12 Mayıs 2009

VELİM OLUR MUSUN?

Hep düşünmüşümdür iyilik mi ediyoruz kötülük mü diye... Hani kırmızı ışıkta dururlar da camı silerler ya... Bazılarımız ürküp kapıyı kitleriz, bazılarımız bozukluk sıkıştırırız ellerine... Mendil satarlar en çok, kalabalık yerlerde. İnsanların telaşla eve gitmelerine aldırmadan önlerine dikiliverirler hani. Bazılarımız görmezden gelir geçip gideriz, bazılarımız iki kuruş sıkıştırırırz ellerine... Lokantaların camlarına yapışırlar ellerinde sandıkları, siz yemeğinizi yerken içiniz sızlar hani. Bazılarımız sırtını döner, bazılarımız çıkışta bir ekmek tutuşturur ellerine...
Bir proje var VELİM OLUR MUSUN? diye...
İki kuruş sıkıştırmak çözüm değil diyenlerdenseniz bir bakın derim bu projeye...

11 Mayıs 2009

KEYİF ALMAK HAYAL KURMAK


Lena Horne çalıyordu: İçli içli yaşamak için bir şey söylüyordu- Something to live for. Kadın müziğin ritmine uygun bir ruh taşıdığını bildiğinden, ruh hali değişsin diye Mic Max, Como El Viento dinlemeye karar verdi. Karnı acıkmıştı ama evde hazır hiçbir şey yoktu. Müziğin ritmine uygun salınarak gitti mutfağa, üzerindeki ince askılı küçücük elbisesinin omuzdan düşmüş askısının yansımasını görünce mutfak camında, gülümsedi haline. Yemeğe başlamadan önce bir şarap açtı ve el yapımı üfleme saydam cam üzerine kırmızı dağınık şeritli yüksek ince ayaklı olanını seçerek şarabını biraz da yüksekten köpürterek kadehe koydu. Şarabını karafa koymadan içeceği zamanlarda hep böyle doldururdu kahedine... Buzdolabının kapağını açtı. Peynir, krema, kereviz yaprakları, karabiberli hindi füme ve bir paket tavuk bulyon vardı sadece ve bir kaç yumurta. Erzak dolabına yöneldi. Papardelle vardı bir paket ve bir de konserve mısır. Seçilmiş durum irmiğinden üretilmiş farklı bir tadı vardı papardellenin. Oldum olası gülerdi bu durum buğdayı, durum irmiği meselesine. Sarımsak var mı diye kontrol etti ve makarna yapmaya karar verdi.

Makarnası bittiğinde ikinci kadeh şarabı da bitmek üzereydi. Sevmişti bu Avusturalya Shirazını. Yemeği bittiğinde çalan, Willow Weep For Me'yi pek keyifle dinlerdi. Açtı sonuna kadar müziğin sesini ve elinde kadehi dans etti... Mumlarını yakmadığını fark etti, ikisi yerde ikisi sehpada duran 4 mumu yaktı önce. Sonra masanın üzerinde, bodrum dokuması peştemalinin üzerinde duran kırmızı tea lightı yaktı ve son olarak, pencerenin iç kısmında duran mumdanlığına portakal esansı damlatıp içindeki mumu da yaktı. Artık best smooth jazz dinleyip bir sigara yakma saati gelmişti. Üzerine polar bir şal aldı. Çıplak ayaklarına pufidik bir çorap giyip balkona çıktı. Akşamın ayazı vururken tenine adamı düşündü. İçi ürperdi, yanımda olsan dedi, karşılıklı şaraplarımızı içip ne güzel sohbet ederdik bu gece; dream a little dream of me üzerine...


__________________________________

Fotoğraf / draw of wine© Kruno Debenc

ÖLMEDEN ÖNCE DEĞİL HEMEN ŞİMDİ TEKRAR OKU MİM


Anneme gittim bugün çağdaş milli kütüphane kıvamındaki kitaplıklarının başında dolanıyordum, kitaplarına sulanma konusunda "alıp gidiyorsunuz kitaplarımı, sonra ben aranıp duruyorum" diye söylenmelerine gülümseyerek kitap seçeceğimi biliyordum ama bu sefer farklı oldu. Evde yer kalmadı, nereye koyacağım ben bunları diye söylenirken bulunca, hazine bulmuş korsan, oyuncak bulmuş çocuk, ciğer bulmuş kedi misali atladım olaya. Ben bir kaç kitap alayım gelmişken senden diye... Ve bir çanta dolusu yaklaşık 20 kitap ki bazılarını okumuştum, aldım geldim... Hangisinden başlasam diye düşünürken sevgili Kırmızı Günlük beni mimlemişti bir zaman önce "ölmeden önce okumak istediğim 10 kitap" ile ilgili... Ben mimi her zaman yaptığım gibi biraz değiştirdim ve hemen şimdi okumak istediğim kitaplar yaptım... Ve işe mimi yazmakla başladım. Kitaplar daha önce okunmuş olabilirler ki çoğu öyle ve bir ikisi zamanında okunamadığı için içimde kalanlardır. Herhangi bir sıralama yoktur... Yapılan açıklamalar ya ön sözden ya da kitap arkasından alınmış olacağından fikrimi beyan etmemektedir. Mimi kime mi paslayacağım; hımm aslında aklımda üç isim var biri Yalnızlık Okulu ki daha bir önceki kitap mimini bile yapmadı ve diğeri de Laparagas ki o da bir önceki mimi geri çevirerek özür diledi. Bir deneme daha yapmaya kalksam belki bu sefer başarılı olurum...Üçüncü kişi ise tahmin edeceğiniz üzere Şaşkın Kova, muhtemeldir "ben sana mimleme demedim" mi diye çemkirmesi ama olsun, denemeye değer... Dediğim gibi mimin aslında ölmeden önce okumak istedikleriniz ama benim gibi hemen şimdi diye de yapsanız olur. İçinizden nasıl gelirse yani ya da işinize nasıl gelirse...
Ve şimdi mim:
1. Hermann Hesse / Demian: Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yo ldenemesi, bir yol taslağıdır... Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz ama bir taslak olarak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak herbirimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.
2. Aslı Erdoğan / Kabuk Adam: Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırmalak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar yara açıldığındandır.
3. Franz Kafka / Aforizmalar: Doğru yol gergin bir ip boyunca gider; yükseğe değil dehemen yerin üzerine gerilmiştir bu ip. Üzerinde yürünmek için değil de, insanı çelmemek içindir sanki.
4. Toni Morrison / Sevgili: Bazı yalnızlıklar, sallıyarak uyutulabilir. Dizleri yurakı çekip kolları kavuşturarak bu hareketi, gemi salanışının tam aksine tekrarlaya tekrarlaya sallanabilir ve huzura kavuşabilirsin. Bu içten gelen bir şeydir - deri gibi sıkıca sarar seni - ama bazı yalnızlıklar dolaşıp durur. Sallayarak onu yerinde tutamazsın. Kendi başına canlıdır. İnsan kendi ayak sesleri uzaklardan geliyormuş gibi çevreye yayılır.
5. Emile Zola / thérese raquin: Hastalıklı kuzeniyle evlenmek zorunda kalan, yaşamının renksiz ve tekdüze akışına boyun eğmişken acımasızca bir tutkuya kapılarak gözü kapalı atıldığı serüvenin acı sonuçlarına da katlanan kadının öyküsü bu.
6. Oya Baydar / Kayıp Söz: Şiddet nerede başlar? laboratuvarda deney hayvanlarını keserken mi, savaşta ölürken mi? Çocuğuna kendi değerlerini dayatırken mi, insanın acısının fotoğrafını çekerken mi? Töreyi uygularken mi, sevişirken mi, yoksa yabancıyı ötekileştiriken mi?
7. Carlo Levi / İsa Bu Köye Uğramadı: Az sonra tren almış görütüyordu beni uzaklara. Romagna'nın dilim dilim topraklarından Piemonte'nn bağlarına geçtik. Önümüzdeki sürgün, savaş ve ölüm yılları o gün göklerde belli belirsiz bulutlar gibi çok uzaklarda görünüyordu.
8. Mustafa Balbay / Afrika'nın Uçlarında: geziye ilişkin en büyük hayallerimden biri, Afrika'nın dibinden doruğuna, doğusudnan batısına, deyim yerindeyse sürüne sürüne yolculuk etmek... En büyük fakirliğim zaman beni böyle bir zenginlikten yoksun bıraktı. Bunun yerine Afrika'nın üç ucunu seçtim: Güney Afrika, Mısır, Fas
9. Yılmaz Odabaşı / Sakla Yamalarını Kalbim: 'Kentlede ve yaşamda hala kiracı' olanlar bilir en çok, hayata dair ne varsa; sürgün yıllar küskün aşklar, kapanmayan yaralar, yitik anılar, tükenmeyen umutlar, solgun yalnızlıklar, inatçı direnişler, "lime lime" yoksulluklar, çoğalan suskunluklar...
10. Gabriel Garcia Marquez / Yüzyıllık Yalnızlık: 'Yüzyıllık Yalnızlığı' yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kızkardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adaları bir örnek bir yığın akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım.

10 Mayıs 2009

AŞK YEŞERSİN BAHÇENDE



Ne ekersen onu biçiyorsan
Hüznü biçmek için ne ektim ben farkına varmadan ?
Mutluluk biçmek için ektiğim neden kurudu söylesene...

Ne ekersen onu biçiyorsan?
Sen beni ne zaman ektin ki topraklarına
Daha ben çiçek açamadan biçtin alel acele?

Kurusun diye köklerim kaç yıl bıraktın beni nadasa
Yağmurlarını üzerime yağdırsana hayat
Aşkı biçmek için yeşertsene beni yeniden

Ne ekersen onu biçiyorsan
Yüreğimi eksene topraklarına
Biçmek istemeyeceğin bahçen olayım
Yaseminin, en güzel kokulu
Leylağın, en morundan
Çınarın asırlık

Hayat, yeşertsene beni yeniden
Babilin asma bahçeleri bile kıskansın yüreğimden geçenleri
En güzel bahçen ben olayım
Gören bir daha dönüp baksın bana
Durma hayat ek beni
Aşk yeniden yeşersin toprağımda



İSTİMİN KEBABI OLUR DA GÜNÜ OLMAZ MI?

Annemin telefondaki heyecanlı sesine uyandım dün akşam üstü akşam üstü... Yarın dedi, dağa gidiyoruz tamam mı? Tamam da yarın anneler günü, hani kahvaltı ederiz, sen ayaklarını uzatırsın kraliçemiz olursun diyecek oldum ki sağ omuzdaki melek dürttü beni: "Saçmalama annenin en sevdiği şey dağdaki küçümen ev ve bahçeyi ekip biçmek, hazır baban tamam demiş" dedi. Tamamdır dedim ben de anneme en mutlu sesimle.

Sabah erken uyandım ve onlarda buluştuk. Benim arabayı orada bırakıp babamın araba ile yola devam ettik. Neymiş araba doluymuş. Yok artık ikna oldum, babam kesin benim şoförlükten memnun değil...

Yeşilin tonlarında yolculuğumuz devam ede dursun, biz babamla üniversiteyi ve dolaylı olarak Türkiye'yi kurtardık. Tansiyon yükselince annemin uyarısı ile konuyu yaz tatiline getirdik. Sıcak kumlardan soğuk sulara atlama fantazisinin sakinleştirdiği beden ve ruhumuzla evimize vardık. Yan bahçenin köpeği bizim bahçeyi de sahiplendiğinden kendisini gene evin önüne kurulmuş bulduk ama lokması bitmediğinden gelişimize pek oralı olmadı. Sonradan öğrendik günlerdir bahçede dolaşıp başı boş farelerle beslenen gelinciği mideye indirmekle meşgulmuş. Hay allahım dedim, yok muydu gereksiz bir hayvan etrafta onu yeseydin... (Doğal seleksiyondan yanayım da...) Bir sonraki gelişimizde fare avına kahveden üç beş arkadaş götürmek gerekecek bu durumda...

Bakla oda nohut sofa evinden kafayı uzatan 19 yaşındaki Şifa elinde oyuncak kıvamında tuttuğu, benle aynı gün, ay doğumlu 30 günlük Görkem Beylerle kapıya geldiğinde kendimden utanmadım desem yalan olur; büyüyünce bir balta, odun, öküz, dana ve en iyi ihtimalle beyfendi olacak olan afacana sahip olamadığım için şu hayatta... Neden erkek çocuk derseniz ruh annem Sepo bana erkeği, Şuşuya kızı yakıştırırmış evlat olarak, biri gerçek olmak üzere eh diğeri de olur dimi?

Ev temizliği, bahçe düzenlemesi derken, annemin hazırladığı börek ve sarma ile ara öğün yapmaya karar vermiştik ki; annem Şifa'nın henüz 24 yaşında olan kocası Muhittin'i yalvar yakar ikna etmeye çalışıyordu; bir bardak çay ve börek için... Nafile... Muhittin herkes haddini bilsin Bilge Hanım gelmem ben masanıza tavrında ısrarcı olunca annem çayla böreği aldığı gibi Muhittinin yanına gidiyordu ki, Muhittin yanımıza geldi ama masamıza ısrarla oturmadı...

Annem; geçen yıl doğudan gelen, köylülerden birinin hayvanlarına bakan çoban Ömer'i anlattı... Bizim evin arkasındaki çamlık bölgeye doğru bir alanı çevirip hayvanları oraya koymuşlar... Babam bir akşam rakı sofrasını kurmuş, mangalı yakmış... 20'li yaşlarında batıydaki dağ köyüne gelen çoban Ömer de bizim evin arkasında naylondan inşaa bir barakada kalıyor. Seslenmiş babam Ömer'e... Ömer gel diye... Ömer bu, İsmet Bey çağırır da gelmez mi, bir koşu gelmiş. Babam demiş, gel yemek ye bizimle... Yok diye ısrarcı olmuş Ömer ama babamla annem bir olunca ayıp olur diye oturmuş masaya. Babam Ömer'e rakı koymuş, Ömer gene yok olmaz demiş. Anneme bakmış, annem de ama az iç demiş ki annem tam bir yeşilaycıdır... Ömer bir yudum almış rakıdan gözleri dolu dolu; kim derdi ki demiş, İsmet Bey'le aynı masada rakı içeceksin şehirde... Muhittin hikaye bitince az önce dillendirmediği tavrını döküverdi yüreğinden... "Herkes haddini bilmeli"... Çayını bitirdi döndü işinin başına... Annem hep böyledir, apartmana yeni taşınana tepsi tepsi çay götürülür. Geçen yıl apartman boyandı 2 blok 20 daire biz çay ocağı kıvamındaydık bir süre ki yaza denk geldiğinden soğuk su servimizde mevcuttu haliyle. İyi ki böyle bir ailede büyüdüm diyorum her seferinde, önce insan, önce sevgi, önce değer olmazdı herhalde bugünümde...

Öğeden sonra öyle bir rüzgar çıktı ki, hava serinledi, güneşte bulutların arkasında saklanınca iyiden iyiye soğudu hava... Sobayı yakmaya karar verdik. Babam soba yakmanın inceliklerini anlatı. Meşe odunu olacak - aslında kömür var aşağıda ama akşam kalmayacağız, daha iyi yanar, uzun süre ısıtır - çam koyma sakın is yapar. Soba kovasının altına kalınları üzerine inceleri yerleştir ve kurumuş kozalakları koy en üste... Dikkat et kurumuş olsun... Bir iki çıra ile de yak ve sobanın altını aç... Teorikte harika duran bu anlatı pratik de nedense olmadı ve rüzgarın ters dönüp basması sonucu evin içinde bir is, bir duman neredeyse, boğulmak üzereyiz. Ben çaktırmadan kozalak torbasının içindeki yaş kozalaklar ile yaş dalları sobaya atmış olma ihtimaline karşı ortalıkta gözükmiyeyim diyorum ve son anda rüzgar meselesi beni kurtarıyor...
Ve evin akıllısı olarak neyse ki Muhittin var diyorum da; Muhittin demez mi ben telefonla tarifle öğrendim soba yakmasını diye... Uğraş uğraş yaklaşık 1 saat sonra ev istim, ben evden istim, annem bahçe çapalayacağım diye, babam duman bana dokunur diye, Muhittin karıkları yetiştirmek lazım diye teker teker terk edince evi kaldım mı bir başıma evde... Bütün pencere, kapıları açmama rağmen, boğazımda bir yanma, gözlerim yaşarmış halde inatla bitirdim temizliği. Ahlatın rüzgardan uçuşan çiçekleri ise kar gibi yağıyordu evin içine kadar, onları temizlemek bile istemedim, öyle düşseldi evin içindeki halleri...
Rüzgar hızını artırınca ve babamın üşüme riskine göze alamayacağımızdan dönmeye karar vermiştik ki, soba keyfini yaymaya başladı evin içine.
Ama ne keyif, çıtıt çıtır gelen odunun sesi, dışarıdaki kuşların sesi ile karışıyor ve ben günün yorgunluğu ve istim kokan tenimin rahatsızlığı ile uzanıyorum sedirlerden birine
ama ne çare vakit doldu, şehre dönmek gerek... Aynı hızla kalkıyorum yola çıkmaya hazırım da, aklım fena halde kalıyor evde. Nedensiz bir burukluk içimde. Ya haftaya geldiğimde kokmazsam böyle istim istim... Ya gerek kalmazsa soba yakmaya... Keyfim kalıyor yarım... Dilerim haftaya tamamlarım... Bundan böyle her yıl Mayıs ayının 2. pazarını İstim Günü yapacağım, hepinizi beklerim...
_______________________________________
Fotoğraflar / Evren

KENDİME SORULAR?











  • Düşünüyorum var mıyım?

  • Telefonum çalmayalı ne kadar uzun zaman oldu, kimin aramasını istiyorum ki?

  • Küçük bir mesaj göndermişsin de ben okudum da ne demek istedin bilemedim, umrunda mı?

  • Televizyon da izleyecek bir şey bulamadım, mesela yan komşu ne seyrediyor da hala ışığı yanıyor acaba?

  • Film arşivimdeki hiç bir film bana hitap etmiyor bu gece, neden ki?

  • Arkadaşlarım aradı erken saatlerde dışarı çıkalım diye ama mecalim bile yoktu nasıl bir ruh halindeyim diye anlatmaya, anladılar mı bilmem?

  • Uyku geldi ziyaretime 1-2 saat önce yüz bulamayınca o da gitti, üzüldü mü acaba?

  • Yazı yazmak için oturdum klavyenin başına da parmaklarım yazacak kelimeleri bilemedi, olmaz dı böyle ama?

  • Nasıl bir haldeyim anlamadım, anlayan var mı?

  • Yorgun değilim dinlendim, yeterli değil mi ki?

  • Mutsuz değilim dünden kalanlarla en az iki gün daha idare ederim, ederim dimi?

  • Umutsuz değilim istersem ulaşabilirim diye düşünürüm, yeterince istemiyor muyum?

  • Garip bir ağırlık var üzerimde çözemediğim, düğüm mü oldum?

  • Üniversitede öğrenciyken, gece uyku tutmadığında makarna yapar yerdik, paramız çikolata almaya yetmiyor muydu ki?

  • Ne dersiniz bir makarna iyi gelir mi ki gecenin bu saatinde ruhuma ya da bitter fıstıklı bir çikolata?




ANLAMAK MÜMKÜNMÜŞ ANNE OLMADAN


Ne güzeldir anneye yazılan şarkılar.
"Annem annem sen üzülme..."
Ama mümkün müdür anne olup da üzülmemek.
Erkekleri bilmem ama kızlar annelerini 30’lü yaşlarına gelince anlarlar.
Sezen’in şarkısındaki gibi…


“Anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan…”

Bugün Anneler Günü...
(Sevmiyorum böyle günleri, önceden ısmarlama sevgi gösterilerini. Sevgililer, anneler, babalar... Bence önemli bir gün daha eklenmeli bu ticari yarışa... Kardeşler günü...)


Vatan Gazetesi’nin ekinde Dilek Önder’in 2006 yılındaki yazısı tam da benim düşündüklerimi dile getiriyordu. Kısa bir alıntı;

“ Annenin yaptıklarını yapmaya başlayınca… Onun kullandığı bir kelime ilk defa ağzından çıktığında…
Kendini onun en sinir olduğun hareketini yaparken bulduğunda… Önce şaşırıp kalırsın, gülersin. Sonra da onu daha çok sevmeye
başlarsın.”

Anne kız olmanın kanunu mudur bilemem ama, durum bundan ibarettir.
İlk gençlik yıllarındaki itirazlar, sonrasında isyanlara bırakır kendini.

Sonra kaçınılmaz 30’lar gelir.
Kendinizle baş başa kaldığınızda şapkanızı önünüze koyar düşünürsünüz.
Bir şarkı takılır aklınıza dalar gidersiniz.


“Ağlama anne benim için ağlama…”
Ama her anne ağlar kızına…
“Keşke” ler çoğalıp, bi de “evet ya…” lar eklenince yaşanmışlıklara...
Ve evet kızlar da ağlar analarına ama ancak 30’larında.

Seni Seviyorum annem... Çok üzdüm çok ağlattım seni... Yaramaz bir çocuk, söz dinlemez bir genç kızdım ben. Yakışmayan, hak etmediğin kelimeler de söyledim biliyorum. Ne kadar özür dilemiş olsamda, dilesem de az yürek üzüntülerine bunu da biliyorum. Kafamın dikine gittim de hep anlamanı bekledim sadece... Hiç anlamaya çalışmadım ben seni gençliğimde, geceleri sabahlara bağlarken duyduğun endişeye kızdım en çok... Ne gerek var dedim yat uyu işte... Uykusuz kalışına sinirlendim. Ama anneydin sen, uykusuz kaldın, yüreksiz kaldın, güçsüz kaldın ama hep yanımdaydın. Dik kafalılığımın yürek üzüntülerini yaşarken ve hayata yeniden tutunurken yine sen vardın yanımda... Anne olunca anlayacaksın demiştin de olamadım işte... Anne olmadan da anlamak mümkünmüş de biraz büyümek gerekiyormuş sadece...

Dünümde, günümde ve hep yanımda olduğun için teşekkürler annem...
Yarınlarımız çok olsun, sağlıkla gülümseyelim, mutluluk çoğaltalım...

09 Mayıs 2009

İZMİR'İN SELAMI VAR

İki gün önce görevli İzmir'e gideceğimi öğrendiğimde pek de hevesli değildim aslında. Ama hep böyle olurdu, yola çıkana kadar oflar yola çıkınca keyiflenir, dönüş yolunda ama yetmedi diye hayıflanırım. Gece 3 gibi yola çıkmaya karar verdiğimizde biliyordum, araba gelip de beni alıncaya kadar uyku tutmayacağını... Öyle de oldu... Her yolculuk heyecanlandırır beni. Fotoğraf makinem, mp4'üm, laptop ve ertesi gün giyilecek resmi takımlar, yolda belimin ağrısını hafifletecek yastığım, ya üşürsem diye battaniyem, yedek ayakkabı, yedek kıyafet derken epeyce yüklü binebildim aracımıza... Severim en arka sağda oturmayı... Kuruldum minibüsün arka 4'lüsüne saat 4'de... Gecenin sessizliği, benim dışımdaki 9 kişinin uyuyor olmasından fırsat bularak daldım rüyalara...

Yeni bir ilişki yaşarsam şu ömrüm gösterirse bana yeni bir aşkı; arabaya binip bir sahil şeridini, karadeniz de olur, ege de olur, akdeniz de, hiç hesapsız, plansız ve zamansız gezebilmek istiyorum... Arabayı ben kullansam da olur yorulunca direksiyona o geçse de... Mutluluk sarhoşu olup zamanı unutmak ve her anı hatırlanacak bir anılar dizisi düşledim kafamdan... Beklentilerim dedim, gene ne çok...


İzmir yolunda güneşin doğumuna şahit oldum. Umut doldu içime... Birbirine kur yapan güvercinler aşkın en basit halini hatırlattı bana. Hiç birşeyin birbirine karışmadığı o en içtenlikli hallerine kapıldım da aşk doldu içime... Yaşlı adamın hayatın ona sunduklarının azlığı karşısında hala ayakta dimdik duruşuna ve karşılaştıklarını selamlayışına şahit oldum da, yenik düşen omuzlarımı kaldırdım ayağa...
Anneleri tarafından terk edilen kedi kardeşlerin birbirine seslenişini duydum da minnet ettim hem anneme hem de kardeşimin varlığına, huzur doldu içime...


Sahibi mutlu ol dediğinde, kendini çimlere atan daha 4 aylık köğeğin çim üzerinde yuvarlanırken gözlerindeki mutluluğu gördüm de, istediğimde kimselere ihtiyaç duymadan çimlere uzanabilme özgürlüğüm var diye mutluluk doldu içime...

Havanın güzelliğine ve gecenin yorgunluğuna yenik düştüğünden midir bilmem ama hesapsızca uzanmış banka uyuyan adamın yanında onu koruyanı gördüm de, hayatın bana sunduklarına şükrettim bildiğimce...



Gün kavurşurken geceye ve ben minibüsün arka 4'lüsünde almışken yerimi ve dalmışken yepyeni düşlere mutluydum çakır keyifli halimden arta kalan kendimden. Hava kararınca tamamen ve ay dolun haliyle gülümserken geceye yepyeni hayallere daldım da rüya değildi gördüğüm bu sefer...









07 Mayıs 2009

KIŞ UYKUSU

Her şey o karmaşık durumda ne yapacağını, nasıl karar vereceğini bilememesi ile başlamıştı. Farkındaydı. Başka bir arkadaşına olsa “deli misin sen evde iki yabancı gibi yaşayacağına konuşsana, al karşına ne oluyor bize diye sor” derdi. Oysa kendisi o kadar da kolay yapamamıştı. Kocası ile iki yabancı gibi yaşamaya başlayalı beri hayatında hiçbir şey iyi gitmiyordu.

İşinde sorunları vardı, sürekli gergindi, sabahları zor uyanıyor, hatta yataktan kalkamıyor, eşinin hadi hadileri arasında güne başlıyor, işe sürünerek gidiyor ve bütün gün bir sürüngen kıvamında çalışıyordu. Bunu çözmesi, bu durumdan kurtulması ve bir an önce hayatına devam etmesi gerekiyordu. Yolu yoktu, bütün cesaretini toplayıp bu gece bu konuyu açıklığa kavuşturacaktı. Konuyu nereden nasıl açmalıyım diye düşündü. Sabah yataktan kalkamama durumu ile başlasa konu ister istemez neden niçin bölümüne gelir, oradan da aralarındaki iletişimsizliğe varırdı elbet.

Akşam yemeğe oturduklarında, yorgun bedenine zorla monte edilmiş kafasını isteksizce kaldırdı ve kocasına:

- Ben bir önceki hayatımda galiba kış uykusuna yatan bir hayvandım. Baksana şu halime yaşamaya mecalim yok.

- Tembellik diyoruz biz buna.

- Tembellik değil, sanki kanım yok, kalbim atmıyor ve de hissetmiyorum.

- ….

- Sence de bir sorun yok mu ortada?
- Bir şey mi istiyorsun sen? Bir şey mi yaptım. Önemli bir günü unuttum gene di mi? Günlerdir surat asmaların, oflamalar püflemeler buna.

- Hayır hayır… Hem ne zaman surat astım ben sana.

- Ne bileyim bizim Bülent’in karısı bir haftadır Bülentle yatmıyormuş. Ne güldüm ya. Sonra seni anlattım Bülent dedi abi kesin unutmuşundur özel bir günü diye.

- Bülent'i ne iyi dinlemişsin. Keşke Bülent'i dinlediğin kadar dinlesen beni.

- Hayda sen de tuhaflaştın valla. Bak ben seni yarın annenlere göndereyim. Ara patronu. İzin al iki gün. Bak bir şeyin kalıyor mu annenlere gidince?

Kadın sessizce baktı. İlk tanıştıkları günlere giiti aklı... Ne kadar da başkaydı. Ne kadar da özeldi. Konuşurlardı. Dinlerlerdi. Gülerlerdi. Aynı dili konuşamayan iki insana dönüşmüşlerdi. Ne zaman olmuştu bu değişim. Yoksa hep böyleler miydi? Kadın adama baktı… Masadan yavaşça kalktı...

- Kusura bakma toplayamayacağım mutfağı. Bu arada merak edersen; hibernasyon benim ki… Öyle bir günden yarına değişmez. Annemle falan da geçmez. Yatıyorum. Odaya geldiğinde bedenim soğuksa sakın ola ki sarılmaya kalkıp beni ısıtmaya çalışma. Bu aralar mevsim değişti ya bizim hayatımızda, bünyem yeni duruma alışana kadar izin ver bana.


______________________

İlk Yayın / 06.01.2009

Hipernasyon için bkz.

BİLEMEDİM

Hayatın hangi tuşlarına basarsam
Güzel bir melodi çıkartırım bilemedim


A Ş K


umutluydu sesi


D O S T L U K


keyifliydi sesi


A İ L E


huzurluydu sesi


Sen çıkınca karşıma
Oturdum piyanomun başına
Aşk mısın dedim?
Evet dedin
Dost muyuz dedim?
Evet dedin
Sonsuza kadar dedin
Sonsuza kadar dedim


Kulakları tırmalayan bir melodi oldu sonu
Şimdi hayatın hangi tuşuna basarsam basayım
Hüzünlü bir kadın sesi duyulur oldu








___________________________________________

Fotoğraf / From the note's point of view © Juha Saransalmi

06 Mayıs 2009

52 DAKİKA

Daha 25 günlük bir bebektim ben 1972 yılının Mayıs ayında...

Ve sen, her gülün altına dilek bırakan insanlardan biri değildin o geceki bahar kutlamalarında... O zamanlar da kutlanır mıydı hıdırellez bilemedim...

Onca ateşin üstünden atlamıştın da, 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlandığında ki henüz 1-2 saat bile olmamışken, senin değil de onların dilekleri gerçekleşmiş olacaktı ne acıdır ki...

Bir bahar gelmiş de denizler gitmişti 6 Mayıs sabahında...

Boyunlarındaki yafta, gül ağacına bağlanabilecek bir dilek değildi oysa...

"Ölenler ölür, ölenler güneşe gömülür " derken,
" Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum." derken,

öptüğün kızlar geldi mi aklına...
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarıma yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
...
...
...
Ne garip duygu şu ölmek
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma
Bir açıklaması vardır elbet
Giderken dar ağacına
...
...
...
Şafak Türküsü - Nevzat Çelik

_______________________

Fotoğraf / Karanfil

05 Mayıs 2009

UCU YANIK MEKTUP

ucu yanık bir mektubum var geceye
umut koydum bohçama
huzur, sağlık ve mutluluk ekledim bir tutam
aşkı unutur muyum hiç aşkı da koydum elbet
kelimelerimin kıfayetsiz kalma riskine karşı
yüreğimi koydum bir de aklımı tabii
ama en çok hislerimi doldurdum bohçaya
hüznü ekledim bir tutam
tenimin kokusunu koydum bohçama
nefesimi eklemeyi unutmadım elbet
en masum en içten gülüşümü ekledim
bir de en güzel düşümü koydum içine
ucu yanık bir mektubum var geceye
adettendir dediler bir ateş yak
anlatamadım onlara
ben yüreğimin yangınlarını da koydum bohçama
bu gece gül ağacının dibine koyacağım bohçamı
ve içinde bulacaksın ucu yanık mektubumu
sabah kalkınca bakacağım penceremden
gül bükmüşse boynunu anlayacağım sen bulamamışsın hazırladığım bohçayı
ama gonca dönüşmüşse açan bir güle
bayram edeceğim tez elden cevap gelir bana bugün yarın diye




_________________________


Fotoğraf / Mektup

04 Mayıs 2009

UZAYIM


Gelmeni çok istedim, gelirsen yalnız olmam bir daha dedim.

Geldin de... Adını ben koydum da sevmedin ilk başlarda...

Farklıydı adın sen gibi...


Ağladım çok sensizliğe yokluğunda, gelişine benden çok sevinen oldu mu bilemedim ve gidişine ağlayan sonrasında... Çok kalamadık yanyana... Hayatının akışını değiştirmek konusundaki kararlılığın ve azmine hayıflanmadım içten içe dersem yalan olur ama en çok da ben gururlandım yaptıklarınla.


Sevmezsin anlatılsın sağda solda başarıların, sevmezsin senle başlayan cümleleri... Kızarsın bir de ama kabul et, senin yaptıklarını yapmak sadece akıl, sadece yürek, sadece inanç gerektirmiyor, seni sen yapan hayattaki duruşun... Hayata baktığın pencereden gördüklerinle, hayata tutunuşunu seviyorum ben en çok senin...


Ama böyle bir adam olmasan da severdim ben seni... Hani o gıcık ve vurdum duymaz gibi göründüğün anlar var ya işte o zamanlarda bile çok çok severdim. Çünkü bilirim ki her insanda olmayan bir yürek var sende, öylesine kocaman, öylesine sevgi dolu...
Gel dedim geldin ya, bilirim ne zaman ihtiyaç duysam koşar gelirsin sen bana...


DOĞUMGÜNÜN KUTLU OLSUN...

03 Mayıs 2009

MERAK İŞTE


Seni düşünüyorum köşe koltuğumda, sahi sen nerede nasıl oturuyorsun... Koltukta mısın; tek kişilik mi koltuğun, yoksa L mi benimki gibi? Sandalyen kolçaklı mı ya da deri kaplı mı bilemedim. Seni düşündüm. Nasıl geçirdin koskoca 3 günü... Mesela ben dün gece dostlarla çorba içmeye gittiğimde sen hala rakı masasında mıydın yoksa şarap mı içiyordun tek başına...

Sabah uyandığında ilk ne düşündün kimbilir ve kahvenin kokusunu içine çektiğinde hangi anın canlandı... Bahçeli miydi senin evin yoksa bir apartman dairesinin en üst katında mı yaşıyordun... Seni düşünüyorum köşe koltuğumda, ben sessiz bir mum alevinin dillendirdiği yeni yetme aşk sarhoşuyum ya sen, senin de var mıdır böyle aşka aşık hallerin...

Gece geç oldu hadi yatalım mı dersin yanımda olsan, yoksa bırakır mısın geceyi tek başına geçireyim balkonda... Bir sigara yakıp polar bir battaniye ile yanıma gelir misin bir süre sonra... Aklım bana oyunlar oynuyorken ve yüreğim sıkışıp kalıyorken arafta, elini uzatıp hadi der misin... Sarılıp bütün gece kollarınla masallar anlatır mısın bana... Ve ben ağlarsam mutluluktan, yanımdasın, canımdasın, canımsım diye sen de ağlar mısın benimle...
________________________
Fotoğraf / 1x.com


NEDENSİZ ÖĞÜTLERİM


Christina Aguilera - It's A Man's Man's Man's World



Güneş vuruyor yüzüme... Simitçi sabahın keyifli anlarını yakalamak için çıkmş erkenden sokağa. Simitleri soğusun istemiyor ama kimsecikler de sanki sesini duymuyor. Bağırıyor seninin tız ve tok seslerinde "simitçiyeeeeeeee" gibi bir ses duyuyorum, önce alayım diyorum bir simit; peynirim var; hem beyaz hem eski kaşar, zeytinim var; hem siyah hem yeşil, dometesim, taze otlarım, tereyağım, balım, reçelim var; hem çilek hem portakal... Bir de çay yaparım en kokulusundan taze taze... Uzanırım balkondaki keyif koltuğuma, okurum gazetelerimi, güneş ısıtırken beni ederim kraliçeler gibi kahvaltımı... Diyorum da neden yapamıyorum bilmiyorum. Bir şarkı takılıyor dilimin ucuna... It's A Man's World

Neden James Brown yorumu değil de Aguilera yorumu var kafamda... Üzerine çok düşünmüyorum kafamı yorduğum başka bir konu var şu anda. Neden kahvaltı edecek herşeyim varken kahvaltı etmiyorum da eksik olanının ne olduğunu bulmak konusunda çaba harcıyorum oturduğum yerden. Neden elimde olanla mutlu olmayı tercih etmiyorum da olmayana öykünüyorum her pazar sabahında.

Tek ve yalnız yaşamaksa sıkıntın NEDENSİZ yere kendini üzeceğine bir can yoldaşı bulsana kendine a salak kızım benim... Şarkılar tutup fal bakacağına, can yoldaşının elini tutup kendin şarkılar söylene bağıra çağıra... Oturup köşende yazılar yazacağına, can yoldaşını bulmak için karışsana insan arasına, bulunca da yatsana dizine o okusun sana dair yazdıklarını sesinin en güzel aşk tonuyla... Hem belli mi olur o da sever senin gibi şarabı, rakıyı, oturur gecelere mum yakar, bir de jazz plakları çalarsınız fonda, sarmaş dolaş olursunuz ay vuran balkonunda... A salak kızım benim yazmaktan vazgeçip hayata karış ki, yüreğindekileri de yaşa. Belli mi olur belki seni arayan bulur da beraber yaşarsınız aşka aşık hallerinizi dimi benim salak kızım...

HADİ CANIM...
HADİ KIZIM...
HADİ DURMA KARIŞ HAYATA...

02 Mayıs 2009

BİZ SENİNLE FARKLI İSKELELERİN ÇOCUKLARIYIZ

Güneşli güzel bir sabahda, sahilde yürüyen sarışın, uzun saçlı, kırmızı eşofmanlı kızın yürürken salınan kalçalarına göz süzdüğü sırada takıldı gözü bir havalı köpeğe... Kızın ardından; bembeyaz tüyleri ve masmavi gözleri ile yürüyen sibirya kurdunun sahibine iç çekti... Delikanlı kargo pantolanu, renkli gözleri, solaryum yanığı teni ve kaslı kollarını gösteren üzerine tam gelmiş tişörtü ile kıza yakışır diye düşündü. Oturdu dış cehpe boyasını yaptığı yedi katlı binanın iskelesine, gözleri istemsizce ufka daldı...

Üniversite okumak istemişti de babası daha ortaokul biter bitmez Recep Usta'nın yanına çırak vermişti kendisini... Annesi hastaydı ve 6 kardeşin en büyüğüydü Hasan. İlkokulda gözlük kullanmak zorunda kaldığından beri bir kez bile çıkartmamıştı gözlüklerini. Onların ardında öğrendi renkleri, top oynamayı, kızlarla önce kavga etmeyi sonra onları sevmeyi... Hasan 21 yaşında baharda sevgililerin birbirine kur yaparak dolaştığı zamanlarda boya iskelesinden bakıp aşağıdaki hayatlara iç çekiyordu her defasında...

Köyden şehre geldiklerinde henüz 16 yaşında hayatı anlamak isteyen meraklı bir delikanlıydı. Recep Ustası ile farklı evleri boyamaya gittikçe tanırdı hayatı ve görürdü farklı yaşam biçimlerini... Ortaköy sırtlarında eski bir konağı boyamaya gittikleri günler geldi aklına. Evin kızı annesinin bütün itirazlarına rağmen evin kapısını çarpıp çıktığında neden babasına karşı gelemediğini düşünmüştü ilk kez. O gün kendisine çok kızmıştı babasına itiraz edemediği için. Oradaki iskeleden görmüştü boğazı ve ilk kez o iskelede sevdalanmıştı ulaşılmaz olana. Evin o asi, başına buyruk kızı Hasan'ın tek başına olduğu bir gün iskeleye tırmanmış ve gelip yanına oturmuştu. Boğaz demişti senin gözünden daha güzel. Hasan her gece bu cümleye uyanıp, her sabah bu cümleye uyanmıştı. Ustası kahyadan su alıp gel soğuk olsun dediğinde ilk kez girmişti evin arka kapısından ve evin kızı Melisa mutfaktaydı ve nazlanıyordu onu yemem bunu yemem diye. Görünce Hasan'ı o da yerse yerim deyivermişti de Hasan nasıl utanmıştı. Neredeyse 3 haftadır bu konağın işlerini yapıyorlardı. Hasan iki haftadır başka bir hal tavır içindeydi. Dikkati dağılmış ve yanlış üzerine yanlış yapmaya başlamıştı. Ustası ne o Hasan aşık mı oldun lan diye bağırdığında evin kızı camdaydı ve duymuştu ustasının ona takıldığını. Atmak istemişti kendini iskeleden. İş bitimine üç gün kala Melisa ustanın yokluğunu fırsat bilip çıkmıştı gene iskeleye ve Hasan' a akşam bir yere gitmemesini arka bahçede onu beklemesini söylemişti. Hasan ölecek gibiydi Melisa iskeleden indiğinde. Gece olmak bilmemişti. Ustası hadi gidiyoruz dediğinde; Cemaller beni buradan alacak deyip ilk defa yalan söylemişti o gece ustasına.

Akşam hava kararmıştı ve arka bahçedeki çardakta Melisayı beklerken onlarca kez vazgeçti de nedense dönemedi sözünden. Melisa üzerinde kırmızı bir eşofman, sapsarı saçları ile gözüktüğünde karşıdan, nefessiz kalmıştı Hasan... Sabaha kadar konuştular o gece arka bahçedeki çardakta. Melisa sordu Hasan anlattı, Hasan sordu Melisa anlattı. Sabaha karşı üşüyünce her ikisi de Melisa sokuldu Hasan'ın sıcağına ve Hasan nefessiz sarıldı Melisa'ya. Melisa gün ağırırken tutturmuştu iskeleye çıkalım diye de Hasan ikna edememişti kalmayı çardakta. Çıktılar iskeleye dikkatlice, Hasan'ın kalbi duracak gibi oluyordu ustası aklına geldikçe. Ya yaklanırsa nasıl bakardı ustasının gözlerine bir daha. İskelede oturdular yanyana ve boğazın üzerinden günün doğumunu seyrettiler. Melisa dönüp öpmese Hasan'ı, Hasan asla cesaret edemezdi... Hayalin ötesindeydi yaşadıkları hayalin ötesindeydi boğazın manzarası...

O gün, o güneşli pazar sabahında görünce kırmızı eşofmanlı kızı ve arkasında yürüyen havalı çocuğu; ilk gençliğine, ilk heyecanına, ilk öpücüğüne, ilk aldanışına, ilk yürek acısına gitti Hasan'ın aklı ve daldı ufka... Bir daha hiç öyle doğmadı şu güneş benim dünyama dedi... Bir daha hiç öyle güzel olmadı manzaram benim...

Ustası aşağıdan seslendiğinde işine dönmesi gerektiğini fark etti ve son bir kez kızı aradı gözleri. Sahildeki iskelede çocuğun köpeği ile oyunlar oynuyordu kırmızı eşofmanlı kız ve çocuğa gülücükler veriyordu arada. Hasan ayağa kalktı dış cephe boyası yaptığı iskelede, sahildeki iskeleden gelen kızın kahkaları arasında son bir kez daha baktı ufka ve aşağıya bıraktı kendini bir anda...

01 Mayıs 2009

SEVMEK ÖLESİYE



Bir sevmek aldı beni seni görünce... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Eylül sabahıydı ilk kez gözlerini gördüğümde. Tanışmıyorduk ve hiç bilmiyorduk geleceğin bize hazırladığı; uzun, zorlu, tutku dolu günleri... Bir sevmek aldı beni seni bilince... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Kasım sabahıydı ilk kez elin elime değdiğinde. Tanımaya başlamıştık birbizirimizi ve farkındaydık geleceğin olası hazırlıklarının... Bir sevmek aldı beni seni tanıdıkça... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Ocak sabahıydı ilk kez yanağıma bir öpücük kondurduğunda. İstemeye başlamıştık birbirimizi ve biliyorduk daha fazla dayanamayacağımızı beklemeye... Bir sevmek aldı beni kokunu içime çektikçe... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Şubat sabahıydı ilk kez güne uyandığımızda birlikte... Korkuyorduk büyünün bozulmasından ölesiye ve anlamıştık ayrı kalamayacağımızı birbirimizden... Bir sevmek aldı beni sabahlara birlikte uyandıkça... Hatırlar mısın bilmem; karlı bir Mart sabahıydı ilk kez beni aldattığında... Bakamamıştık gözlerimize acımasın içimiz diye ve kahroluyorduk sessizce, sen kendi köşende ben kendi köşemde... Bir hüzün aldı beni o sabahtan sonra... Ayrımına vardın mı bilmem; aylar ardı ardına sıralanmış gibi gözükse de gerçekte yıllar var her birinin arasında ...
Susmuştuktu o sabahtan sonra ikimiz de ve biliyorduk bir daha konuşamayacaktık üzerine... Bir acı aldı sevgimin yerini senden sonra... Farkında mısın bilmem güneşli bir Haziran sabahında veda ettim ben hayata.... Dualar okudular ardımdan sevenlerim ve biliyorlardı sebebim sendin.

BİR MAYIS GÜNÜ



Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... İlk defa gittiğim bir evde 5 kişinin hikayesini dinler bulmuştum kendimi bir gece öncesinde. Dinlediğim hikayelerin bende kalanlarını bulmaya çalışırken, radyodaki ses Taksim'e çıkmak isteyen grupları anlatıyordu. Yasağa karşı direnci anlıyordum da varolmaya karşı yok etmeyi anlamakta güçlük çekiyordum.

Bir mayıs sabahı, çocuktum, polis babamı joplarken ve annemi saçlarından sürüklerken... Anlamıyordum atılan sloganları ve bilemiyordum olanları. Korkmuştum çok ve sığınmak istemiştim güvenebileceğim bir yere. Elimden tuttuğunda annemin bir arkadaşı ağlıyordum belki de... Büyüdükçe anlıyordum yasaklananları da gene de anlayamıyordum yok etmeye çalışmayı...

Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... Fotoğraf makinemi elime alıp, farklı hikayelerin bir araya getirdiği 4 kişiyi geride bırakıp çıktım evden. Farklı hayatların gözüme takılan hikayelerini yazmayı sevdiğimden, bazen tek başına çıkıp fotoğraflarım hayatı. Üzerine yazmayı severim, bilmem doğru mu yanlış mı, gerçek mi hayal mi ama severim aklımla duygularımı karıştırıp hikayeler uydurmayı.

Yaklaşık bir saati bulan yürüyüşüm sırasında çocukları, işçileri, sokak köpeklerini, bir hayat kadını ile 2 adamın kumsalda geçirdiği geceden arta kalanları ve terk edilmiş iskeleyi çektim Çektiğim her fotoğraf karesinde aklımdan üzerine yazmak üzere giriş cümleleri ve hatta bazen şöyle bitirmeliyim mutlaka dediğim cümleler geçti de not edecek kağıdım arabada kaldığından sinirlendim kendime. Sonra gülümsedim ve dedim ki kaç kez almışsındır kağıtla kalemi yanına da bir düşün bakalım kaç kez teşekkür etmişsindir kendine...

Çektiğim karelere tek tek bakarken oturduğum taşın üstünde, denize ulaşmanızı sağlayan beton basamakların kenarında kendine hayat bulan papatya ve ardında kareye giren - denizin her vurduğunda izini bıraktığı yosunlaşmış- taşlar takıldı gözüme. İki farklı odak noktası oluşturup fotoğrafladım gözümün takıldığını... Ana tema belliydi aslında... Neye odaklanırsanız onu görürsünüz hayatta... İşte bu cümle bitiş cümlesi olacaktı günümü anlatan hikayemde.

Neden mi olmadı?

Bir mayıs sabahı uyandığımda ve günün içinde olanları takip ederken başka bir soru daha fazla önem kazandı aklımda: Yasağa karşı dirençteki mantığı anlıyordum da varolmaya karşı yok etmekte nasıl bir mantık vardı, anlamıyordum ve kafam karışıyordu işte o noktada... Yoksa neye odaklandığınızla mı ilgiliydi herşey...

Hepimiz aynı kareye bakıyorduk da bazılarımız öndeki çiçeğe, bazılarımız arkada kalan yosun tutmuş taşları mı görüyorduk?



BİR MAYIS SABAHI BİRİ ANLATSIN BANA...



____________________________________


Fotoğrafdaki detayı görmek için üzerine tıklayın.

29 Nisan 2009

SEVMİYORUM MU?



Sevmiyorum gibi geliyor bazen seni... O bildik kasvetli havandan mıdır, soğukluğundan mıdır bilmem... Garip bir ilişki var seninle aramızda; bazen ol istiyorum bazen alabildiğine uzak ol benden. Bazen seninle dalıyorum hayallere, bazen sen varken yüzüme çarpıyor gerçeklikler... Nerede ne zaman karşıma çıkacağını bilmediğimden ürküyorum senden... Gelişini haber veren halin var ya senin, beni ürküten çocukluğumdan kalan bir anı belki de bende... Yoktun günlerdir, haber bile alamıyordum senden... Gelmez dedim bir kaç ay, uğramaz bizim buralara... Ama geldin. Ve ne geliş... Önce soğukluğun geldi... Sonra o ulaşılmaz havan. Gri en çok sevdiğin renk ki seni siyahlar içinde gören de olmuş.

Ben en çok renkli kemer dolanıp da beline, güneş rengi saçlarını salınca seviyorum aslında seni. Hani var ya bir bulutun ardından salına salına, hani utangaç bir halin var var ya, işte en çok o halini seviyorum. Bir de bazen sinirlenince kükreyip, yer yerinden oynarcasına ve hatta bardaktan boşanırcasına hallerin var ya... İşte o zamanlarda şömine başında, alıp da şarabımın en kırmızısını elime ve yüreğim doymuşken aşka, sesini dinleyişim var ki tek kişilik koltuğumda doyum olmuyor sana.

Bir de delirdiğim zamanlarım var şehre geldiğini duyunca, atarım o anda kendime sokaklara. Deli derler, hasta olacaksın derler ama ben tenimde isterim seni, umursamam kimin ne dediğini. Tenime dokun, ıslat bedenimi, saçlarımı okşa ve gözlerimden yaş olup ak yanaklarıma. Kimse bilmez sanarlar ki aşk bizimkisi... Değil, inan değil... Ben senin arkandan gelene aşığım aslında. Ben sen gidince gelecek olana hasretim en çok. Senin soğukluğun yok onda. Senin kasvetin, kibirin... Senin varlığının beni mutlu ediyor oluşu; eve dönünce sevdiğimin nefesine sığınışım. Sokuluşum koynuna ve doyasıya sevişişim aslında...


______________________________________


Fonda, Jimmy Smith - Summertime çalıyor...

Dört mum yaktım biri sana biri bana... Kalan ikisi geceye...

Kırmızı bir şarap dünden kalma, çıksa çıksa iki kadeh...

Yağmur yağıyor burada, haberin ola...

_____________________________________

Fotoğraf / In her Element © Richard Ford

YÜREĞİMİN UCU



Aşkın Nur Yengi - Karanfil

Kafasında çalan şarkı neden ve ne zaman takılmıştı bilemedi ama iki sabahtır mırıldanarak uyanıyordu güne.

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz
Duşunu aldı, güne gülümsüyordu da neden içinde garip bir sızı vardı bilemiyordu. Yorulmuştu bu hallerinden. Her gülümsemesi kırgınlığının sızlamasıyla sonuçlanıyordu da sanki artık gülümsemek bile istemiyor gibi bir halle açtı arabasının kapısını. Radyo istasyonu her zaman ki gibi NY Jazz Station'a ayarlanmıştı. Birden frekans karıştı ve günlerdir dilinin ucuna gelen şarkının sözleri arabanın tavanına çarparak cama, oradan da kulağının içine kadar girdi. beynin hücrelerinde öyle hızlı dolanıyordu ki yakalamak bile imkansızlaşıyordu. şarkı aniden bir anının kapalı kapısının önünde durdu. Kadının gözünden iki damla yaş geldi. Kadın radyoya uzandı ama radyo yerinde yoktu. Yol uzadıkça uzamış, Çeşme 45 yazan bir yol kenarı tabelasına takılı kalmıştı gözleri. Neler oluyordu anlamadı. Arabanın, direksiyonun, radyonun ve hayatın hakimiyetini kaybetmiş bir halde ilerlemişti ve yol onu çok sevdiği Çeşme'nin rüzgar değirmenlerinin olduğu noktaya getirmişti. Araba kendi kendine durduğunda Alaçatı girişindeydi. Arabanın direksiyonunu sahile ulaştıran yola kırdı. Radyo susmuştu. Ve direksiyonun hakimiyeti tekrar ona geçmişti. Kadın yüreğinin ucunu acıta acıta ve bağıra bağıra söyledi şarkının tamamını:
Ah benim örselenmiş incinmiş karanfilim
Bir sessiz çığlık gibi kırmızı masum narin
Bu ürkek bu al duruş söyle neden bu vazgeçiş
Ne oldu ümitlerine bu ne keder bu ne iç çekiş

Sen ki özgürlük kadar güzelsin, sevgi kadar özgür
O güzel başını uzat göklere, gül güneşlere gül

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz
Sahile vardığında ağlıyordu ve yüreğindekileri almıştı eline. Öptü bir iki kere, vazgeçer gibi oldu ama yapmak zorundaydı. Usulca denize bıraktı...

Bildik bir hikayenin hüzünlü sonu gibi geldi herşey ona. Baktı denize bıraktıklarına. Kurduğu hayaller bir bir batarken, son bir çığlık yükseldi denizin ortasında. Kadın sesin geldiği noktaya dikti korkak bakışlarını ve uzattı ellerini anıları terk etmek istemez gibi. Deniz soğuktu bu mevsimde. Rüzgar yüreğinin ucunda kalan son sızıyı yaladı, soğuk yüzüne vurdu, kadın bir iç çekti; derin...

Başını kaldırdı gökyüzüne... Yağmur çiseliyordu ve bir damla denk geldi gözüne. Eliyle sildi yaşını. Koydu ellerini gri renkli, bol paçalı kargo pantolonun cebine. Eşofman üstünün kapşonunu geçirdi başına. Ayağının dibindeki taşı aldı eline, attı denizin üzerine... Üç kere kaydırabilirsem veya daha fazla dedi... Kaymadı taş attığı gibi battı denizin dibine. Zaten dedi, zaten ümidim olsaydı tek başına mı olurdum ben bu sahil şeridinde. Arabasına doğru yürüdü. Şarkıyı mırıldanıyordu gene.

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz





_____________________________________________________________
Söz: Sezen Aksu
Müzik : Sezen Aksu ve Uzay Heparı
Fotoğraf / flowers © diana