23 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 4


ÖNCESİ...

Ella
Boston, 15 Haziran 2008
Bir önceki mesajında demişsin ki, "Romanını ili kez okuduktan ve Şems ile aranda bunca benzerlik gördükten sonra hayat hikayeni merak etmeye başladım. Bana nasıl Sufi olduğunu anlatır mısın?" Geçmişi konuşmaktan pek hoşlanmıyorum Ella, yine de sana anlatacağım...

Kitabı almasıyla, kapılıp gitmesi bir olmuştu. Kelimeler birbirini kovalıyordu ve o kitabı elinden bırakmak istemiyordu. 1 saatten fazladır o çay bahçesinde oturuyordu ve etrafdaki giderek artan kalabalık onun dikkatini dağıtamıyordu. Ta ki, bir kadının "Aşkım neden ısrarla o çay bahçesinde oturmak istiyorsun ki... Bak bu tarafdaki çay bahçesinin masa örtüleri daha güzel, hem koltukları da daha rahat" demesi üzerine adamın verdiği cevabı duyana kadar, "rahatlık değil ki beni çeken, baktığımda göreceklerimdir beni rahata erdiren" Kadın bu kelimeleri biliyordu, tanıdıkdı ses ve bildikdi cümle...

Kırmızı püsküllü ayracını dikkatle yerleştirdi, kapattı kitabın kapağını... Daldı derinlere. Baktı gözün görebildiği en uzak noktaya:

Genç adamı gördü. Arnavutköy'deki çay bahçesinde oturuyorlardı. Yan tarafdaki çaybahçesinin minderli koltukları daha rahat gibi dedi kadın, bu çaybahçesinin manzarası daha güzel dedi adam ve ekledi, insanı rahat ettiren nedir biliyor musun, gördükleridir. Balıkçıları seyrettiler beraber ve sohbet ettiler uzun uzun, ilk kez bir araya geliyorlardı ve adam kadını yakından tanımak istiyordu. Geçmişi anlat bana demişti ve kadın sevmem ama anlatacağım diye cevaplamıştı. Anılar anıları kovalarken, adam ilk kez o anda düşmekten korkma sakın, ben hep yanında olacağım demişti. Dönüp öpmüştü bir de yanağıyla dudağı arasında bir noktadan. Adama kanan kendini, en ihtiyaç duyduğu cümle bir çırpıda kulaklarına çarptığında parıldayan gözlerini gördü kadın. O günden sonra bir daha hiç göz göze gelmediler. Telefon ve maillerle sürdürdüler ilişkilerini. Nasıl tanımamıştı adam kadını. Bozulmuştu aslında ama belli etmemişti. Bir de tuhaf gelmişti, 2 gece önce konuştukları halde adamın onu tanımaması...

Genç kadın adamın arkasından bir iki daha seslendi. Adam kararlı adımlarla geldi çay bahçesine, biraz ileride bir masada denize yüzünü dönerek oturdu. Arkasından gelmedi kadın. Adam tek başına kaldı çay bahçesinde. Garip bir rahatlık vardı üzerinde. Umursamadı sanki kadının gelmeyişini. Hatta biraz zorlasan mutlu bile olduğunu çıkarabilirdin gözlerindeki gülümsemeden.

Neden sonra adam çay istemek için arkasını döndüğünde, kadını fark etti. Gülümsedi. Kadın da karşılık verdi. Adam ani bir hareketle yerinden kalktı. Kadın doğru geliyordu. Kadın nefesini tuttu. Tanımış olabilir miydi... Yok yok pek de tanımış gibi değildi yüzündeki ifade. Kadının masasına kadar geldi.

- Dün de karşılaşmıştık sizinle... Söylemeden geçemeyeceğim. Yüzünüzdeki ifade o kadar tanıdık ki...
- Dilerim sevdiğiniz birine benzettiniz...
- Daha çok aşık olduğum diyelim... Haftasonu için mi geldiniz.
- Kalacağım bir kaç gün daha.
- Elif Şafak okuyorsunuz. Sizin yaşınızda biri kendi romanını yazar herhalde. Yanlış anlamayın ve bozulmayın söylediğime, sadece yüzünüzdeki ifade, yarı yaşınızdaki bir kadından daha fazla bir hazineye sahip olduğunuzu söylüyor insana. Bir de tabi bakışlarınız. Haddimi aştım galiba. Ama elimde değil, vapurda gördüğüm ilk seferde de aynı duyguya kapılmıştım. Öyle iyi tanıyorum ki sizi. Keyfinizi bölmedim inşallah. Bakmayın benim densizliğime. Güzel günler dilerim, adada kaldığınız sürece...

Sonra dönüp oturdu aynı masaya adam. Bir sigara yaktı. Bir kitap açtı okumaya başladı. İnanamadı kadın kitabı fark edince. İki gece önce konuştuklarında önerdiği kitabı okuyordu adam. İçi sıkıldı iyiden iyiye. Nasıl olur dedi. Nasıl olur da tanımaz beni.

Telefon çaldı o sıra. Oysa nasıl da kaptırmıştı kendini kitaba. Kızdı telefonu sessize almayışına. Kırmızı püsküllü ayracını aldı, özenle kitabı kapattı. Telefonuna baktı. Güleç yüzlü adamdı. İyi ki sessize almamıştı telefonun...

- Söylemeyi unuttum, sevmezsin sen süprizleri kızarsın sonra, annemlerde gelecekler yemeğe.
- Neden?
- Neden mi? Hep beraber olalım diye.
- Tamam, iyi oldu haber verdiğin.

Telefonu kapattığında sinirinden ne yapacağını bilemedi. Şarabı bir dikişte içti. Kadehini bir kez daha doldurdu. Bir kez daha bir dikişte içti. Hep böyle yapardı. Garip halleri ne yorucu olurdu. Ne alakası vardı, anne babası ile yemek yemelerine ne gerek vardı. Şarap şişesini eline aldı. Dibinde kalanı kafasına dikti. Sakinleşemiyordu. Geçmişe gitti. Sinirlendi. Şömineye küfretti. Neden sıcaktı ki hem bu oda bu kadar. Balkon kapısını açtı. Soğuk yüzüne çarptı. Mutfağa geçti. Bir sigara yaktı. Neden açtım telefonunu sanki dedi. Neden kabul ettim yemek yemeği. Neden diye bağırdı. Zaten tatlı şarap doğru bir seçim de değildi. Okuduğu kitapdaki adama sinirlendi. Öküz dedi. Ne demişti bir arkadaşı. Her kadın hayatında en az bir kez bir öküze tapar. Bu da tapmıştı işte. Hem bu yazar ne garipti. Ne diye aralarında 10 yaş olan adamla kadını bir aşk hikayesinde anlatıyordu. Ne demekti ayrıca bir kez yüz yüze gelmek 10 yıl boyunca hep telefonla, emaille görüşmek. Hiç gerçekçi değildi. Zaten neden okuyordu ki kitabı. Güleç yüzlü adam da öküzdü. Kitaptaki adam da öküzdü. Bütün adamlar öküzdü.

Devam Edecek... __________________________ Devam Etti...

22 Mart 2009

TAZELENMEK

Kalakaldım ekranımın karşısında... Aslında Örselenmek serisine devam edecektim. Bu gece planladığım üzere şarabımı açmış, keyifle yudumluyordum. Aklıma üşüştü kelimeler, hikayenin devamını yazmak an'ıydı an. Ama öyle olmdı. Laptop'u açtım. Sevdiğim bir blogger yeni bir post girmiş, ona göz attım. Cassandra Wilson - Fragile söylüyor bir Sting bestesi aslında. Nasıl yumuşacık bir ses. Keyfime diyecek yok. Uzaktaki bir adamı düşünüyorum. O da bu gece şarabını yudumluyor mudur ki diye... Neyi dinliyordur acaba...

O anda dikkatimi bir blog çekiyor. Onun da bir dünyası olduğundan, merak ediyorum. Bayılıyorum böyle tek tıkla varılan dünyalara. Ne süprizler bekliyor insanı, ne güzel duygularla karşılıyorlar insanı bloggerlar. Bazılarıyla üzülüyor, bazılarıyla kahkaha atıyorsunuz, bazılarıyla düşünüyor, sevdalanıyor hatta zaman geliyor dost oluyorsunuz.

Bu blog ise beni kaçtığım, arkama dönüp bir daha bakmak istemediğim zaman dilimine taşıdı. Ama okudukça kaçtığım şeyden aldığım keyfi fark ettim. Aslında bütün sıkıntı ve üzüntülerine rağmen, sevdiğim anlar olduğunu, hatta bazılarını içten içe özlediğimi. Tanıdık sokaklar gördüm ve tanıdık yüzler. Sevdiğim mekanlarda dolaştım bir süre, böcek yedim doyasıya ve gülümsedim. Evet, gülümsedim. Bir gün o zaman dilimine gidip de, hatırlayınca gülümseyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama evet gülümsedim.

Francis Bacon'ın şu satırları hatrıma geldi. Döküldü diliimden.

Güzel anıları saklamanın en iyi yolu, onları yenileri ile tazelemektir.

Galiba geçen onca zamanda olan buydu. Yepyeni bir yaşamda, yeni bir aşkla tazelenmek gülümsetiyormuş insanı...

21 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 3


ÖNCESİ... Pazartesinin yorgunluğu ile döndü eve. Üzerini değişti. İçi rahat etmedi. Duşa girdi. Ilık bir duş yorgunluğunu alırdı. Ne yiyeceğim diye düşündü. Buzdolabına baktı. Buzluğu açtı. Gene mi şarap gecesi yapsam dedi. Şarap dolabını açtı. Şirince’den aldığı şaraplardan birini mi denesem dedi. Kararsız kaldı. Buzdolabına yöneldi. Saç havlusu yere düştü. Islak saçları omuzlarına değdi. Ürperdi. Havluyu yerden aldı. Buzluğu tekrar açtı. Patatesleri gördü, fırınlasam dedi. Aklına yattı. Mikrodalganın fanlı kısmını ayarladı. Isınınca patatesleri fırına verdi. Şarap içmeye karar verdi. Şarap dolabına yöneldi. Eli her zaman ki gibi shiraza gitti. Şirince şaraplarındaydı aklı. Biraz soğutsa, şömine karşısında dömi sek bir şarap içse bu gece daha güzel gelecekti. Ama kararını ahududulu şaraptan yana kullandı. 1-2 derece daha soğuması için dolaba koydu. Fırındaki patatesler olmak üzereydi. Mozarella peyniri koydu üstlerine. 2-3 dakika yetecekti erimelerine. Şarabı da soğurdu bu arada. Kadehlerin olduğu dolabı açtı. Kadehlerine baktı. Neden müzik yok ki dedi. R & B albümlerinden karışık olan bir tane seçti. Müziğin ritminde salınarak mutfağa geri gitti. Fırının uyarı sesi ile patateslerine baktı, tam sevdiği gibi olmuştu. Şarabına baktı, evet o da tam istediği soğukluğa ulaşmıştı. Kadeh dolabını açtı. Önce beyaz şarap kadehini aldı, şampanya kadehleri daha hoş gözüktü bu gece için gözüne. Uzandı bir üst raftan pembe uzun ayaklı şampanya kadehini seçti. Ahududulu bir şarap için uygun dedi. Hazırdı geceye. Şömine karşısındaki sallanan koltuğuna oturdu. Kadehini ve kitabını aldı eline. Müziği değiştirmeye karar verdi. The Best Smooth Jazz albümünü buldu. Daha uygun gecenin devamı için dedi.

Koltukta salınırken, telefonu çaldı. Açmak istemedi önce... Ayıp olur dedi. Güleç yüzlü adam arıyordu. Şaşırdı görünce.

- Dün akşam aklımdan geçtin. Hayırdır.
- Yarın oralardaysan sana uğrayacağım. Akşam da bir yemek yeriz. Ne dersin.
- Programım yoğun demek isterdim ama tanırsın ki sen beni. Uygunum tabi. Harika olur.
- O zaman 8 gibi alırım seni.
- Nereye gideriz...
- İlla bilmek istersin.
- Uygun giyinmek isterim...
- Sen ne giysen uygun olur.
- Tamam. Görüşürüz yarın akşam.

Kapattı telefonu. Yüzündeki anlamsız gülümsemeyi sevmemişti ama uzun süre silemedi ifadeyi. Peggy Lee - As time goes by çalıyordu. Duruma ne kadar uygun dedi. Mırıldandı şarkıyı. Sallandı bir yandan ve bir yudum aldı şarabından. Şarap gibi gelmezdi meyveli beyaz şaraplar ona. Belki de şampanya kadehini tercih etmek bu sebeptendi diye düşündü. Ucu kırmızı püsküllü kitap ayracının olduğu yeri açtı. Kaldığı son bölümdeki bir kaç satırı bir kez daha okudu.

Kendini nasıl da kapıp koy vermişti bu adama. Nasıl aldanmıştı onca deneyimine rağmen. iyi ki dedi, iyi ki izin vermişim kendime. Kapattı ışığı. Uyuyamadı bir süre...

Sabah uyandığında güneş aralık perdenin arasından yüzüne gülümsüyordu. Ne şanslıyım dedi. Kahvaltı için hazırlandı. Üzerine ince bir mont aldı. Kahvaltıda, portakal suyu ve sarısı pişmemiş bir yumurta ile kızarmış ekmek istedi. Yumurta tam istediği gibi geldi. Beyaz masa örtüleri, küçük kavuniçi vazolardeki sarı krizentemler ile dekore edilmişti. Yumurta beyaz kare bir tabakta gelmişti ve portakal suyu uzun ince bir bardakta, kenarında bir dilim portakal ve nane ile servis edilmişti. Güne güzel başlamak böyle bir şey dedi içinden. Garson tekrar masaya yöneldi. Gazete isteyip istemediğini sordu. Gazetesi kahvaltısı bitmeden gelmişti. Garson gazeteyi uzatırken, bir isteği daha olup olmadığını sordu. Gülümseyerek uzaklaştı. Otel küçük butik bir oteldi ve kalabalık değildi. Sabah deniz otobüsü yaklaşmak üzereydi. Dalgaların köpüklerinde kaybolmak istedi. Gazetesini okumaya devam etti.

Odasına çıkarken, resepsiyondaki bakımlı genç kız, gecesinin nasıl geçtiği sordu. Adıyla hitap etmiş olması çok hoşuna gitti. O da kıza adıyla hitap ederek, çok rahat uyuduğunu belitti. Yüzü gülümsüyordu. Kusursuz bir mutlulukla çevrelenmiş gibiysi. Adaya gelmeyeli ne çok olmuş, unutmuşum bu kadar keyfi verdiğini dedi. Çantasını ve kitabını alarak limandaki çay bahçelerine gitmeye karar verdi. Bir fayton istedi. Faytonu beklerken, dünkü karşılaşmaları aklına geldi. Ya bir kez daha karşılaşıksak diye aklından geçirdi. Fayton hareket etmek üzereydi ki, kara bir kedi koşarak önlerinden geçti.

Limana geldiğinde, kararsız kaldı. Sola yöneldi. Böylece dedi, deniz otobüslerinin köpüklerini görebilirim. Bir çay söyledi çok açık olsun dedi. Kırmızı püsküllü ayracı ile kitabında kaldığı sayfayı okumaya başladı.

Kadın şaşırdı bu benzerliğe. Ayracının püskülüne baktı. Şarabından bir yudum daha aldı. Müziğe kulak kabarttı. Şömineden gelen odun çıtırtısı ve kıvılcımlara takıldı. Adamı düşündü. Yüzündeki anlamsız ifadeyi bir kez daha yakaladı. Yarın olsa dedi. Sabırsızlandı. Saatine baktı. Saçlarına dokundu. Hala nemliydi. Sağa sola savurdu. Patatesler tam istediği gibi olmuştu. Bir iki dilim patates attı ağzına. Bir yudum daha aldı şarabından. Dün akşam okuduğu satırlar geldi aklına. Bu yazar da kara kedi ile bozmuş dedi. Neyse bu seferki sanki biraz daha iyimser bir kara kediydi. Dün geceki satırlardaki kedi neden kötümserdi diye düşündü. Sadece o satırı okumuştu. Kendi yüklediği anlamdan ötürü, kara kedinin bir soruna işaret ettiğini düşündüğünü fark etti. Gülümsedi yazara... Anlam yükleme üzerine güzel hikayeler bekliyordu kendisini. Hoşuna gitmişti bu durum. Döndü tekrar öyküde kaldığı yere. Başladı dikkatlice okumaya.


Devam Edecek... ____________________________ Devam Etti...


ÖRSELENMEK - İLK - 2


Notre Dame de Paris - Belle


ÖNCESİ... Bir yudum aldı şarabından, içini ısttı karlı gecede. Öğrenmişti kendi kendine yetmeyi uzun bir zaman önce. Elindeki kitapla bir oyun oynamaya karar verdi: Fal bakmak kendine. Kırksekiz saattir çıkmamıştı evden 48. sayfa olsun dedi. Yaklaşık üçüncü kadehini içiyordu. 3. satır olsun dedi.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Bu da ne demekti şimdi... Her fal baktığında, anlam yüklerdi okuduğu satırlara. Tamam soğumuştu yüreği bir süredir. Ama bu kendi tercihiydi. Kendi ile yetinmeyi öğrenme sürecinin ilk adımı, soğutmaktı yüreği. Kara kedi de nereden çıktı dedi. Kasaba iyi değil miydi yoksa, uyarıydı mutlaka kadına. Kitabın yazarı okuyucuya kadınla ilgili ya da umutlarıyla ilgili bir şansızlık olacağının ilk sinyalini veriyordu da, bu falda ki bu cümle kendisine nasıl bir sinyal veriyordu, onu bulması gerekliydi. Eğer kendi ile olma durumunu yeni bir kasaba olarak yorumlarsa bu durumda hala birilerinin hayatına girmesi ile ilgili bir umut taşıyordu ki bu kendi ile olma durumuna ters düşüyordu. Düşünmeye başladığındaki ilk cümlenin ucunu kaçırdı. Dönüp kitapdaki 3. satırı bir kere daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Tamamdı işte. Her ilişki denemesinde, yürümeyen her noktada ona dönüyordu kadın, Ali'ye ağlarken Veli'ye ağlar buluyordu kendini. En son yaşadığı ilişkisinde de sevgilisi, sen onu unut sonra beni bul deyip gitmemiş miydi? O gecenin sabahında karar vermemiş miydi, kendine yetmeyi becermek zorunda olduğunu. Bu durumda kendine yetme kasabayla örtüşmüyordu. Geldiği kasaba... Geldiğim kasaba... Kasaba... Kaba saba... Yok yok... Aklına söz geçirdi, saçma sapan kelime oyunları oynamayacaktı. Anlamın peşine düşmüştü. Tesadüflere inanmazdı. Bu satır karşısına çıktığsa mutlaka bir anlamı vardı. Başa döndü. Satırı bir kez daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Aşk yolu aramak dedi. Ben vazgeçtim sanıyorum da vazgeçmiyor muyum aslında. Kasaba dediği kendi ile baş başa kalma durumuysa ve gene de ve yine de bir aşk yolu arıyorsa ve önünden geçen kara kedilerin şanssızlıklara gebe olduğunu fark etmiyorsa.... Bir dakika ya... Kara kedi ne demekti ki bir kere... Kara kedi... Kara... Kedi... Nankör... Adam... Kara nankör adam... Karşıma çıkan kara nankör adam olacak. Ama ben o kadar kendime dönük olacağım ki, aşk yolunu buldum sanıp atacağım ilk adımı. Evet evet, satır bunu söylüyordu.

Karşına çıkana dikkat et. Nankör bir adam olacak. Yeni bir yol zannettiğin şey aslında hep bildiğin hikayelere çıkacak. Bir yudum daha aldı şarabından. Kar iyice hızlanmıştı, tipiye çevirecekti. Şömineye bir odun daha attı. Çıtırtılarını dinlemeyi severdi. Cd çaların tuşuna bastı. Bir fal da orada bakmak lazımdı. Eğer dedi kitap yanılıyorsa karşıma çıkacak adam konusunda, bu parça benim en sevdiklerimden biri olur...

Ve başladı müzik: Notre Dame De Paris...Belle
Ve kitap yanıldı o gece...

Devam edecek... _______________________________ Devam etti...

20 Mart 2009

NEFES ALMAK YAŞAMAK MI?



Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyordu. Sözler sadece söyleniyordu da havada kayboluyor sanılıyordu. Oysa her bir söz, sahibini buluyor ve söz sahibinin kulağına kazınıyordu. Sözü söyleyen unutsa da, kulak, sözü unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse merak ettiğinin peşine düşmüyordu. Merak ettim deniyordu da sanki o merak havada kayboluyordu. Oysa her bir merak ettim, merak edileni buluyordu ve merak edilenin aklına kazınıyordu. Merak eden unutsa da, akıl, merak ettim diyeni unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse kırdıklarını anımsamıyordu. Kırdım kusura bakma deniyordu da sanki kusurlar havada kayboluyordu. Oysa her bir kusura bakma, kusur edileni buluyordu ve kırılanın yüreğine kazınıyordu. Kusura bakma diyen unutsa da, kırılan yürek, kıranı unutamıyordu.

Derken günlerden bir gün; sözler veren, merak ettim diyen ve kıran adam çıkmaya karar verdi kendi içinde bir yolculuğa... Dolanırken kendi hikayesinin zorlu sokaklarında, her her köşe başında bir iz buldu geride bıraktıklarından. Kalbi dayanmadı karşılaştıklarına. İzleri topladı bir avucuna. Ekledi birbirine. Puzzle'ın bir parçası eksik kaldı. Bakındı etrafına bir çiçek gördü yüreğinin dibinde, çevresindeki toprağı kazıdı bir iyice, çiçeğin köklerine gelince, çürümüş insanlığı ile karşılaştı. Bulmuştu puzzle'ın bir parçasını daha ama çok geç kalmıştı. Çiçek güzel gözüküyordu da, yaşayamazdı kökleri olmadan uzun bir süre.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da kimse farkına varmıyordu, verdiği sözleri tutmamak, merak ediyorum deyip dönüp bakmamak, bir yüreği kırmak, içten içe çürütmek demekti insanlığını ve insanlığını kaybet ölüme dönmekti yüzünü aslında.
Hayat kendi döngüsünde dönerken, yaşam devam ediyordu kimilerine göre, sahi nefes almak için insanlığın lüzumu yoktu dimi? Nefes almak yaşamak sayılır mı düşünmek gerek ama insan olmak için düşünmenin lüzumu yoktu dimi?

______________________________________________
- Ararım demiştin?
- Valla hiç kimseyi arayamadım bugün...
Hiç kimseye davrandığın gibi davranıyorsan bir insana, o insanın senin için özel olduğunu iddia edebilir misin bir düşün...
_______________________________________________