07 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 2




















Merhaba Sevgili Evren,
Devam edelim mi kaldığımız yerden...

OLAY:

Salondaki büyük masada yemek yerken, sessiz ve sakindiniz. Sohbet; günler  öncesinde yerini derin iç seslere bırakmıştı. Aniden çalan telefon ile onun masadan kalkışına ve hatta sırtına dönüşüne anlam verememiş ve az sonra şakıyan sesini duymuş ve şaşırmıştın. Telefon görüşmesi bittiğinde,  "hayırdır" der gibi bakmıştın, "şantiyeden bir arkadaş sadece"... Verilen cevabın yüzde yarattığı anlamsız tebessümü  anlamaya çalışırken de bakmaya devam ediyorsun sessizce... Onun, gülen sesi, yüzü ve gözlerini anlamaya çalışırken; o, "yahu valla, sen şimdi böyle bakıyosun ya, sinirim bozuldu benim, ondan gülüyorum" demişti...


ÖĞRENİLEN:

Unutmaki, heyecan önce sesle ele verir kendini, sonra bir gülümsemeyle, sonra inkarla... Duyarga her ne kadar eklem bacaklılara özgü; başın ön bölümünde bulunan, eklemlerden oluşmuş hareketli duyu alma organı olsa da, senin gibi yüreği kocaman insanların da bir süre sonra antenleri gelişir. Gözlem yeteneği güçlü, karşısındakinin hal ve tavırlarını o güne kadar dikkate almış biri olarak hemen fark edersin, değişimi. Böyle bir değişimle karşılaştığında ilk tepkin, güveni devam ettirmek niyetiyle, eyvallah olmasın söylenene;  karşındaki ses titrediğinde sebebi sen değilsen, şahidi de sen olma!




Fotoğraf / Crystal Newton

06 Mart 2010

SIĞINMAK




Fotoğraf / Luben Karavelov




'Yıllar boyu yüreğime karşı savaşmıştım, çünkü üzülmekten, acı çekmekten, terk edilmekten korkuyordum. Gerçek aşkın bütün bunların üstünde olduğunu, hiç sevmemektense ölmenin daha iyi olacağını her zaman biliyordum. Ama bu cesarete yalnızca başkalarının sahip olduğunu düşünüyordum. Ve şimdi, şu anda, bunu yapabilecek gücün bende de bulunduğunu keşfediyordum. Ayrılık; yalnızlık, üzüntü anlamına da gelse, aşk her şeye değerdi.'(*)

Adam o gülün yapıldığı o geceyi öyle iyi hatırlıyordu ki, bir ayrılık hali üzerine yaptıkları bir konuşmanın orta yerinde, kadın okuduğu kitabı çantasından çıkartmış ve bu sözleri o peçeteye yazmıştı ve ardından bir gün dönmemek üzere gidersem, sana bırakacağım bu gülü demişti: O zaman sakın arkanı dönüp bakma, sakın bekleme ve sakın ağlama... Sadece böyle bir aşkın bir tarafı olabildiğimiz için sarıl sol yanına ve unutma; 'Aşk kalıcıdır, değişen yalnızca insanlardır.' (*)

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...





Aralık 2009 / Yazının Tamamı “Gülden Peçete”

O GÜN



Gözyaşımı parmak uçlarınla sildiğinde,
Bir daha hiç ağlamam sandım...







Yasmin Levy - Adiós Querida


Fotoğraf / deviantART

AĞLAMAK



Fotoğraf  / Anisja





Yağmur yağıyor
Dün geceden beri
Duru durağı olmadan
Yağıyor

Yüreğimin penceresini kapattım az önce
Artık serinliği yüzüme vurmuyor
Yağıyor sadece
Canıma vura vura
Yağıyor

Yağmur yağıyor
Dün geceden beri
Duru durağı olmadan
Yağıyor

Yağıyor sadece



 




05 Mart 2010

FOTOĞRAFIN FISILTISI / YOLCU

Fotoğraf / Nuno Milheiro



Bazı yolların sonunu görmesende
Yolcusu olmayı göze almalısın

Varacağın yere değil
Yola odaklanmalısın





KARALAMA



Yaşam, içinde onlarca köşe barındıran bir labirent gibi bazen. Bir köşeyi dönünce bitecek sandığınız labirentte ilerliyorsunuz biteviye. Bu, herhalde labirentin çıkışa varan son düzlüğü diye düşünürken; önünüzde bambaşka bir köşe beliriveriyor aniden. Yaşam seçimlerden ibaret, siz her bir seçimde kendi haklılığınıza sarılıp ilerliyorsunuz. Kuşkusuz, kendi durduğu yerde ve baktığı yerde herkes haklıdır. Empati konusundaki- biraz da karşı çıkan bir tavrı sergileyen bir yazı- yazarken de sormuştum: Anlamak mümkün mü sahiden?


***
Siz kendi gerçekliklerinizden, yaşanmışlıklarınızdan bakarak "ben seni anlıyorum ama ben haklıyım, diyorsanız" bu anladığınızı mı, gösterir?

***
Anlamak zordur, anladım deriz ama ne kadarını anlarız? Anlasak gerçekten, kendi doğrularımız üzerinden bir tavrı sürdürür müyüz ısrarla... Karşımızdakinin incindiğini bile bile, bir tavrı sergilemek olsa olsa, değer vermemek gibi gelir bana. Hem değer veriyorum deyip, hem de incitebilmek pek yüreğimde barındırabileceğim bir hal değil doğrusu. Sevmek haline de yükleyemem böylesi bir tutumu.

***

Oysa dinlemek, dinleyebilmek gerek kendini. Biraz nefes almak, kendi haklılığımız üzerinde dururken ve savunduğumuz bir yürekken, diğer yüreği param parça ediyor olmak savunduğumuz noktada bir parça olsa da bir taraf olmak değil midir? Dedim ya, bir parça kendine dürüst olmak gerek, nedir ki haklı olmak?

***

Haklı olmak, kaybedeceğine değer mi? Haklılığı bir yere bırakarak, sadece bizden bakmak zor geliyorsa, ve üstelik; köşe orada ister dönersin ister beni böyle seversin halleri aslında inandığının biz olmadığının göstergesi mi?

***

Sorular sonsuz, köşeler gibi... Bir sorunun cevabını aramak için harcadığımız çabayı, mutlu olmak için harcıyor muyuz diye düşündüm? Mutluluğu sürekli hale getirmek biraz da bizim seçimlerimizle ilgili değil mi? Köşeden bir dönsem diye uzun uzun düşünmek yerine, tüm risklerini göze alıp köşeden dönüvermek en kolayı mı acaba... Peki ya sonrası... Yine bana hüsran yine bana yalnız geceler mi?

***

Sorular, köşeler gibi... Döndükçe, çözdükçe bir başka köşe bir başka soru buluveriyor seni... Yürek sevince, dönüyor ha babam dönüyor. Sonra bir dönüp bakıyor, dönen bir tek kendisi. Dönmeyi bıraktığı anda düşüyor. 

Ne acı ki, tutacak sandığı avuçlar çoktan rolüne ısınmış; el sallıyor, repliği kısa ve net.
                                                                                                                                   "Güle güle..."

Oysa; "gitme"daha kısa bir replik değil mi? 
O eller yine baş rolde, ama bu sefer uzanır tutmak istercesine...


Biri giderken, haklı olmak iyi birşey mi?
Hem haklı olmak nedir ki?
Anlamayı gerektirir mi?
Gidenin ardından, "ama ben haklıyım" demek yüreği serinletir mi?


_________________________________________________________
Fotoğraf / Samuel Roy

FOTOĞRAFIN FISILTISI / PARÇA

Fotoğraf / Alexander Khavanov




Tanrı fotoğrafımı çekti bu sabah
Flaşlar patladığında gülümsemek için geç kalmıştım
Artık onun arşivinde hüznün fotoğrafı olacaktım.




04 Mart 2010

DEJAVU / ÖĞRENDİKLERİNİ UNUTMA / 1

Sevgili Evren,

Dejavu serisini senin için kaleme alıyorum. Sen daha önceki deneyimlerini unutacak kadar salaksın çünkü. Belki, bu satırları geri dönüp okuduğunda, öğrenmiş olman gerekenleri hatırlar ve bir kere daha, en azından aynı konuda, yüreğini acıtmazsın.

Bu seriye, dejavu dememin nedeni basit: Hayat tekrarlar kendini... Ve sen salağı, her defasında yeni, yepyeni bir güne uyanıyorum sanıp, aynı güne uyanırsın ve farkına bile varmazsın... Kendime, seni eğitme, deneyimlerini hatırlatarak, daha mutlu ve huzurlu yarınlar hazırlamak gibi bir misyon edindim. Çünkü görüyorum ki, bunu tek başına başarman mümkün değil. Çünkü, senin yüreğin de salak. Fark ettiğsen, de ayrı, bu demektir ki; aklın salak...

Neyse, herhalde, nedenini, niyesini artık bildiğin yepyeni bir deneyime açıyorum dünyanın kapılarını:
Hayatın sana daha önce defalarca kafana vura vura, (altı çizili, 14 punto, kalın) anlattıklarını, bir kez de gözüne sokarsam, belki, öğrenirsin... Gördüğün gibi, çok da umutlu değilim şahsen senden... Öğrenme kapasitenden çok, unutma kapasiten korkutuyor beni. Öyle salaksın ki, bazen adını bile unutacaksın diye korkmuyor değilim.

Ara ara, bir dejavu ile karşına çıkacağım. Sana da uygunsa burada buluşalım. Ben yazayım, sen oku... Sonra hatırla, kafanı git duvara vur... İlk olayla ilgili fazla detay vermeyeceğim. Olayı okuyunca aklına saniye saniye geleceğine eminim...

İkimize de bu süreçte, kolaylıklar diliyorum....
Bir de uygun bulursan bundan sonraki her dejavu yazısında bu fotoğrafı kullanmayı düşünüyorum.

Sevgilerimle,
Yüreğine iyi bak... Değerli olduğunu unutma... Değer bilmeyeni, orada tutma...




















OLAY:

Bir adam tanımıştın, eski karısı hakkında herhangi bir şey sorsan, hiç çekinmez cevaplar ve hatta o konudan çıkar meselenin felsefesini bile yapardınız. Ama velevki, arkadaşım dediği ve sonradan karısı olacak hatunun bırak kendisini, işi ile bile ilgili olsa, genel bir cümle kursan, ve hiçbir kastın ve yargın olmasa, yani öylesine bir durum üzerine sohbet mantığında söylesen ya da bir soru sorsan, nedense algısı olumsuz çalışır ve sesi yükselirdi. Savunmaya geçer ve neredeyse bağıran bir sesle kapıları çarpar giderdi...

ÖĞRENİLEN:

Bir insanın önemsediği, değer verdiği ve yüreğinde taşıdığı insanla ilgili olumlu-olumsuz laf etme... Söylediğin bir cümle ile duvara toslarsın... Niyetin, yermek, eleştirmek falan değilken, sadece bir mesele üzerine örnekler sunarken; suçlu olursun, söylediğine ve söyleyeceğine pişman olursun. Umrunda olma halini fark eder, daha önce o umru algılayamadığın için kendini suçlarsın. Umur; tazedir, canlıdır. Öyle ki, sesindeki heyecandan, titreşimden bile bunu fark edersin ki, bu ses titremesi ile ilgili bir olay ve öğrenilene de bir sonraki yazıda yer vereceğim.


Hatırladın değil mi?
Eh bi zahmet, bu sefer öğren ve kapa çeneni !



_______________________________________________________
Fotoğraf / Crystal Newton

FOTOĞRAFIN FISILTISI / PASİF

Fotoğraf / Correia Emmanuel


Aşk diye atmıyorsa bir yürek
Kızağa çekilmesi gerek





CAMDAKİ ADAM

















Bu sabah uyandım…  Yatağımdan kalkarken yüzümde bir gülümseme vardı. Mutluydum. Güzel bir uyku uyumuştum ve huzurluydum.  Yatağımın sol yanında uyandım. Yatağımın sol yanı uzun zamandır boş. Sahibini bekliyor.

O olmasa da, masadaki sandalyesini boş bırakan bir anne tanıdım, oğlunun gelmesini dört gözle bekleyen. Her yemekte bir sandalye, bir tabak onun için de konurdu masaya. Günler sonra, oğlu gelmese de kızım dediği gelini gitmişti oğlunun yanına. Uzaklardaki bir masada oğlunun yalnız olmayacağını bilmek mutlu etmişti son günlerinde onu. Nerededir o çift şimdi kim bilir?

İnsan aklı nereden nereye…

Yatağımın sol yanını anlatıyordum. Dün gece ilk defa yatağımın sol yanında uyudum. Yastığa sarılmadan. Sadece kafamı dayadım. Güvenli, sevgi dolu bir göğse yaslar gibi huzurluydum. Sabaha kadar öylece uyumuşum. Sabah ilk defa yatağımın sol yanında uyandım. Dedim ya mutluydum. Mutluluk ne kısa ne uzun bir duygu. Anlık, o an var sonra o an aklına gelince gene var. Ama hüzün öyle mi… Hep içimde. Bir köşede sinsice bekliyor. En mutlu zamanda bile kendini hatırlatacak küçük bir ayrıntı buluyor. Mesela, tam da o uzun zamandır beklediğiniz öpücük size doğru geliyor. Kalbiniz çarpıyor, ağzınız kuruyor, kan öyle hızlı dolanıyor ki damarlarınızda; içinizde tuhaf bir korku…

Ve işte sahnede gene o görüntü:

Bir adam camdan dağın yamaçlarında kurulmuş şehre bakıyor, üzerinde küçük siyah bir şort. Bedeni çıplak, elinde bir sigara. Şehir gözle görünür mesafede, sabah ayazında üzerinde bir çiy. Kadın yattığı yatakta adamın keyifle sigara içtiğini düşünürken; adam yitirdiği kadına ağlıyor.

Neden sürekli bu görüntü gözüme takılıyor.  Neden beni o adamın ve kadının hali hüzünlendiriyor. O adam kim. Ben miyim yatakdaki kadın. Peki neden o yataktayım. O ev. O yamaç… İki yanı ağaçlarla çevrili bir ormana girer gibi dar bir yol.

Öpücük artık beni ilgilendirmiyor. Kafam o yolda. Korkuyorum oradan ileriye, yolun sonundaki eve gitmeye. Karşı evde kocaman bir köpek. Dost olduğumu anlar mı?

İçeride beni neyin beklediğini bilmiyorum. O adam hala pencerede mi ki? Sorsam, neden her heyecanlandığımda camın önünde duruşunuz geliyor gözümün önüne desem. O kadar gerçek ki görüntü aklımda. Bari diyorum bir kahve içimlik uğrayayım yanına. Bulur muyum yolu acaba? Ya da aradığım cevabı bu adamda. (06.05.2007)




___________________________________

Fotoğraf / deviantART
İlk Yayın Tarihi : Mayıs 2009

03 Mart 2010

FIRLAMA TEKLİF



bahardan oldum avare
dolandım 
tüm gün yemyeşil çimenlerde
yorulunca
aldım soluğu sinemada
izledim
bir aşk filmini
elimde bir torba abur cuburla

aniden  geldi bir adam
kahverengi derin bakışlı
sormadan öptü beni
dudakları yapış yapıştı

adım aşk dedi
çarparım adamı hiç anlamadan
çarp dedim
çarp beni kendinle
sesim kısıldı diyemedim, ama bölme!


uyardı yaşlı kadın
evladım hapur hupur yeme
dokunur sonra bünyene
teyze dedim ne diyon
ben o kolalı jelibonla
şu anda büyük bir aşk yaşıyom

_____________________________________

Fotoğraf / Manfred Halter

VAR MISIN?





Bugün okuldan kaçan çocuklar olalım istiyorum
Sadece sen ol
Sadece ben olayım
Bir tek sınırlarımız olmasın
Ama  heyecanlarımız olsun
Ya yakalanırsak diye

Umursuz olalım bu düşünceye
Keyfini çıkaralım günün
Okuldan kaçtık ya
Mesela gidip çimlere uzanalım
Ya da bir sinema salonunda öpüşelim ilk defaymışcasına

Elimizde bir köpek öldüren
Şarhoş olalım doyasıya
Şarkılar söyleyelim parkın ortasında
Bakışlara inat
Bağıra çağıra

Bugün okuldan kaçan çocuklar gibi olalım
Yetişkin hallerimize inat
Gidelim ormanın kuytusuna

Konalım bir dala
Kur yapan kuşlar gibi
Şakıyalım
Sabahtan akşama


______________________________________

Görsel / Kaynağı Hatırlanmıyor





02 Mart 2010

BİR AN OLMALI

Dil, seven yüreği kırdıktan sonra güzelleşir...





Oysa;
Bir an olmalı...
Yürek kırılmadan hemen önce,
Güzel sözlerin söylendiği
Tek bir an...
Olmalı!
 Zaman orada durmalı.



Fotoğraf / Marcin Klepacki

FOTOĞRAFIN FISILTISI / LÂL




Fotoğraf / Marcin Klepacki



Sitem bile etmiyordu dili
Yüreğini ayaz kesmişti




HİSSETMEK


Genç kadın boynunu büktü ve "insan bazen ne aşk ne meşk istiyor" dedi; "tam doğru kelimeyi bulabilir miyim bilmiyorum ama insanın bazen tek istediği birazcık olsun övülmek, beğenilmek falan!" Güldük.. Galiba anlamıştım onu. Karşındaki sana "iyi ki varsın!" duygusunu hissettirmiyorsa, "seni seviyorum"ların pek anlamı olmuyordu. Böyle zamanlarda aklıma hep pek sevdiğim psikanalist ve düşünür Adam Phillips'in söyledikleri gelir: Phillips terapi için başvuran sadakatsiz çiftlerin çoğunda sadakatsizliği "affetme" duygusunun ağır bastığını belirtir. Çiftlerin asıl affedemedikleri şey bir tutumdur! Peki nedir o tutum? Birbirlerine hayatlarında ne kadar önemli bir yere sahip olduklarını hissettirmiyor oluşları...

Gece uzun, gece yalnız... Dolanıyorum yine kelimeler arasında. Aklımla yüreğimin oyunlarından yorgun, susuyorum. Kelimeler arasında kuruyan duygularımın, hırçın çıkışlarını sevmiyorum. Kendi kabuğuma çekilip, görünmez olmak istiyorum.

Haşmet'in yazısını okurken, bir cümlenin altını kalın kalın çizdiğimi fark ediyorum:

Birbirlerine hayatlarında ne kadar önemli bir yere sahip olduklarını hissettirmiyor oluşları...

Aklım o cümleye takılıp kalıyor, yüreğim o cümlenin altını çizmeme sebep anlarda dolanıyor. Ruhum sıkkın. Ruhum bedenimi terk edip, sokağın köşesini hızla dönüyor. Onunla karşılaşmayı umuyor. Oysa o, çok uzaklarda....

Anılarım, ruhumun kaçışından memnun teker teker geliyor önce, ürkütmeden, korkutmadan, kapıyı kapatıp, kuytularıma kaçmaya fırsat tanımadan, teker teker, yavaş yavaş, temkinli...

Ben anıları, kah gözü nemli, kah yüzü gülümsemeli karşılarken, ruhum geri dönüyor, çok uzakta zannettiğim O'nu da alıp gelip kuruluyor karşıma. Nasıl bir iç sıkıntısı ile, nasıl da karanlık ormanların orta yerinde hem de gece yarısı hem de fenersiz kalakaldım...

Gözümün önünde kare kare anlar, yüreğimde onlarca iğne olup saplanan kelimeler... Nereden geldim ben bu hale... Ruhum O'nu getirirken yanında başka neleri getirmişti. Oysa, düşündüğüm tek şey;

Birbirlerine hayatlarında ne kadar önemli bir yere sahip olduklarını hissettirmiyor oluşları... 

Bir ilişkinin olmazsa olmazı... Arkadaşlık, sevgililik, evlilik fark etmiyor, çocuk ya da anne baba olmak fark etmiyor, çalışan ya da patron olmak da... Önemli olan tek şey, onların hayatlarındaki öneminiz... Önemden kast edilen kişiden kişiye değişir elbet...

Beklentilerin yüksek der Şuşum bana. Öyle midir gerçekten, hep düşünürüm. Derdi sevmek ve sevilmek olan biri için bu iki kriter çok mu yüksektir. Beklentimin yüksekliği, kendi yüreğimin verebileceklerinden midir yoksa... Yoksa ben karşılıksız sevmiyor muyum? Yoksa bu kadar karşılıksız olup da hala önemsenmediği için mi duygularım, yüreğime iğneler batıyor. Mesele galiba "hissetmek"te. Geçenlerde bir blogta okuduğum yazıda vardı, not almamışım kimin, aklımda kalanıyla şöyleydi cümle:

Seven ne kadar sevdiğinden emindir de, sevilen ne kadar sevildiğinden hep şüphe duyar...

Buradan yola çıkınca, yukarıdaki cümlenin altını neden kalın kalın çizildiğimi fark ediyorum. Salonun orta yerinde, O'nun O'nunla konuşmasını uzaktan seyrediyorum.

Ruhum bedenime geri döndü. Yüreğimdeki iğneler, kurumuş yapraklar gibi teker teker düştü. Tek bir iğne duruyor, o iğne hep duracak. Sen hayatını bana adasan da, bensiz yaşamayacağını söylesen de, bu yürek hep sızlayacak...

Bazı sözlerin doğru olsalar da tutulamayacağını öğrendi bu yürek, çok zaman önce...
O iğne bu yüzden hep duracak...









Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Fotoğraf / deviantART




01 Mart 2010

KELİMELER

Söz uçarmış, yazı kalırmış ya...
Kaldı.









Hiç yalan söylemedim deme...
Bazen söylememek de yalandır.
Doğruyu gizlemek de...

Yalan söyledim, de...
Bilerek ve istenerek söylenir çünkü,
Tercihtir.

Bazen incitmemek içindir.
Bazen incinmemek için...
Bazen kurtulmak,
Bazen kurtarmak için...
Bazen sakınmak,
Bazen saklamak için...

Hiç yalan söylemedim deme...
Söyledin.
Doğruların izinden daha derin yalanlarının izleri.
Çok derin.
Üzerine kaç doğru söylersen söyle,
Yalanlarının üzerini örtemezsin.

Sözlerin doğruydu belki ve uçup gitti
Yalanların yazılı kaldı geride.
Şimdi okudukça;
Kanıyor doğru sandığım her bir izin.

Doğruyla yanlışı ayırt ediyor yürek
Her yanlış yalan değil elbet ama
Her doğru da gerçek değil.

Her gerçek bir parça yalan
Her yalan bir parça doğru
Sen
Yalan söyledin
Ben
Yalan söyledim

Niyesi, önemli mi?
Niyesi, gerçeği değiştirir mi?
Niyesi, senle beni yalansız bir dünyada
Ama dolansız
Ama oyunsuz
Karşı karşıya getirse
Gözlerin gözlerime
Dost doğru bakıp
Konuşabilir mi?

Gözlerin gözlerimle dost kalabilir mi?
Peki ya sözlerin sözlerimle...

Söz uçar
Unutma!


Kelimelerin yazıldığı yerden sırıttılar bana
Dudağı hafif sağa kayık
Gözleri dik dik ve manalı
Sırıttıkları anda
Sözlerinin hepsi uçup gitti uzağa
Kelimelerin kaldı

Yürekte bir doğru
Kıvrım kıvrım
Kıvrım kıvrım
Kıvranıyor şimdi
Sevmek
Acı çekiyor
Hiç bir söz
Acıyı dindirmiyor

Yürek;
Bazı sözler tutulmaz,
öğreniyor.



Fotoğraf / Magdalena Rzymanek

28 Şubat 2010

KORİDOR






Bir hüzün kapladı içimi...
Arkanı döndün ya uyurken
Ve sarılmadın ya sabaha kadar...
Gözlerimde yaşla uyandım yeni güne.
Mevsimim sonbahar.


Taslakların arasında dolanıyorum. Yukarıdaki dörtlüğü yazıp bırakmışım. Koridor koymuşum adını. Puslu bir koridormuş sanki geçtiğim, adı üstünde, koridor: Bir bağlantı sadece... Bir anıyı odaya, odayı bir yaşama  bağlıyor...

Anıların aklıma üşüştüğü ana bakıyorum da, gereksiz buluyorum hatırlanışlarını. Düşününce üzerine, yani neden şimdi, neden böyle bir günde diye, bir de dönüp bakınca sol yanıma, atınca yüreciğim küt küt, anlıyorum neden geldiklerini. Uçan kuşları, sağanak yağmurları, güneşi çiziyorum bir kağıda. Uzaktan bakıyorum.

Seyre dalıyorum baharın gelişini. Nice zaman sonra, sol yanıma dönüp, açık duran avuçlarına bırakıyorum yüreğimi, mevsimim değişti, yeniden yeşerecek yüreğim, sen yeniden yeşerteceksin beni. Korkularımın yerini güven alacak, endişelerimin yerini yarınlara dair umutlar... Sen öfkeme her yenik düştüğümde bambaşka bir tabloyu resmedeceksin bana, sabırla. Hayat öğrettiriyor. Haraptarlı Nafi'nin şu cümlesinde olduğu gibi:

Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum.

Sana hiç sormadım. Yaşayarak öğrenmek bir seçimdi. Her defasında seçimimi seçiyorum, şimdimde olduğu gibi...




_____________________________________
Fotoğraf / Zhang Meng







27 Şubat 2010

A Ş (I) K




duvarlara yazacaktım adını

titredi bacaklarım
döndü başım

yüreğimin atışı hızlanınca
anladım



Dean Martin / That's Amore



_________________________________

Fotoğraf / hcmaia

SANDAL / SONBAHAR AŞIKLARI



Senden gelecek bir haberin tarifsiz sıkıntılı bekleyişiyle kıyaslanır mı bilmem ama kıyıda terk edilmiş bir sandalın sonbahar aşıklarını bekleyen hallerinden birinde, tam da gün ortasında, sağanak bir yağmurun içime yağışını seyrediyorum, kederle...

Yorgunluktan ve ıslanmaktan ağırlaşan yüreğimin soluklanacağı bir limana, şaşalı yelkenim olmayışından alınmayışımı çok da sorun yapmadan, hız yapmaya müsait olmayan motorumun çıkarttığı yüksek desibelli pata pata sesleri içinde, arkamı dönüp de giderken, aklımda karşı kıyıdaki köhne barakanın yıkık dökük tahtalarından birine tutunmak vardı...

Bekleyip beklemediğini anlayamadığım halinden biraz şaşkın, hallice meraklı koşuşturmam seni ürkütmüş olacak ki, başının ağrısını bahane edip kuytulara çekilmen, sonra da kapılarını teker teker kapatışına şahitliğim mahkemede sayılmadı delilden...

Hakimin gözyaşları içinde, benim sana gelişimi resmedişimi kendi babasına sarılışı ile eş tutmasına değildi alık alık bakışlarım, ben hakimlerin de gözyaşları olabileceğini hiç düşünememiş oluşuma tuhaflaşmıştım...

Mahkeme duvarlarında asılı duran tablonun bana çağrıştırdıklarını kaleme almayı düşündüğümde, delilikle masumiyet arasında sıkışıp kalan ince çizginin, ne kadar daha inceltilebileceğine odaklanmış olan kısık gözlerimin görebildiği son noktada, gözlerinle beni seyrediyor oluşun içselleştirmekle eş değerdi benim için...

Kararsızlığım; senin mi beni, benim mi seni içselleştirdiğim noktasındaki soruların yarattığı doğal bir afetken sadece, beynimi etkileyeceğini sandığım tusinaminin artçı dalgaları yüreğimin kıyılarına vurduğunda, şezlongları savrulmuş turistik bir sahil kasabası gibiydim...

Herkesin terk ettiği kumsalımda, senden gelecek bir haberin tarifsiz sıkıntılı bekleyişiyle kıyaslanır mı bilmem ama kıyıda terk edilmiş bir sandalın sonbahar aşıklarını bekleyen hallerinden birinde, tam da gün ortasında, sağanak bir yağmurun içime yağışını seyrediyorum, kederin dışa vurumunun yasak olduğu bir yerde, yağmursuz topraklar gibi çatlamışım da kalmışım gibi...


__________________________________________________________________

Fotoğraf /1x.com
İlk Yayın Tarihi /  Mayıs 2009

CESUR VE UMUT

Sabah; güneşli ve güzel... Sabah; senli benli hallerin akılla yürek arasındaki medcezirlerini seyre dalma, o medcezirlerin, kendini aşan bir cesareti barındırma isteğinin ve o halleri yarınlara taşıyacak umutları yeşertme çabalarının ve içinde herşey olan bir sürü şeyin düşünülüp esintili bir bahar sabahında makinadan yeni çıkmış çamaşırların efil efil kurumaya bırakılması için, tek tek akıl ve yürek iplerine asılmasının yorgunluğunda...  Rüzgar henüz devam ediyor.




O sırada, medcezirlerimi uzaktan seyretmeye karar veriyorum. Sevdiğim kanallardan birinde, kapana sıkıştığı için sol kolunu kaybeden Cesur ve 12 saçma ile kör kalan Umut selamlıyor beni, doğalarında olmayan bir çaresizliği koca bedenlerinde taşırken, boz renklerini yaşadıkları topraklardan mı aldılar diye kafa yoruyorum, onlarsa hayata tutunduklarını gösteren oyunlarından kafalarını kaldırıp, bakıyorlar yüzüme... Bir şey demek ister hallerine takılıyorum. O anda anlasam da, ipteki çamaşırlarım henüz nemli...

***

Çocukken en sevdiğim şeydi sirke gitmek... Çocuktum, ben onların sadece fotoğraflarını çekiyordum ve eğleniyordum, onların çektikleri acılardan habersizdim ve onların yaptıklarından eğlenmediklerinin farkında bile değildim.

 Büyüdüm. Büyürken acılar çektim.

Ayıların bizleri eğlendirmek için çektikleri acıları gördüm. Hele ki bu sabah seyrettiğim belgesel mıh gibi kazındı aklıma: Ben henüz acı çekmemiştim.

Öğrendim ki; geleneksel Çin tedavisinde kullanılan safralar, ay ayılarından alınıyormuş. Cendereye sıkıştırılmış bedenleri ne kadar uzun süre aç bırakılırsa o kadar çok salgı üretimi oluyormuş. Bir kataterin bedenlerine monte edilmesi sonucunda yaşadıkları 10, 15, 25 yıllar boyunca, mezar büyüklüğündeki bir kafesin tabanına sıkıştırılmış olarak yaşayan ay ayılarının korkunç işkencelerle ölüme terkedilmeleri kendime getirdi beni. 

Çektiğim acıları teker teker sildim, acılarım listemden... Hepsini deneyimlerim listeme aldım. Acılarım listem bomboş duruyor şimdi. Dedim ya, mıh gibi kazıdım: Ben henüz acı çekmemişim.

***

Belgeselleri seviyorum, yaşamın içinden oldukları için, yaşama ayna tuttukları için seviyorum. Düşündüm ki, pazar günlerinin vazgeçilmezi Danny Kaye ile büyüdüğüm için sevdim klasik müziği ve cazı belki, ve ailem  belgesel seyrederken gözümün ucu, oynadığım oyundan kaçıp ekrana takıldığı için yaşamdan olanı seviyorum sanki...

Artık büyüdüm; sirklere hayvanlar varsa gitmiyorum, onların tercihi olmayan ve doğalarına aykırı hareketlerini, kendi bilinçleri ile seçmeme hallerini seyretmeyi bir keyfe dönüştürebileceğimi sanmıyorum. Ve acı çekmenin kendi tercihi olmadıkça eğlenceli bir tarafı olabileceğine de inanmıyorum.

Sadece insanlardan oluşan gösterilere gidilmeli diye düşünüyorum. Öyle güzel sirkler var ki... Cirque Du Soleil mesela...

Hayvanlı sirklerin sahnelerinde altın tozu var diyordu seyrettiğim belgeselde, altın tozuna kanıp sahne arkasındaki acıları unutmadığımız bir yaşam dilerim hepimize...

İyi haftasonları...



Danny Kaye et le Philar de New York 4



Fotoğraf / La Loba / Hanging In The Sky
Fotoğraf / Ay Ayısı / Google İmage

KURULMUŞ CÜMLELER / 15


Fotoğraf / Petr Drozdov


BİR SÜRE SONRA

Bir süre sonra,
bir eli tutmakla bir ruhu zincirlemek arasındaki
ince farkı öğrenirsin,

Ve aşkın yaşlanmak,
birlikte olmanın da güvende olmak
anlamına gelmediğini öğrenirsin,

Ve öpücüklerin sözleşme
ve hediyelerin de vaat olmadığını öğrenmeye
başlarsın,

Ve yenilgileri
başın dik ve gözlerin açık karşılamaya başlarsın,
bir çocuğun üzüntüsü ile değil, bir yetişkinin
zerafeti ile,

Ve her şeyi bugünü düşünerek yapmayı da öğrenirsin
çünkü yarın ile ilgili her şey belirsizdir.

Bir süre sonra güneş ışığının yakıcı olduğunu öğrenirsin
eğer fazla maruz kalırsan.

Bu yüzden,
başka birisinin sana çiçek getirmesini beklemeden
kendi bahçeni yarat
ve kendi ruhunu kendin süsle.

Ve göreceksin ki dayanıklısın
Ve kuvvetlisin,
Ve değerlisin...


Veronica A. Shoffstall




26 Şubat 2010

KURU





kelimelerimin arasında sıkışıp kaldı duygularım
artık senelerce saklayabileceğim


_______________________

Fotoğraf / zubeyde gamze

GİTME İSTEĞİ







yüreğim o kadar sıkışık ki

söküp alsan

ancak nefes alacak gibi
 
 
 
____________________________
 

AŞK/A DÜŞ/MEK








Görmemek için kör olmak gerekir.
Ama bilir misin,
Körlerin hisleri kuvvetlidir.



___________________________

SÖYLENTİ





Gerçek, bir söylentiye teslim etmez kendini
Oysa düş öyle mi?
Sis bulutlarının ardına gizlenmiş bekler seni

Söylentiye kulak asıyorsan
Tekrar bak
Gör iyice karşındakini

Düşün
Gerçeği
Yenebilir mi
Söylenti

Yeniyorsa
Gördüğün düş mü
Söyle artık gerçeği

Gerçeklikte
Sonunda göreceli bir kavram değil mi?

Dünün düşü bugünün gerçeği
Bugünün gerçeği yarının düşü olamaz mı sanki...

Senin de kafan karıştı değil mi

Söylenti
Aklın yüreğinde bir sis gibi
Düşündükçe
Yüreğimin aklına bir perde indi

 

Marvin Gaye - I Heard It Through The Grapevine




Fotoğraf / Wilson Hurst

MAŞUKA UYANMAK















Bilmez misin ne der Yunus Emre 
“Biz sevdik, âşık olduk, sevildik, maşuk olduk.”



Kuzinede pişmiş taze ekmek kokusuna uyandım
Yanımdaydın


Suyumuzu kesmiş köylü
Onlardan değiliz diye
Kendince dışlamış bizi

Ah be köylü
Bilmez misin
Dağları delen maşuk
 Suyu da doldurur köyün çeşmesinden güğümlere

Ki o maşuk
Aşkını fısıldar
Her uyandığımda dudağıma
öpe öpe

Taşığı güğümlerde ısıtır suyu
Yıkar ellerimi ellerine alıp
seve seve

Sen bilmezsin köylü
Aşıkla maşuka
vız gelir
dere tepe
 O gerekirse kor eder yüreğini
Pişirir gene ekmeğini
Taze ekmek kokusuna uyansın aşkı 
Maşuku yanındayken diye


Kuzinede pişmiş taze ekmek kokusuna uyandım
Bu sabah da
Yanımdaydın

Gününe aydınlık
Yüreğine aşk dolsun
Aşk olsun sana maşuk
Aşk olsun...





 

25 Şubat 2010

ÖZLEDİM SENİ HAFIZ



Bugün kandilmiş, simidinin kokusu geldi burnuma...
Özlediğimi fark ettim seni yıllar sonra...
Annem kaderin benzemesin diyor,
güzelliğinle çelişen çilenin tanıklığından belki...

Dilim dönmüyor teyze dedikçe;
Bildiğin, anladığın dilde et duanı derdin
Adın hafız sanırdım
Soyadın hüzün

Bildiğim dilde ettim dualarımı
Senin ardından da
Onun ardından da

Huzur olmuştur yatağınız dilerim orada
Dayıma selam söylemeyi unutma

______________________________