22 Ocak 2010

DERİN KAYIP DUYGUSU


___________________________________________________________


- Midemde aşırı yanmalar oluyordu, uykumda sürekli yüksek bir binanın tepesinden düştüğümü gördüğümden, uyuma problemleri yaşıyordum. Yapmak istediklerim ve yapabileceklerimi düşünmek bir sanrıya dönüşmüştü. Ne yaptığımız pazarlık, ne verilen sözler hiçbiri sakinleştirmiyor aksine onların nasıl olsa tutulamayacak halleri aklıma geldikçe; kapana sıkışmış bir farenin çırpınışlarını sergiliyordum. Babamın o herşeyi bırakıp giderken ki son bakışının üzerime yüklediği suçluluk duygusu ve hemen sonrasında hayatın beni değil de onu haklı çıkarmasına duyduğum öfkeyle birleşiyor, kendi kendimin kapanı oluyordum. İnsanın en zoruna giden, ne yapacağını bilip de yapacak gücü kendinde bulamaması olduğunu o dönemlerde öğrendim. Yalnızlık sadece bir durum değil, içinde giderek kaybolduğum bir denizdi. Sonsuzdu... Masmaviydi. Buza kesmişti... Yüreğimin yangınları devam ederken, topladım valizlerimi...
- Gitmek miydi bulduğun çözüm... Gidersen geçer mi sandın...
- Zamana ihtiyacım vardı, düşünmeye... Yüreğimin en mantıklı yerinde bile hala aşk vardı. Ama aklım... Tutarsızdım. Farkındaydım... İşin acı yanı ne biliyor musun? Her anını fark ederek yaşamak. Hani şarhoş olsan, uyansan sabah ve birşey hatırlamasan... Ama değildi, bu bir sarhoşluk değildi, bu tam da farkında olmaktı, neler olduğunun, ne zaman olduğunun, niyesinin, niçinlerinin cevapları olduğu bir durumdu.  Kabullenmek sanki en doğrusuydu ama nasıl? Herşeye göğüs germek, nedenler ve niçinlerle örülü sorulara cevap vermek, anlatmak istemedikçe karşına çıkan hayat, off... Uçakta dönerken bunlar vardı kafamda... Bir ara uyuya kalmışım... Gene o rüyayı gördüğümü fark ettim, hostes bir şey içecek misiniz diye sorduğunda... Tek fark, ayaklarım bataklıkta olsa da bakışlarım ilerideki tan vaktine odaklanmıştı. Duvarlarını kendi ördüğüm hapisanenin tek mahkumuydum. Tek gardiyanı. Tek hapisane müdürü... Aklımda yüreğim arasında sıkışıp kalan aşk, tutarsızdı biliyordum. O dönemde şunu yazmıştım bir köşeye;



Tutarlı olmamı bekleme benden. Yüreğimin ve beynimin aynı anlaşmaya imza atması mümkün değil. Sen konusunda anlaşamazlar anlasana. Yüreğim senin iyi bir insan olduğunu sanıyor. Beynim olmadığına ilişkin onlarca kanıt sunuyor. Yüreğim sana acıyor. Beynim kendime acımam konusunda geçmişi hatırlatıyor.

Tutarlı olmamı bekleme benden. Bedenim seni çağırıyor Aklım kendine gel diyor.

Aklım sonunda bir sınır çiziyor. Akılla yürek anlaşacakmış gibi geliyor. Hiç beklenmedik bir anda beni kendime getiren cümle karşıma çıkıyor :

“Sınırlar başkasını dışarıda tutmaz, sizi içeri hapseder” (*)



_______________________________________________________ Devamını Oku...
(*) Grey's Anatomy 1. sezon, 2. bölümden bir alıntı.
Fotoğraf / Prison by ~groby

GÜNAHKAR ve 3. PAZAR/LIK

___________________________________________________________




- Öyle bir andı ki, çaresiz ve umutsuzdum. Ama o pazar, çocukça olduğunu sonradan anlayacağım bir güçlülük duygusu sardı ruhumu. Karşı koymak, baş etmek ve geri kazanmak tek isteyimdi. Tamam, bunlar yaşanmıştı ama ben gerçeği düşüme dönüştürebilecek kadar güçlüydüm ve istersem pek ala da inatçı biri olabilirdim. Bunu yapabilirdim. Ayrılık sürecini; yeniden başlamak, sıfırlamak, unutmak, kaldığı yerden devam etmek hallerine dönüştürebilirdim. Öylesine seviyordum ki, bunu yapabileceğime inandırdım kendimi. Takdir edersin ki benim gibi ikna gücü kuvvetli biri için hiç de zor olmadı kendimi ikna etmek.

O pazar, Tanrı'ya ellerimi kaldırmış dua ederken buldum kendimi. Yatağın kenarında kendi inanışımda olmayan bir tavır içinde, Tanrıyla pazarlığa oturmuştum. Tanrı ile görüşmemin sonucunu çabucak alamayacağımı biliyordum. Çocukluktan kalma bir soğukluk vardır aramızda kendisi ile...

Ama O, onunla hep konuşabildik, orta yol bulabildik. O pazar gecesi, iki kişilik masanın üzerinde mumlar ve bir şişe şarap ile tatlandırılacak olan pazarlığın ilk adımını ben attım. Onunla bu içinden çıkılamaz durumun pazarlığını yaptık. Anlaşma kısa sürede sağlandı. Sözler alındı, sözler verildi. İçim rahat değildi ama olacaktı. Yazılı olmayan bu anlaşma bir nebze de olsa öfkemi öteledi, gizledi, gömdü... Her neyse işte...

Kimseyle konuşmuyordum kendimden başka, sanki başkalarına anlatırsam, ayrılık güçlenecekti. Ben zayıflayıp yok olsun istiyordum. Korkularım ve kendimle konuşmalarım o pazardan sonra iyiden iyiye su yüzüne çıktı. Kendimi daha fazla kendimle bulur oldum. Sürekli eğer varsa günahın kimde olduğunu bulmaya çalışıyordum. Bir dedektif titizliğinde, günahkarı arıyordum. Bulacak mıydım?


__________________________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf  / 1x.com

21 Ocak 2010

SONSUZLUKTA KAYIP BİR HAYKIRIŞTIR GÜLÜMSEMEK


__________________________________________________________



Yüzümde kalan bir parça gülümseme
Yanılgılar yaşatıyor bana
İçimdeki devamına ulaşılamıyor olmak
Düşündürüyor beni son zamanlarda

Gülüşümü kaybettim dostlar
Bulursanız tez elden haber gönderin bana
İçimde bir yerlerde daha fazla büyümeden umutsuzluğun karalığı
Yerine koymam gerek gülümsemelerimin parlaklığını


Ve gözlerim ışıl ışıl olmalı yine ve yeniden
Aşık oldum zannetmeli bakan bir daha bakarken
Umut en yüce aşktan bile daha anlamlı kılarken bakışları

Bilir misiniz ey dostlar
Ölüme yakın durur umudu olmayanın haykırışları




_____

- Ne çok düşünmüşsün ölümü...
- Becerebilecek kadar cesaretli değilim. Hem seviyorum ki ben yaşamayı. (pencerenin önünde durmuş seyre dalmışım, gelip geçeni) Fark ettin mi, bugün gene gök mavi... Olmasa da bilirim; gün gelir güneş yeniden doğar, gene sonsuzca mavi olur gökyüzü...
- Mavi..
- Evet, mavi... Rüyamda da gök maviydi... Başımı kaldırıp bakmasam da görüyordum, biliyordum maviydi.
- Koyu mavi; yalnızlığı, üzüntüyü, depresyonu temsil ettiği gibi aynı zamanda; bilgeliği, güveni ve sadakati de  simgeler. Açık mavi;  huzur, mutluluk, dinginlik ve rahatlık verdiğinden, sonsuzluğu getirir akla. Mavi bir anlamda okyanussaldır ki Sigmund Freud da okyanussal terimini sakinliği belirtmek için kullanırmış. Gözlerimizle gökyüzüne, denizlere veya okyanusa baktığımızda, farklı bir düşünce dünyasına dalarız ya bu anlarda sonsuzlukla özdeşleşmek arzusu duyar ve rahatlarız aslında. İşte bu rahatlama duygusu, bilinç altımıza mavi renk ile birlikte kodlanmaktadır ve mavi renk rahatlama duygusunu hep bilinç seviyesine çeken bir durum arz etmektedir. Her öfke nöbeti, her üzüntü; dinginlik isteğini su yüzüne çıkartır. Ve her mutsuzluk, mutluluğu çağırır.
- Yin ve Yang gibi...
- Sana daha önce de söyledim, her rengin olumlu çağrışımları olduğu gibi olumsuz çağrışımları da vardır. Olumsuzluğu, sürekli arayış içinde olmak şeklinde görünür... ki bu durum aslında tam da senin içinde bulunduğun durum. Ruhsal durumların, derin tutkuların da rengidir mavi. Bazen hayalperestliği ve aşırı duygusallığı da tanımlar. Biliyor musun, mavi rengi diğer renklere göre öncelikli olarak tercih edenler; coşkularını çevresinde bulunanlarla paylaşmak, bulunduğu ortamlarda yumuşak ve yakın ilişkiler kurmak arzusunda olanlardır. Tanıdık geldi mi sana da...
- Evet. (galiba seviyorum ben bu adamı)
- İlişkilerinde insanlara çabuk yaklaşırlar ve onlara aşırı derecede özden davranırlar. Haksızlığa gelemezler ve  sağlam bir adalet duygusu taşırlar. Düşünmeyi, düşler kurmayı ve zaman zaman da yalnız kalmayı sevdikleri de bilinmektedir.
- Kim sevmez ki sadece kendi istediğinde yalnız kalabilmeyi...
- Maviyi de koydun mu yerli yerine...

________________________________________________________ Devamını Oku...

Fotoğraf / effervescent perspective © Jennifer Short

SIRALI EVRELER

___________________________________________________________


6. Hafta / 2 Saat

uçurumdan atlamış bir kadının faydası olmaz sana

ve döndüremezsin ölmüş birini hayata

...
...
...


ölüme uzanmışım
bilerek isteyerek

başımda beklemen geri getirmez ki beni sana


ben şimdi yaşam destek ünitesinde nefes alan biriyim
fişimi çeksen bir ottan farksız bedenim
verimsiz bozkırların
kurak buğdayları gibiyim
ne toprağa
ne topraktan beslenene faydam var benim


saydam bir dünyada
atmayan koca yüreğimle
sevilmeyen kederler içindeyim

uçurumların kenarında dolaşıyorum
dengesizim
hayata zorla tutturulmuşum bir ataç yardımıyla
atacı alsan
düşerim


ben bu gece ölümle randevulaşmış
gece bekçisiyim
kapım açık
gelse, buyura gerek kalmayacak kadar

açılmışım, açmışım kendimi


ben doktorun ölüm saati ilanını bekleyen
cesedim

- Öfke, yalnızlık, çaresizlik... Bu mu hisettiğin...
- Sana demiştim, terminal hastalarının evrelerini yaşıyorum diye. Sözünü ettiğim makalede bir söz vardı.  "Ölüm bambaşka olabilir, insanca ve onurlu..."(*)
- Bu bağlamda 'yaşam da bambaşka olabilir, insanca ve onurlu...
- Terminal dönemdeki hasta hastalığı ile savaşma çabasındayken zorunlu olarak birçok aşamadan geçermiş Kübler ve Ross, 1995'deki çalışmalarında bu konuyu ele almışlar. Sen bunu zaten biliyorsundur da... Bu aşamalar inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak sıralanırmış. Ben öfke döneminde miyim? Depresyonda mı?
- Bazen evreler ayrı ayrı bazen de bir arada yaşanabilirler. Okuduğun makalede bu yok muydu?
- Vardı ama ben sıralı olmasından yanayım... İnkar evresini tam da o makalede okuduğum gibi geçirdim :

Bu dönem tüm insanlar için benzer olarak karar vermekten ya da bu yönde girişim yapmaktan çekinildiği bir dönemdir. İnkarı yaşayan hasta öleceğine inanmaz ve yanlışlık olduğunu ümit eder. Bu dönemde kişi zihinsel olarak yaşananları fark etse de genellikle duygusal olarak reddetmektedir. Bu dönemde hastanın sosyal desteklerinin arttırılması, tedavi süreciyle ilgili bilgilendirmelerin yapılması, inkarının sözel olarak desteklenmesi ve hastaya zaman tanınması önemlidir.
Ayrılığı zihinsel olarak kabul etsem de duygusal olarak reddettim. Bütün yaşananların gerçek olamayacağını, bütün bunlarda bir yerde bir şekilde bir yanlışlık olduğuna inanmak istedim. Herkesin başına gelebilirdi böylesi ama benim başıma gelemezdi. Gelmemeliydi. Ben iyiydim. Öyle demişti. 'Sen fazla iyisin.' O zaman neden diye soruyor tabi insan, kabul etmek istemiyor. Başka bir cevap arıyor. (Güçlü bir kahkaha atıyorum.)Deliriyor biliyor musun? Ben delirmiştim. Sana dedim daha önce, ayrılık ölüm gibi, yüreğince sevebildiğinde. Sen bi de gel benim yüreğimi düşün... O nasıl bir sevmekti... Nasıl inanmak. Ölümüne, sevmek... Ölümüne inanmak...
- Sonra...
- Sonra... Sonrası öfke... Bir sabah uyandım. Kendimi değil de onu öldürmem gerektiğine karar verdim. Ölümü hak eden oydu. O kadar çok seviyordum ki, kıyamazdım tabi. Nasıl bir öfkee nöbeti kendime yöneltilmiş. Anlatmıştım ya daha önce, bavulları yapıp hızla çıktığım sabahı. Duyduğum tek his öfkeydi. O kadar çok düşümüz, geleceğe ilişkin planımız, yarınlara yüklediğimiz anlamlar vardı ki... Bu haksızlıklı. Şimdi ayrılıyor olmak haksızlıktı. Neden "biz" diyordum. Neden "ayrılık"? Ne yaptığımı sorgulamaya başladım. Bunu hak edecek ne yapmıştım ki... Güvenimi tamamen yitirmiştim. Kendime, ona...
- Tıpkı makaledeki gibiydi yani...
- Evet... Kızgınlık ve öfke evresi de terminal hastalarla tutuyordu işte. Bazen okuduklarımı gelip sana satıyormuşum gibi mi hissediyorsun. Terecisin ya...
- Terminal hastaları ile ayrılık sendromunu yaşayan hastalarda benzer evrelere rastlamak mümkün elbet. Hele de ayrılığı bir ölüm olarak algılıyorlarsa...
- Bak bu da yazdığım başka bir yazı:

________________________________________Devamını Oku...
Fotoğraf / My Lost Lenore by Daria Endresen
(*) Cicely Saunders


20 Ocak 2010

O ANLARDA TUTUNDUĞUM DALSIN

___________________________________________________________











Dıt... Dıt...

- Alo...
- Duvarlar üstüme geliyor... Boğuluyorum... Midem bulanıyor. Kafamın içinde yüksek sesli cır cır böcekleri... Binlerce, onbinlerce... Susmuyor Serpil... Ne yapsam susmuyorlar... Boğuyorlar beni... Canım yanıyor Serpil. Her yerimden sanki kanlar damlıyor. Nefes alamıyorum...
- Nefes alır mısın... Benimle konuştuğuna göre, nefes alıyorsun... Haydi, canım... Hadi çık bana gel... Ben geleyim mi?
- Yok yok, sakinleşirim şimdi, sesini duymak iyi geldi... Biliyorsun değil mi? Sana da söylemiştim; söz vermişti. Bana söz vermişti. Anlamıyorum... Neden, niye... Değişen neydi söylesene. Gerçek değil gibi duyduklarım. Gördüklerim kötü bir kabus. Gene o rüyayı gördüm. Yeşil bir vadide bataklığın ortasındaymışım... Çırpındıkça batıyorum. Serpil, kurtulmak istiyorum... Bu duygu peşimi bıraksın. Ya da ben onu bırakayım artık istiyorum.
- Sen gittin mi Turgut'a...
- Yok gitmedim bu hafta... Gelme dedi... Haftaya gideceğim. İyi ki sen varsın, sen olmasan ne yaparım... İyi ki varsın...
- Sen de canım benim... Sen de iyi ki varsın... Ebrucum bak bu hafta arkadaşlarla Polenez Köy'e gideceğiz. Sen de gel hadi.
- Yok yok, siz gidin, ben gelemem... Biliyorsun hayata karışasım yok... Selam söylersin herkese...
_____________________________________________________

5. Hafta / 1 Saat

- En son sana geldiğimden beri çıkmadım evden gene. Bir tek o gün boğuluyormuş gibi oldum. Serpil'i aradım. İyi ki, evdeydi. Sakinleştirdi beni... Kendi sesimden gayri bir ses duymak iyi geldi. Yazı yazıyorum biliyor musun? Demiştin ya, aklına geldikçe bir uğraş bul kendine, değiştir odağını diye... Bir de geçen hafta içinde bir makale okudum, ölüm döşeğindeki hastalarla ilgili. Tahmin et ne oldu. Neredeyse her evresi tanıdık geldi. Ayrılık, bazen ölüm döşeğinde olmak gibi... Denedim biliyor musun Turgut, denedim... Elleri buz gibiydi... Teni beyaz...
- Biliyorum Ebru... Bak ne diyeceğim, okumayı seviyorsun, sana bazı konular vereceğim, İngilizcen iyiydi değil mi?
- Evet...
- O zaman orjinallerini oku. Sana henüz bir cevap değil bu. Zorlanırsan Türkçe kaynaklardan da araştırırsın.
- Haftaya gene gel. Gelirken yanında bir yazını da getirmeyi unutma?


__________________________________________________________Devamını Oku...

İPLER

___________________________________________________________


4. Hafta / 1 Saat

- Geçen hafta biraz daha az konuştum kendimle. Dışarı çıktım... İki kere... Birinde ekmek almaya giderken bir kedi gördüm, köşe başında. Bir kedi, yalnız, korumasız, ürkmüş. Dönüşte onu alıp eve götürmeye karar verdim. Arkadaş oluruz birbirimize diye. Bakışları çok güzeldi. Kahverengi, bildiğin sokak kedisi. Hani şu tekir derler ya, işte onlardan... Ama bakışları... Neden bakışları hep üzerimdeydi. Ekmek almaktan dönerken, kedi gitmişti. Bakışları hala üzerimdeydi. Yolun kenarındaki su birikintisini görmemişim, ayağım ıslandı. Bataklık... Bakışlar... Gökyüzü... Mavi... Gökyüzü maviydi biliyor musun? Nazım'ın şiirini bilir misin? Geçen seansta okumuştum. Tepki vermedin. En sevdiğim şiirlerinden biridir. Babam okumuştu çocukken bana. Bir pazar günü... Gökyüzü maviydi... Rüyamda gökyüzü maviydi. Ben bir bataklığın orta yerinde hem ileriye gitmek istiyordum hem de olduğum yerde çırpınıp kendimi boğuyordum. Galiba rüya değildi sana anlattığım. Yaşamımın orta yerinden başladım sana anlatmaya. Neler hissettiğimi anlatıyordum aslında. Ama bunu zaten biliyorsun değil mi? Onun bir rüya olmadığını sen zaten biliyordun. Konuşmayacak mısın bugün...
- Sen anlatıyorsun, ben de dinliyorum.
- Bana aradığım cevabı vereceksin değil mi? Her hafta bu sefer neyin ne olduğunu söylersin umuduyla geliyorum, içinden çıkamadığım bu bataklıktan kurtar beni diye, gözünün içine bakıyorum. Sense oturmuş sadece not alıyorsun. Bir makale okudum geçenlerde, borderline ile ilgili, sonra manik depresif... İnsan ne çok kendini buluyor dimi okuduğu her psikolojik vak'ada...
- Bazı semptomların senle örtüşmesi yeterli değil tahmin edersin ki... Hem çok doğaldır insanın kendinden birşeyler bulması. Bir de işin içine bulma isteği girince...
- Psikoloji okusaydım çözer miydim ki kendimi... Neyim var? Neden bildiğim halde, söküp atamıyorum kendimi ondan. Sanki merkezde o, uydusu ben. Bakışları da bizi birbirimize bağlayan kozmik güç... Aşk, kozmik bir güçtür, sizi diğerine görünmez iplerle bağlayan. Ve sonra da o büyük patlamada, o iplerdir sizi boğan... Özlü söz şahsıma aittir. Ben o iplerle boğmak istedim kendimi. Ölmek istedim. Denedim.
- Sonra...
- Gökyüzü maviydi... İkinci kez ise sokağa çöp atmak için çıktım. Çöpü attıktan sonra da parka doğru yürüdüm. Sebze satan bir kamyonet geldi. Üzerinde bir çocuk. Kocaman renkli gözler, yeşile çalan. Bağırıyordu. Dönüp bakınca gözgöze geldik. Gökyüzü o gün de maviydi. Çocuğun gözleri yeşil. Bakışları onun gibiydi... Uzun uzun baktım ona... Zaten en çok bana bakışını severdim... Uzun uzun bakardı bana... Neden masada otururken ben yanındaydım da O karşımızda oturuyordu.
- Senin yerinin kendi yanın olduğunu anlatmak istemiş.
- Ve onun yerinin masanın diğer kıyısında...

- Bugün kafan dağınık... Bırakmak ister misin?
- Gene ağlama krizine girerim diye mi korktun.
- Bugün ağlamayacağını biliyorum.
- Nereye gittiğimizi ve kimle tanışacağımı bilmiyordum. Fark ettiğimdeyse... Fark ettiğimdeyse, kalkıp gidecek yerim yoktu. Dilini bilmediğim bir ülkede, yolunu bilmediğim bir yerdeydim. Öyle güzel bir gündü ki... Güneşli, sıcak, bahardan kalma bir gün. Büyük gövdeli dev ağaçların olduğu bir ormanın içindeydik. O gün de gökyüzü maviydi biliyor musun?... Neden takıldım ki durup dururken mavi gökyüzüne...



___________________________________________________________Devamını Oku...

19 Ocak 2010

GÖK MAVİYDİ




___________________________________________________________


Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün benden bu kadar uzak
                           bu kadar mavi
                           bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                         kımıldanmadan durdum. (*)


_____________________________________________Devamını Oku...

(*) Nazım Hikmet - Bugün Pazar şiirinden