, izliyordum uzaktan. Öylece baktım peşin sıra. Gözden kaybolunca sen, ben de bindim bir faytona, kalacağım otele kadar bir sigara içtim içime çeke çeke. Odam denizi tepeden görüyordu. Harika bir İstanbul manzarasına uyuyacaktım o gece. Yemeğimi yedim, denizin kıyısındaki lokantada ve müzik dinledim barında. Odama çıktığımda duş aldım ılık ve uzandım yatağa bornozumla. Seni düşündüm, 10 yıl olmuştu neredeyse sadece sen istediğinde, genellikle ayda bir arardın da hiç görüşmemiştik bu süre içinde.


Çok mu yaşlandım, çok mu değiştim diye düşünürken kalktım tekrar ayağa baktım aynada kendime. Evet, yaşlanmıştım da tanınmayacak halde de değildim aslında. Bakışın geldi gözümün önüne. Dalgınlık olabilir miydi tanımayışının sebebi. Hani bakmak ve görmek meselesi… Ama ya ikinci kez selamlayışın… Düşünmek istemedi. Dinlenmeye ve farklı bir 2 gün geçirmeye gelmişti, çok sevdiği adaya. Kiliseye çıkacak, dua edecek ve keyfini çıkaracaktı yalnızlığının. Nereden çıktın ki sen dedi. Yalnızlığımın tam da orta yerinde… 10 yıl önceki anılara gitti aklı. İlk karşılaşmalarına. İlk el ele tutuşmalarına. Kendini nasıl da kapıp koy vermişti bu adama. Nasıl aldanmıştı onca deneyimine rağmen. iyi ki dedi, iyi ki izin vermişim kendime. Kapattı ışığı. Uyuyamadı bir süre...



Kapattı kitabın ilk öyküsünü bitirmeden. Daldı derinlere. Baktı gözün görebildiği en uzak noktaya:



Güleç yüzlü adamı gördü. Modadaki çay bahçesine oturuyorlardı. Adam ilk kez o anda düşmekten korkma sakın, ben hep yanında olacağım dedi. Dönüp öpmüştü bir de yanağıyla dudağı arasında bir noktadan. Adama kanan kendini, en ihtiyaç duyduğu cümle bir çırpıda kulaklarına çarptığında parıldayan gözlerini gördü.



Devam edecek...

_______________________________Devam etti...

Fotoğraf / Watching by seanmantey


19 Mart 2009

TAVSİYE ÜZERİNE

Uzandım tek kişilik L koltuğuma... Yazının içeriği önceden tavsiye edildiğinden; füme hindi but, rokfor peynir, simit ve üzümden oluşan bir tabak hazırladım, 11 mum yaktım, bir de müzik ekledim fona: Nat King Cole - Fly Me to The Moon, hemen arkasından çalsın diye Lena Horne - In Love In Vain ve bu seçkiyi tamamlamak üzere ki dinlerken yazının sonuna gelmeyi umduğum Alison Movet - What A Wonderful Word'ü ekledim. Elimde kadehim başladım yazıyı okumaya...

Yazı bittiğinde hiç planlanmadığım bir şekilde Bill Withers - Ain't No Sunshine çalıyordu ki, kişisel aşk tarihimin önemli parçalarından biridir, kanepede iki kişi olup kendi kitabımızı yazmayı istedim.


Bu yazıya yorum yazmak kaçınılmazdı. Az önce okuğunuz ruh halimi aktardım yorum bölümünde. Ve yorum bittiğinde çalan; Evrenin Ritminde 196. parçaydı ki, artık kesinlikle kanepede iki kişi olmak gerekirdi.


Tavsiye üzerine bir yazı okudum, keyfim yerine geldi bu gece... Tavsiye ederim size de... Ekvator Hikayeleri



____________________________

Not: Bu sabah bir kalktm ki, 196. parça olmuş, 187. parça... Ben de bu durumda parçayı açık açık yazayım dedim: Etta James - I Just Want To make Love To You