26 Temmuz 2010

KESKİN VİRAJ


Gecenin sessizliğinden aldığı keyif; cama vuran ağaç dallarının çıkarttığı korkunç sesin, rüzgarın uğultusuna karışıp, korku filmlerinin sisli ve etrafın pek seçilemediği yarı karanlık ortamında, her an bir şey olacak ürpertisini besleyen müziğe dönüşmesi ile, yerini, endişeye bırakmıştı. Rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girip, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oluyordu.

Veya kadın, bütün bunları kendi iç dünyasında yaratıyor ve az sonra tamamlamayı umduğu senaryo öyküsü için gerekli olan imgesel anlatımı kafasında canlandırıyordu. Ne gerek varsa...

Terasa çıktı. Rüzgarın saçlarına ve sigarasının dumanına sırnaşmasından hoşnut olmasa da, bir kaç dakika nefes almaya ihtiyacı vardı. Odaya geri döndüğünde, masaya yaklaştı. Okuduğu bir yazar değildi, neden aklına onun sözleri geldi bilemedi. Nerede okumuş olacağının üzerinde bile durmadı. Önündeki onca karalama kağıdından, en az buruşmuş olanı aldı ve bir köşesine, aklında kalanı kadarıyla, sonrasında kendi bile okumakta zorlanacağı bir kargacık burgacıklıkla yazıverdi.

"Bir tılsımı olmalıdır hayatın, vazgeçilmez bir öfke gibi, zaptedilemeyen bir aşk arayışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazmak gibi, bir kadehi fırlatıp aynalara, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi... Sönen tısımlar başka tılsımları da söndürmeye dönüktür. Yanan tılsımlar başka tılsımları da parlatmaya..." (*)

Cam kenarında duran, geçmiş zaman anıları yüklü sallanan koltuğuna oturdu. Cama hızla yaklaşan dalın karartısında, eğiverdi başını koltuğa. Vuivvvvv... Yepyeni bir rüzgar, keskin bir virajı daha alıp, kayboldu salonun kapısından öte bir yerde, az sonra korkunç bir patlama sesi ve şangırtı duyuldu. Yerinden fırlayıp arka odaya yöneldiğinde, cam kırıklarını fark etti. Kapının şiddetle çarpmasından; tam ortasında, bir zerafetin temsili gibi duran cam, kırılmıştı. Cam kırıkları dedi... Can kırıkları çınladı yüreğinin duvarlarında. Sanki zamanıymış gibi aklının uçuşmasının, kanatlar takıp her bir düşe uçup uzaklara konmayı planlarken, kırılmış kanatlar taşımadı, düşüverdi bedeni cam kırıklarının üzerine. Kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun kafası halen, yazmakta olduğu senaryo hikayesindeydi. Neden kare kare, sanki bir senaryo yazıyormuş gibi sahneyi detaylandıracak tasvirlere ihtiyaç duyuyordu ki... Senaryonun derdini üç aşağı beş yukarı anlatacak, kahrolası düz bir metne ihtiyacı vardı. Öykünün kurgusu belliydi. Kahramanlar kafasındaydı. Sadece kahrolası düz bir metin yazacaktı. Ne gerek vardı, kana, cama, gereksiz detaylardı herbiri.

Kırık camları özenle topladı. Çalışma masasının lambasını koltuğun kenarından aldı, masanın üzerine koyup, kendine masada yeniden bir düzen oluşturdu. Yazdığı not kağıtlarını ortalığa saçıp, numaraları takip edecek bir düzen içinde bir kez daha yerleştirirken, gözü kırmızı renkle yazılmış bir başka detaya takıldı. 

Birşeyi korumuyorsan onu hak etmiyorsundur (**)

Koruyamadığı için mi hak etmemişti, yoksa hak etmediği için mi koruyamamıştı. Yüreğinin gitmelerine dur demesi gerekti. Oysa o, ne bileyim belki de, yazmak istemediğinden aslında, oyalanacak onca şeyin arasında, kendini en çok kaptırıp da zamanı tüketecek olana meylediyordu: Ona... Onun rüzgarına, o aşkın yarattığı girdaplara, can kırıklarına, en son giderken ardında bıraktığı kırık dökük kelimelere... Tamamlanamamış, ucu açık cümlelere... Yarım yamalak sevgiyle, şehvetin birbirine karıştığı dokunuşlara. Az önceki kırılmanın şiddeti ile kendine gelmesi gerekirken; rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına geldikleri,  stockholm sendromunun eteklerinde geziyordu adeta. Yoksa çoktan dibe varmıştı da, kendini tutsak ettiği aşkından sığrılamaz, onu yaşamla kendi arasında bir bağ, köprü olarak gördüğünü... Of ne saçmalıyordu, bir senaryo öyküsü yazmalıydı. Bunları düşünmenin, kendiyle hesaplaşmanın hiç de sırası değildi...

Kendi senaryosunu yazdığı için mi, öyküsünü yazamıyordu. Her bir detay, her bir viraj... Bir an durdu; pencereden dışarıyı seyreden kendini, dışarıdan bir üçüncü göz gibi seyretmeye başladı. Kendiyle hesaplaşan kendinin, kendini acıtmasını bir ritüel gibi kutsadığını fark etti. Aydınlanma... Ne saçmalıyordu. Kim kendini, kendi dışına çıkıp da seyredebilirdi ki... Kim kendini bu kadar net görüp de, kendiyle barışık olabilirdi ki... Kim kendinden bu kadar bağımsız kendini yaratıp da... Of... Sıkışıp kaldığı duvarları yıkmak, kendindeki suçlu benlerinin elini kolunu bağlamak, sonra bir bahane ile özgür bırakmak kendini... Evet, sanki yapmak istediği tam da buydu. Acımasız bir hesaplaşma.

Herkes, insan kusurudur sonunda; yapıcı, mantıklı ve eninde sonunda kendini mutlaka düze çıkaracak cümleyi kurar ve yüksek sesle kendine söylerdi ki; inandırıcı olabilsin ve özgür kalsın bütün benleri... Kendinin benlerinde kaybolmak ve çıkmak yeniden sonsuz maviye, bulutsu bir pürüssüzlüğün pamuk kıvamında kollarında uyanmak yeniden, bir sabah erkenden ve ışıldamak, sanki o benler hiç senin olmamış gibi... Ah! karanlık, ah! içimin derinlerinde, bir suçlu gibi mahkum sonsuz iyilik, suçun bile ispatlanamadı ki senin: gel beni kurtar kendimden, zaman varken.

Pencereden uzaklaşırken, rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girdi, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oldu. Bu öyküde, mum kendisiydi, rüzgar onu ilk gördüğünde hissettikleri, kırmızı araba o, keskin viraj aşk! Öyküyü kurgulamak için ihtiyaç duyduğu her ayrıntı, iç sesiyle kavgası... Yazabildiği her kelime, dışa vurumu iyiliğinin... Kurabildiği her cümle, tam bir saçmalık, kendine inanmayı isteyen zavallı bir kaybedenin, son çırpınışları.

Pencere pervazı öyle bir sarsıldı ki, deprem olduğunu fark edemeyen kadın, elinde kalemi, yıkılan duvarlarının, kırılan yüreğinin altında ezilip kalan bedenine yapılan her müdahalede, biraz daha nefessiz kaldı. Kendi ölümünü hazırlayan, kendinin ölümcül beni, aşk, kendini rehin almıştı. Kadın bir aşk uğruna ölümü göze alan bir adamın hayatta kalma hikayesini anlatabilmeyi istemişti. Kendi kendini yiyip bitirmeseydi, güzel bir senaryo için güzel bir başlangıç yapabilecekti. Yıkıntılar arasında bulunan bedenindeki kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun yüreği  yaşayamadığı aşk hikayesinde atıyordu halen... Son nefeste, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi duyuldu ve karardı sahne. Salondaki herkes ayaktaydı.



Fotoğraf
(*) Çetin Altan
(**) 'Firefiles In The Garden' filminden



2 yorum:

  1. Başlangıç, gelişme sonuç...3 cümleyle de anlatılabilirdi belki de o zaman okuyucu ne mumun titreyen ışığını ne cam kırıklarınn acısını ne aşkın titreyişini ne keskin virajı farkedebilemezdi.En az kırışmış kağıtın yanında buruşturulup buruşturulup atılmış diğer kağıt öbeğini nasıl farkedecekti ki?Yaşatıyorsun sen, nefes var yazılarında.Ellerine sağlık sevgilerimle.

    YanıtlaSil
  2. kısa olamıyor benim cümlelerim tontinim... ilişkilerim gibi, bir soluk yetmiyor, bir kaç kere derin derin nefes alıp zamana yaymak gerekiyor illa ki, bilmem belki de bu nedenle uzun oluyordur anlatması; başlangıçı, gelişmeyi sonucu...
    nefesi hissetmen ve bir nefes verip de sesini iletmen ne güzel oluyor bir bilsen...
    sevgimle.

    YanıtlaSil

An'a kazınandır senden bana kalan...
ANLAMLIDIR...

Teşekkür ederim sımsıcak yürekten bir tebessümle...