04 Ağustos 2010

Unut(ma)maktır Aşk

Forget Me Not




Söylesene bana; hangi düş gerçek gibi,
hangi gerçek düş gibi yaşanır aşktan başka.

Hangi duygu çıplak, savunmasız ve hesapsız bırakır
öncesi ve sonrasında.

Aşka inananların gerçekleri düş gibidir,
düşleri imkansız gerçeklere gebe.

Ki o aşk;
harfleri, kelimeleri, cümleleri kaybettirir adama,
unutursun,
hatta unuttuğunu bile unutursun zamanla.

Ta ki, bir an çıkana kadar karşına...
Çıkmaz deme, çıkar, mutlaka! 

Aşkın içinde her duygudan, her andan bir doz vardır,
ve bütün bu dozların toplamınca,
unut(ma)maktır aşk...






03 Ağustos 2010

Karmaşık, Çapraşık, Düzensiz, Eğri


Sabah ezanı okunduğunda,  son kadeh de yerini aldı masada.
Rakıya buz kalmadıydı... Geceye uyku o anda.

Sımsıcak ayın gölgesinde,
Yumuşak bir rüzgar; sarının soğukluğunda; esti, geçti.
Koyu turuncu havada,
 ağırlığınca asılı koca lacivert bulutların gölgesinde
akılda kalacak, bir öpüştü; biraz nemli.

Yağmur yağsa yeşil mesela, şu saatten sonra ne yazar,
kalem hüzünden başka, diye düşündü kadın.

Bulutun ardına saklanmış güneş, ay henüz çekilmemiş kuytusuna,
garip bir düello öncesinde güneş ve ay.
Kırmızı bir sevda dönüp ardını kıyılara, uzaklaşıyorken, ağır, aksak;
yürekte bir iz bıraktı: damla damla .
Güneş de ay da kalakaldı kendi tenhalığında.
Sessizce terk etti biri diğerine göğü.
Saygıyla.

Kangren olurdu yaşam, sırası gelen sahnede yerini almasa.
Diğeri bırakmasa! 


Bir ayrılık en çok ne zaman can yakar bilir misin?
diye sordu adam; cevabı bakışlarında :

gece hasretle sabahına kavuştuğu o ilk anda,
ay ışığını kaybettiği, güneş kendini ifade edemediği o yarı aydınlığın ortasında.
Ay içinde saklanmış ne varsa, bir ipin ucundan tutar ve gelir gerisi,
çorabın sökülmesi gibi.
Güneş, yakar turuncu bir kibritle, ayın oltasında takılı kalan gerçeği.
Bir yangın çıkar yürekte, külün en gri tonunda
yağar an içine içine, ağlamak dersin sen buna.

Ne çok sevdim seni ben...  Hatırlar mısın?
Ne çok dedi adam, koyu kahverengi sesi
yankılandı bir baykuşun kanat seslerinde, çığlık çığlığa.

Yeniden çizip geçmeseydik yaralarımızın üstünden,
yeniden acıtmasaydık avuçlarımızdaki çıplak yürekleri
rakıya buz da bulunurdu, geceye uyku da, dedi kadın
belli belirsizdi adamın yüreğine değdiğinde sesi.
Bir kumrunun bakışına saklanmış hüznü, karşı çatıların üzerinden sessizce uçup geçti.









Farkındayım, ağır, aksak, damlayan bir yazı bu. Derdini anlatmaktan çok, kusan.... Sıralı değil sözleri, belki kelimelerin yeri bile yalan yanlış. Kafası karışmış bir çocuk gibi... Ağzından çıkanı duymayan bir yetişkin gibi... Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri...

Belki bir mektuptur aslında sana yazılan, bir vedanın kendini değişik kelimelerle resmedişidir, kimbilir: Bir tuvalde hiç görülmemiş bir renk, balta girmemiş ormanlarda tesadüfen keşfedilmiş yepyeni bir canlı, yüzyıllar öncesinden gelen toprakla kaplı bir sarnıç.

Okudukça için burkuluyorsa, duyguların karışıyorsa mesela, belki de amacına ulaşmış bir yazıdır bu.  Şiir ya da mektup olması neyi değiştirir ki...  Ne olduğu gibi görünüyor ki, ne olması gerektiği gibi oluyor söylesene.  Şekil midir, belirleyici...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, kafan giderek karışıyorsa, kafamın yansımasıdır belki de gördüklerin.  Netleşiyordur yani herşey, yansımada... İçim yansıyordur içine, hiç düşündün mü?

Çıplaklık, tensel midir? Ya tinsel çıplaklığımı sözlerinin önüne sermekse soyunmaktaki amacım; kelime kelime, hece hece, cümle cümle soyunup, çırılçıplak bırakmaksa inançsızlığımı aklının yargısında. Sevda inançta saklı tutar ya gizemini, hani karalığını bulur ya o gizemin derinlerinde... Yoksa sevdanın karalığını belirleyen karşılığındaki aklık mıdır? Kara bir sevdaya tutuşsa yürek, yangınında mı bulur anlamını, yoksa külünde mi? Bir yangının külünü yeniden yakıp geçecek kadar güçlü değilse anlar, yaşanan aşk mıdır? Bir soru nasıl da soruları doğuruyor kendi içimde, bir batında dokuz yavru doğuran dişi bir köpeğin sancıları kıvrandırıyor beni. Sere serpe bir doğum sancısı bu: kıvranıyorum, sürenerek yüreğimin içinde. Ölü bir doğumsa beklenen, yırtar göğü çığlıklarım, duyduğun vakit sakın korkma.

Yoksa aşk gibi gözüken bir düş müdür üzerine yazılan herşey. Çıplak bir aşkın gerçekliğiyse yürekleri yakan, içindeki olmazlarsa, dışındaki olurlara inat, savaşmaksa içindekilerle, çıkan yangını söndürmek yerine, körüklemekse ne varsa elde avuçta... Yoksa düş gibi gözüken bir aşk mıdır üzerine yazılan herşey. Kurulmuş bir düşün hayalciliğiyse yüreği yakan, kurgusundaki olurlarsa, gerçekliğindeki olmazlara inat, tutunmaksa ya olursalara inatla, yüzleşmek istemekse gerçekle, çıkan yangını söndürmekse aklın ilk sözünde...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, yüreğin giderek karışıyorsa, yüreğimin yansımasıdır belki de anladıkların. Netleşiyordur yani herşey, yansımada... Yüreğim yansıyordur yüreğine, hiç düşündün mü?

Bunlar da nereden çıktı şimdi deme, giderken bıraktığın; ağır, aksak, damlayan ve kül kokan kelimelerinden, ancak bunları yazabildi yüreğim, yangının ortasından çekip de çıkarttığım sevdanın üzerine, kustu belki de...  



28 Temmuz 2010

İki / 2

two coffees please









Özlemişim biliyor musun...



Akşam serinliği çıplak omuzlarıma vurduğunda, bir elimde elin, diğerinde şarabım seninle sohbet etmeyi... Çocukların geceye inat top sahasındaki neşeli kahkahalarına eşlik eden, iç çekmelerimi... Ayağımı uzatıp yarı çıplak bacaklarımı masanın uzun örtüsü ile örtmeyi... Sen; elin rahat durmadığında rüzgara bulup bahaneyi üşüdün mü diye sorarken bana, elinin tenimde gezinmesini... Özlemişim biliyor musun gece yatağa girdiğimde sol yanımda olmanı. Göğsünde uyumayı... Sarıp sarmalamanı... Gece yarısı yangınlarını... Sabah uyandırmak için dudağıma kondurduğun o şefkatli öpüşleri... Özlemişim kokunu içime çekerek kulağına fısıldamalarımı... Salaş bir barın o en kalabalığında gözlerin gözlerime değdiğinde aynı bedende atan tek bir yürek olmayı... Yüreğim yüreğine attığında fark ettim ki; özlemişim senli benli bir hayatı... İyi ki geldin...


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

27 Temmuz 2010

Zorlama / k



mimoza



Bir mimoza ağladı bu sabah
Sarıydı gözyaşı
Bir bulut geçti üstümüzden
Tek kanatlı mavi bir umuttu taşıdığı
Bir sardunyanın dalından koptu bir yaprak
Acı yeşildi, havaya değdi kokusu

Kader dedi bir ses...
Kaderi fazla zorlamamak gerek.
Bir kuş düş-tü, yeni doğmuş
kanadı kırıktı
gözyaşı sarı
acı yeşildi kokusu

maviydi gözleri
ileri baktı
çok ileri
titretti yürekleri
umuttu adı





26 Temmuz 2010

KESKİN VİRAJ


Gecenin sessizliğinden aldığı keyif; cama vuran ağaç dallarının çıkarttığı korkunç sesin, rüzgarın uğultusuna karışıp, korku filmlerinin sisli ve etrafın pek seçilemediği yarı karanlık ortamında, her an bir şey olacak ürpertisini besleyen müziğe dönüşmesi ile, yerini, endişeye bırakmıştı. Rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girip, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oluyordu.

Veya kadın, bütün bunları kendi iç dünyasında yaratıyor ve az sonra tamamlamayı umduğu senaryo öyküsü için gerekli olan imgesel anlatımı kafasında canlandırıyordu. Ne gerek varsa...

Terasa çıktı. Rüzgarın saçlarına ve sigarasının dumanına sırnaşmasından hoşnut olmasa da, bir kaç dakika nefes almaya ihtiyacı vardı. Odaya geri döndüğünde, masaya yaklaştı. Okuduğu bir yazar değildi, neden aklına onun sözleri geldi bilemedi. Nerede okumuş olacağının üzerinde bile durmadı. Önündeki onca karalama kağıdından, en az buruşmuş olanı aldı ve bir köşesine, aklında kalanı kadarıyla, sonrasında kendi bile okumakta zorlanacağı bir kargacık burgacıklıkla yazıverdi.

"Bir tılsımı olmalıdır hayatın, vazgeçilmez bir öfke gibi, zaptedilemeyen bir aşk arayışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazmak gibi, bir kadehi fırlatıp aynalara, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi... Sönen tısımlar başka tılsımları da söndürmeye dönüktür. Yanan tılsımlar başka tılsımları da parlatmaya..." (*)

Cam kenarında duran, geçmiş zaman anıları yüklü sallanan koltuğuna oturdu. Cama hızla yaklaşan dalın karartısında, eğiverdi başını koltuğa. Vuivvvvv... Yepyeni bir rüzgar, keskin bir virajı daha alıp, kayboldu salonun kapısından öte bir yerde, az sonra korkunç bir patlama sesi ve şangırtı duyuldu. Yerinden fırlayıp arka odaya yöneldiğinde, cam kırıklarını fark etti. Kapının şiddetle çarpmasından; tam ortasında, bir zerafetin temsili gibi duran cam, kırılmıştı. Cam kırıkları dedi... Can kırıkları çınladı yüreğinin duvarlarında. Sanki zamanıymış gibi aklının uçuşmasının, kanatlar takıp her bir düşe uçup uzaklara konmayı planlarken, kırılmış kanatlar taşımadı, düşüverdi bedeni cam kırıklarının üzerine. Kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun kafası halen, yazmakta olduğu senaryo hikayesindeydi. Neden kare kare, sanki bir senaryo yazıyormuş gibi sahneyi detaylandıracak tasvirlere ihtiyaç duyuyordu ki... Senaryonun derdini üç aşağı beş yukarı anlatacak, kahrolası düz bir metne ihtiyacı vardı. Öykünün kurgusu belliydi. Kahramanlar kafasındaydı. Sadece kahrolası düz bir metin yazacaktı. Ne gerek vardı, kana, cama, gereksiz detaylardı herbiri.

Kırık camları özenle topladı. Çalışma masasının lambasını koltuğun kenarından aldı, masanın üzerine koyup, kendine masada yeniden bir düzen oluşturdu. Yazdığı not kağıtlarını ortalığa saçıp, numaraları takip edecek bir düzen içinde bir kez daha yerleştirirken, gözü kırmızı renkle yazılmış bir başka detaya takıldı. 

Birşeyi korumuyorsan onu hak etmiyorsundur (**)

Koruyamadığı için mi hak etmemişti, yoksa hak etmediği için mi koruyamamıştı. Yüreğinin gitmelerine dur demesi gerekti. Oysa o, ne bileyim belki de, yazmak istemediğinden aslında, oyalanacak onca şeyin arasında, kendini en çok kaptırıp da zamanı tüketecek olana meylediyordu: Ona... Onun rüzgarına, o aşkın yarattığı girdaplara, can kırıklarına, en son giderken ardında bıraktığı kırık dökük kelimelere... Tamamlanamamış, ucu açık cümlelere... Yarım yamalak sevgiyle, şehvetin birbirine karıştığı dokunuşlara. Az önceki kırılmanın şiddeti ile kendine gelmesi gerekirken; rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına geldikleri,  stockholm sendromunun eteklerinde geziyordu adeta. Yoksa çoktan dibe varmıştı da, kendini tutsak ettiği aşkından sığrılamaz, onu yaşamla kendi arasında bir bağ, köprü olarak gördüğünü... Of ne saçmalıyordu, bir senaryo öyküsü yazmalıydı. Bunları düşünmenin, kendiyle hesaplaşmanın hiç de sırası değildi...

Kendi senaryosunu yazdığı için mi, öyküsünü yazamıyordu. Her bir detay, her bir viraj... Bir an durdu; pencereden dışarıyı seyreden kendini, dışarıdan bir üçüncü göz gibi seyretmeye başladı. Kendiyle hesaplaşan kendinin, kendini acıtmasını bir ritüel gibi kutsadığını fark etti. Aydınlanma... Ne saçmalıyordu. Kim kendini, kendi dışına çıkıp da seyredebilirdi ki... Kim kendini bu kadar net görüp de, kendiyle barışık olabilirdi ki... Kim kendinden bu kadar bağımsız kendini yaratıp da... Of... Sıkışıp kaldığı duvarları yıkmak, kendindeki suçlu benlerinin elini kolunu bağlamak, sonra bir bahane ile özgür bırakmak kendini... Evet, sanki yapmak istediği tam da buydu. Acımasız bir hesaplaşma.

Herkes, insan kusurudur sonunda; yapıcı, mantıklı ve eninde sonunda kendini mutlaka düze çıkaracak cümleyi kurar ve yüksek sesle kendine söylerdi ki; inandırıcı olabilsin ve özgür kalsın bütün benleri... Kendinin benlerinde kaybolmak ve çıkmak yeniden sonsuz maviye, bulutsu bir pürüssüzlüğün pamuk kıvamında kollarında uyanmak yeniden, bir sabah erkenden ve ışıldamak, sanki o benler hiç senin olmamış gibi... Ah! karanlık, ah! içimin derinlerinde, bir suçlu gibi mahkum sonsuz iyilik, suçun bile ispatlanamadı ki senin: gel beni kurtar kendimden, zaman varken.

Pencereden uzaklaşırken, rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girdi, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oldu. Bu öyküde, mum kendisiydi, rüzgar onu ilk gördüğünde hissettikleri, kırmızı araba o, keskin viraj aşk! Öyküyü kurgulamak için ihtiyaç duyduğu her ayrıntı, iç sesiyle kavgası... Yazabildiği her kelime, dışa vurumu iyiliğinin... Kurabildiği her cümle, tam bir saçmalık, kendine inanmayı isteyen zavallı bir kaybedenin, son çırpınışları.

Pencere pervazı öyle bir sarsıldı ki, deprem olduğunu fark edemeyen kadın, elinde kalemi, yıkılan duvarlarının, kırılan yüreğinin altında ezilip kalan bedenine yapılan her müdahalede, biraz daha nefessiz kaldı. Kendi ölümünü hazırlayan, kendinin ölümcül beni, aşk, kendini rehin almıştı. Kadın bir aşk uğruna ölümü göze alan bir adamın hayatta kalma hikayesini anlatabilmeyi istemişti. Kendi kendini yiyip bitirmeseydi, güzel bir senaryo için güzel bir başlangıç yapabilecekti. Yıkıntılar arasında bulunan bedenindeki kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun yüreği  yaşayamadığı aşk hikayesinde atıyordu halen... Son nefeste, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi duyuldu ve karardı sahne. Salondaki herkes ayaktaydı.



Fotoğraf
(*) Çetin Altan
(**) 'Firefiles In The Garden' filminden