02 Şubat 2010

AKLINA GELMEYEN









En acısı neydi biliyor musun? Kal bile demedi...
Belki git diyememiştir, hiç düşündün mü?


Bir sohbetin ortaya yerindeyiz, nasılsın diye soruyor, iyiyim diyorum; galiba...
Ne oldu ki diyor, anlatıyorum olanı biteni, yüreğime değenleri...
Ben uzun bir sessizlikten sonra, sorumu soruyorum o beni başka bir soru ile yanıtlıyor.
Ayrılıyoruz caddenin duraklarından birinde, o karşıya geçip kendi yönünce ilerliyor.
Ben kalalalıyorum.
Hiç aklıma gelmeyenle başbaşa, yürüyorum.
Yol uzun, söylenen çok.
Tüm söylenenler içinde, ben daha çok bir iddaaya takılıyorum.
Sana söyleyeceğim ve son olacak...
Kendimi düşünüyorum da, hiç büyük iddaalarım olmadı benim.
Sadece sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...
Oysa sen öyle miydin; sen sonsun, senden sonra gözüm görmez, kulağım işitmez, yaşamak bile boş ve anlamsız derdin. Bilirdim, son olmadığımı, gözünün benden sonra da göreceğini ve yaşayacağını dolu dolu. Öyle de oldu, ben daha yaralarımı saramadan, evleneceğin haberi geldi, hemen akabinde bir çocuğunun olduğu.
Ben senin gibi iddaalarla sevemedim seni.
Ama sevdim, çok sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...

___________________________________________
Fotoğraf / Neslihan Öncel

01 Şubat 2010

ZAMAN GEÇERKEN DENİZ BİN DEFA TAŞAR

Yolculuk nasıl geçti diyorum, önce iyi diyor, sonra bana Bay E'den bahsediyor... Uzun uzun dalıyor gözleri... 15 yıllık evliliğin ardından 24 saat bile sürmeyecek bir ayrılığın içine sığdırılan 7 telefon konuşmasının yürek arasına sıkıştırılmış kelimelerini koyuyor masanın üstüne. Şeffatle dokunup her birine, ilk çıktıkları ağızdan nasıl çıktılarsa aynen öyle söyleyebilmek için çaba harcıyor, gözlerinde bir damla yaşa dur diyemiyor.  Bayan N, güzel kadın; ellesinde, kızıl saçları, 175cmlik boyu, ince ve biçimli bedeni ile bir çok erkeğin düşünü kurmaktan alıkoyamayacağı biri, hala... Ama o birinin düşü değil gerçeği olabilmek istiyor. Ne doktorlar, ne avukatlar istemiş hikayelerinin tek düzeliğinde yitip gitmiş koca bir hayat tek başına. O aşık olmak istiyor ve bir o kadar da sevilmek. O anlatırken düşünüyorum, aşık olmak ve sevmek, bir arada ne kadar zor bulunur iki hazinedir. Ve ayrı ayrıyken bile ne çok değerlidir.

Bir arkadaşımın, yıllar önce, aşık olduğu adamdan vazgeçip çok sevdiği adam ile evlenme hikayesi geliyor aklıma. Sürmezdi derkenki sesinin soğukluğunda bugün bile titrerim hatırladıkça. Aşk doğası gereği mi kısa, yoksa biz öyledir diye mi kısa kesiyoruz.

Oysa sevmek öyle mi, hiç sevmeyi kısacık zaman dilimlerine sığdıran birini tanıdınız mı, sevmek uzun solukludur; emeğin yoğun, beklentinin rafine hali midir sevmek gerçekten. Seven değer bilir demişti bir dostum, değer bilir... Değer nedir ki? Kimin değeri daha fazladır. Hayatımda olsun dediğinin mi, hayatımdaydı dediğinin mi yoksa hayatında hali hazırda var olanın mı? Hepsinin değeri farklıdır kuşkusuz ve her bir değer bir diğeri ile ölçülemez pahadadır ama hayat öyle midir? Yaşayıp giderken, bilir miyiz, bize değer verenin değerini... Yoksa herşey; geçmiş di'li zamanlara ait birer anı mıdır dost dertleşmelerinin o buram buram anason kokan masalarında?

Zaman akıp gidiyor, kahveler içiliyor, fallar bakılıyor. Bayan N, gözleri yaşlı, kendine ait olmayan ve olamayacak bir adamın yasını tutuyor. Bir cümlesi öyle içime işliyor ki, bana yüreğimi alıp kalkmak kalıyor:

İnsan en çok aşkı yaşayamadığına üzülüyor biliyor musun...
Sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu hiç bilememiş olduğuna...

Akşam eve dönerken, arabanın direksiyonunda dalıp gidiyorum kendi geçmişime. Anılar, anılara doğru yol alırken usul usul, bir Sezen şarkısı dolanıyor dilime ki; bazı albümleri kendi kişisel tarihimin en yaralı zamanına denk gelmiştir. Sezen şarkılarını kaç yol boyu dinledim, kaç gece bağır bağır söyledim hatırlamıyorum ama bugün o odadan ayrılırken; nasıl bir duygu olduğunu biliyor oluşuma (hali hazırda yaşadığım da düşünülürse) gülümediğimi biliyorum.

40lı yaşlarına merdiven dayamış bir kadın olarak yaşanmışlıklarıma selama duruyor ve bağıra bağıra  Sezen'e eşlik ediyorum:
 
Her ayrılık bir vurgun değmeyin yaşlarıma,
Benden selam söyleyin bütün aşklarıma...


Çiçeklerim dökülür her mevsim
Sonra yeniden açar
Ümidimin boynu bükülür
Sonra deniz bin defa taşar
Bin defa taşar









_________________________________________________
Fotoğraf  / Geometry of Wawes by ~ValentinaDorogan

ÇİVİ

Herşey zaten yeterince zordu, bir çiviye daha gerek yoktu.




Sen nerden bileceksin ki peteği ayılardan korumayı
Sen kaç bahar yaşadın ki dağların başında yıkık dökük bir külübede tek başına
                    Onlarca arı vızıltısıyla...

Geceleri soğuk olur dağın başı, üşürsün...
Sıcak toprakların düşünü de kursan, kurabilsen yani üşümekten vakit bulup
                 O bile ısıtmaz seni, bilmezsin...

Bir çivi çakarsın, bir çivi daha
                                      Yalnızlığına


Bir taşın ağırlığınca sallanır yürekte bir sızı
Ayı da olsa, canın yanar çiviler böğrüne battığında

Sen insansın, görevin de arının peteğinde bal yapmasını sağlamak
Bir çivi çakarsın, bir çivi daha
                                     Yalnızlığına

Oturup canını yaktığın ayılar için, için için ağlarsın.
                                                                     Kendini insan sanırsın.


_________________________________________________________________

31 Ocak 2010

AMA SİYAH

Sabah uyanınca fark ettim ki, gönderilmemiş mektuplara bir yenisi eklenmiş...
Dün gece uzun bir çile boyunca dillendirdiğim kelimelerden çıka çıka, gönderilmemiş ve gönderilmeyecek bir mektup daha çıkmış; kaldırıp koymak için,  kitaplığımın sırtını çoktan bana dönmüş klasörlerinden birini seçtim; o klasörün renginin siyahlığı hiç bu sabah ki gibi almamıştı gözümü. Siyah... Bazen ne çok sır saklar içinde...  

Kahvaltımı her zamanki yalnızlığımda tamamladıktan sonra, yeni bir kitaba başlamanın iyi olacağı düşüncesiyle koyuldum kitaplığın bulunduğu; çocukluk yatağımın kitaplığıma eşlik ettiği, küçük odaya... Masumiyetini bir heyecana kurban verdiğim yatağa şöyle bir baktım. Çocukluğumun saf anılarına, genç kızlığımın heyecanları karıştı. Oturdum bir köşesine, en son üzerinde uzanıp öpüşüşümü hatırladım. Gülümsedim yüreğime değen kedere... Oysa bir yağmura teslim etmesek bir gidişi, kimbilir o yatak o güne dair neleri anlatabilirdi. Elimle düzelttim yastıkları tek tek, özlemi duyulan bir tene dokunur gibi. O siyah klasör o anda takıldı gözüme. Ayağa kalmak ve o klasöre uzanmak arasında geçen zamanda biliyorum, çok iyi biliyorum ki biri beni, oraya doğru itti. Yoksa neden durup dururken bir insan sırlarına elini uzatır ki... Siyah klasördeki; özenle dörde katlanmış kağıdın üzerine dolma kalemle yazılmış kelimeler... Bana ait gibiler... Ya değilse, ya ondan gelen okunmamış bir mektupsa... Diyelim ki o mektuplardan biri, o kelimeler değil miydi acıtan ve o kelimeler değil miydi ağlatan. Bırak, bırak meraklarını geride. Saklasın siyah klasör geçmişi bir sır gibi... Bile bile hüzne davet o klasör, kanma... Seni çağırışına aldanma. İnsan bazen bile bile atar ya kendini ateşe.. Bile bile yanar ya, cayır cayır... Bile bile bekler ya küle dönüşünü...

Sonra.. Sonrası anka kuşu misali... Kaç sonrası olur ki bir insanın. Hani kedi desen, o bile dokuz can... Ya ben, kaç canım kaldı geriye... Kaç kez daha dört ayak üstüne düşer ki bu yürek... Kaç kez daha söylesene...

Kendimle konuştuğumu duyan komşular delirdiğimi düşünür mü?
Ne gam... Düşünürse düşünsün, hem kim akıllı kaldı ki... Alt komşumuz Ayşe Teyze, oğlu kazanamadı diye üniversiteyi üçüncü yılında; kanser oldu, 3 ay yaşadı yaşamadı bir sabah oğlunun ellerinde öldü. 15'inde babasını kaybeden Memet, 25'inde anasını da kaybedince, camlara A3 kağıtlarda yazılar asmadı mı aylarca; CESARETİN VARSA BENİ DE AL YANINA diye...

Ya karşı apartmanda oturan Leyla'nın çatlak kıza ne demeli, neymiş dizilere oyuncu olacakmış, anası zor topladı onun bunun koynundan namı diğer Suzan'ı... Suzan anasından almak için hırsını, bağırdı camlardan, kapıya kamyonla adam dizecem diye, dediğini de haftasına varmadan yaptı; bastı ilanı gazeteye; ADAM ARANIYOR; YATILACAK... Hahaha... Bir pazar günü bir baktık, gazeteyi kapan bizim mahallede... Peki ya adamlara ne demeli... Polis zoruyla kovala kovala bitmediler, tükenmediler o pazar...

Ya Tarık, ah Tarık daha 20'sinde bile değildi. Bir kıza sevdalandı. Ama ne sevdalanmak. Mahallede sevdasını yazmadığı duvar kalmadıydı. Kızı istemeye gittiklerinde, benim sana verecek kızım yok diyen babasına sadece öldürüm kendimi demişti. Sözünde de durdu. Nasıl güneşli bir sabahtı, nasıl keyifli insanlar, ertesin gün heyecanla beklenen Hıderelleze hazırlıkta çocuklar... Bir çığlık koptu ki... Değil bizim mahalle, yan mahalleden bile koşup gelen oldu. Tarık, çocukluğumuzun geçtiği köprüden atıvermişti kendini... Ardında kısacık bir soru: ACI NEDİR BİLİR MİSİNİZ? ve cevapla: KAVUŞAMAMAK...

Ne yani, bunca acıya, bunca kedere, bunca aklını yitirmişliğe bir televizyon ekranından değil de bir pencere camından tanık olan komşular benim kendi kendime konuşmama mı şaşıracak.

Siyah... Daha az önce gün ışığı penceremdeydi. Ne vakit gece oldu, ne vakit karardı dışarısı... Siyah... Ne çok sır saklı içinde... Siyah... Ben kendi kendime konuşurken, sen ne vakit avucuma değdin, ne vakit döktün içindekileri, ne vakit yüreğime dokundurdun kederini... Siyah...

Bir gece vakti olmasa, hani, günün gürültüsü içinde kaybolsa çığlıklarım, bağıra bağıra sokaklarda dolaşırım. Ama gece, ama siyah, ama sakin, ama sessiz... Susarım.

HEVENU SHALOM ALECHEM (*)

Tam on sayfaydı. Her yıla bir sayfa gibi...
Aylar sonra bir mailin eki olarak gönderilmişti.
Heyecanlanmadım, şaşırmadım desem yalan olur.
Konusu yoktu, sadece eki vardı. Ekin adı: Kadınım

Kadınım diye başlıyordu ilk satır, kadınım...
Kadınım ben sana nasıl olurda az sonra söyleyeceklerimi hiç söylemedim diye devam ediyordu. Heyecanlanmadım, şaşırmadım desem yalan olur. Gözlerim daha ilk satırda dolmadı, ağlamaklı olmadım desem yalan olur. Yutkundum. Ellerimin titremesine engel olmaya çalışarak... İkinci satıra saniyeler sonra geçtim. İlk satırı o saniyelerce kaç defa okudum bilmiyorum. Duvara çarpan bir kadınım vardı biliyordum.

Öyle kolay olmadı mektubu bitirmek, dedim ya defalarca dönüp okudum bazı satırları ve bazı bölümleri dahada fazla... İlk bölüm benim ona vakti zamanında yazdığım, onu ilk gördüğümde aklımdan geçenleri resmeden mektubumdan aklında kalanlardı. Kendi anıları, kendi düşünceleri gibi aktarıyordu. Şaşırmıştım. Beni ne kadar sevdiğini, benim ne kadar muhteşem olduğumu, hayatta beni istese gene de bir kaç özelliğimi yazmayı unutacağını anlatan satırlarda çokça düşündüm. Ona olan sevgimi anlattığı satırlarda bolca ağladım.

Mektubu, 2-3 gün sonra bir kez daha okudum. Bu sefer hiç ağlamadan, dönüp tekrar tekrar okumadan. Kadınım diye başlayıp, Aşkım diye bitirdim; bir solukta... Bir nefeste, tek bir damla yaşla.

Sonrasında üzerine çok düşündüm, her bir kelimenin, söylenenin, söylenmeyenin, konuşulanın, konuşulmayanın... Sahi neydi ilişkilerde susmayı gerektiren, neydi yaşarken yapmaktan ala koyan, neydi şimdi bir fırsatım daha olsaydılar. Gidene mektup yazmadım, yani şahsına... Ama gidenin ardından çok yazdım. Okudu mu okumadı mı bilmem. Ben içimdekileri yazdım, içimden taşanları. Çünkü, bir ilişki içerisinde, söylenebilecek herşeyi söylediğimi biliyordum. Söylerim yani... Sevdiysem sevdim derim, kızdıysam kızdım. Kırıldıysam kırıldım. Sözlerimin dikkate alındığı da oldu, sözümün değersiz bilinip hiç üzerinde durulmadığı da... Bazen bir ricam ültimatom olarak adledildi, bazen geleceğe dair bir öngörüm tehdit olarak algılandı. Bazen de ben bana söyleneni, söz sandım...

Kendi payıma, ben harikayım edebiyatı yapmadığımı biliyorum, kendi hatalarımdan farkına vardıklarımı değiştirmek için çaba harcadığımı da... Farkına varmadıklarım söylenseydi, anlatılsaydı, onlar içinde çaba harcardım. Sonucu etkilerdi veya etkilemezdi, bilemem. Ne de olsa, yaşadıklarımız geçmişi yazıyor. Yaşamak istediklerimizse hep bir düş olup yüreğimizde dantel dantel işleniyor. Bir sonraki sefere onları gerçeğe dönüştürmek umuduyla, çıkarıp koyuyoruz masaya... Görülüyor veya görülmüyor...

'Düştüm senin için, dizlerim değil yüreğim kanadı...' Nerede okumuştum bu sözleri hatırlamıyorum. Bana ait değildiler, ama beni tanımlıyorlardı. Mektubu ilerleyen tarihlerde defalarca okudum. Çalan bir şarkıda onun sesi gelirdi kulağıma, esen bir rüzgarda nefesi... Alıp elime, okurdum mektubu baştan sona. Kah ağlardım, kah düşünür, kah iç geçirip hülyalara dalardım. Çokça elimde mektup, köşe koltuğumda uyuyakaldığım geceler olmuştur. Çokça elimde mektup gözü yaşlı, peki neden ben severken o severken ayrı düştük ki diye kapı kapı dolaşıp sorduğum olmuştur. Aldığım cevapları kendime sakladım. Çoğu ondan yana, olumsuz, iyi ki bittilerle dolu cümlelerdi çünkü. Sevmek ölesiye halinden sıyrılamadığımdan, kendimce onu olumsuzluklardan koruyordum. Kendime gelen oklara cesur bir amazon kadını gibi cevap veriyor, tek derdim iyi bir aşk savaşcısı olmak olduğundan uğrunda sol mememi kesip atıyordum. Karşılığındaysa elimde keşke bir fırsatım olsaydı yazan bir mektup alıyordum; bir fırsatın vardı bile diyemeyeceğim kadar uzaklara gidenden...

Neye yaradı demeyin, yaşadım. Bilir misiniz ne değerlidir yaşamak. Bir dostun da dediği gibi; 'Hem bir ömrün kaç keresinde aşktır ki yaşanan'. Bir aşkın yüreğinizde ettiği yer, sonrasındaki kabuslar, acılar, dışa attıklarınız, içinizde sakladıklarınız, ne değerlidir bilir misiniz.  Ben bilirim. Ve ne olursa olsun, hep iyi ki yaşadım derim. İyi ki...

Ve yıllar sonra;  eğer şanslıysanız, aşk ikinci kez çalar kapınızı...

Aşksa olur demiştim bir keresinde... Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin... Sen farkında değilsindir ama aşk yola çıkmış geliyordur, evde yokum diyemezsin...
Yaşarsın sadece...
Aşk... mı?
İtirazım yok, olursa olur...
Olmazsa...?
Şu kısacık ömre sığan anlardan bir senaryo yazarım kendime...
Filmi çeken bir yönetmen bulunur elbet, senaryo sağlam çünkü... Oyuncular tapılası...
Böyle bir senaryonun, durağan ama devingen bir kamera ile anları kaydetmek üzerine kurgusu, anların izleyeciye geçmesi için yetecek ve artacak bile...
İzleyiciye geçen duyguyu tahmin edebiliyorum. Yer yer abartmışlar diyecekler...
Bu kadarı da olmaz... Ama oldu... Olur yani... Aşk gibi...
Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin...
Yaşarsın sadece...
İzleyici, filmin kapanış jeneriğinde, yaz ortasında yağan yağmuru, üstelik tam da adam şehri terk etmek üzereyken, abartılı bulmazsa ne olayım ama yağdı işte...
                 Ama ne yağmak...



_________________________________________________________________
(*) İbranice: “Esenlik sizinle olsun".
Bu sabah hüzünlü bir tını dile dudaklarımdaydın...