30 Haziran 2010

Ben Size Demedim mi?



Kanım bitlenince bugün, ezelden bir rahatsızlık durumu da olunca bünyenin, haliyle bugün de düşündü, ne yapsam ne yapsam da keyfimi katmerlesem diye, uzun uzun... Hal böyle olunca, güneşte gözüme gözüme vurunca, dedim bir limonata yapayım en buzlusundan, içeyim serin serin. Hazır iyileşmişim, kutlanması gerek bu durumun. Başladım limonata tariflerine bakmaya. Malzeme basit: En sarısından mis kokulu limonlar, ılık su, soğuk su, şeker ve tabi ki yeşil mi yeşil, taze mi taze mümkünse dalından henüz koparılmış bir avuç nane.

Limonatanın da tarifi mi olurmuş demeyin. Siz beni dinleyin, suya şeker katıp üzerine sıktığınız limonlu karışıma limonata demeyin. Bir kaç tarifi okuduktan sonra, döndüm gene kendi yoluma, bildiğimce yapacağım limonatamı: Önce kabuklarını rendeledim ince ince, ardından sıktım limonları ayrı bir kaba. Limon kabuklarına ekledim şekeri, benmari yöntemi ile ısıtıp; limon kabuğunun rengini, yağını, aromasını salmasını bekledim  bir süre. Beklemek bununla kalsa iyi, soğudu bu karışım önce, ben naneli  sevdiğim için ekledim ince ince doğranmış canım yeşili üzerine, ezdim, ezdim, ezdim bir iyice. Salınca nane de hem kokusunu hem de rengini, ekleyiverdim üzerine sıcaktan ılığa doğru yol almış suyumu. Karıştırdım şekerler eriyinceye dek, önce tülbent inceliğinde süzgeçimden geçirdim ki yapraklı yapraklı olmasın limanota cam bir kaba girince. Doldurdum camdan bir şişeye karışımı, ekledim üzerine soğutulmuş suyu, içine attım bir dal nane, koydum dolaba lezzetleri kaynaşsın diye birbirleriyle, içeyim dedim iki saat sonra, daha ilk yudumda budur dedim işte limonata!



29 Haziran 2010

Limon Gibi Bir Güne, Frambuazlı Muffin Pek Yakıştı Doğrusu


Şimdi ben evdeyim ya, hani dinleneyim diye. Ama gel gör bünye rahatsız, oturamıyor öyle boş boş ki dinlensin, yenilensin, enerji taşmaları yaşasın. Haliyle ne oluyor, kadın kısmısı, yani ben oluyorum, dolanıyorum, ne yapsam ne yapsam, ne yapsam da yattığım yerden kilo alsam. Sonra aklıma düşüyor, buzluktaki ahududular, ki namı diğer frambuazlar. Gün, bildiğiniz limon. Bazıları için yemek mümkün olsa da ki güzel geldiğindendir herhalde ben genellikle ekşi bir tat bulurum kendisinde, keklere, salatalara ve bazı soslara yakışsa da, güne yakışmıyor işte. İşte ben böyle dertli dertli otururken, ne olacak buzluktaki frambuazımın hazin bekleyişi diye düşünürken, aklıma geldi, Cafe Fernando'ya uğramak; maksat bakarak doymak. Allahım nasıl tariflerdir onlar ve nasıl fotoğraflar. Kısaca adam yetenekli, ben ise tembel. Yoksa bende de var yetenek, valla bak. İnanmazsın ama okumaya devam et. Neyse, dolanırken aklımda 'ne olacak bu frambuazlarımın hazin bekleyişi" cümlesi, karşıma çıkıyor bir tarif; hem güne uyuyor hem de aklımdaki frambuaza.  Alıyorum soluğu az kullanılmış, uzman elinden mutfağımda. Yanlış anlaşılmasın satılık değildir kendisi.


Bir elimde; Frambuazlı ve Limonlu Muffin... tarifi. Diğerinde ölçü ve karıştırma kaplarım. Bende bir seviyorum, evlenecem havası... Giriştim hemen işe, önce yumurtalar çıktı dolaptan ve diğer malzemeler masa üstüne dizildiler teker teker. Nasıl bir yeni gelin edasıyla kıvrılıyor o spatula elimde; ıslak malzemeler, kuru malzemelerle flört ederken, ah bir video çekenim olsa da şu yeteneğim görülse diyorum bir elim havada dans ederken. Dilimde bir şarkı, var mı benden iyisi... Aniden durup, hemen ciddiyete davet ediyorum kendimi. Bu iş ciddi; fotoğrafını gördüğünüz muffin, hasta bünyemin ilacı. Bir ilacım daha var ama kendisi şimdi uzakta. Hem o gelinceye kadar iyileşmek lazım değil mi?

Neyse efendim, şu yanda uzayıp giden fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, pişti de tadına bile bakıldı kendisinin. Annemin, özene bezene dağlardan topladığımız ahududularla yaptığı reçel de oldu yanına sos. Tavsiye olunur hem muffin, hem de reçel. Malzemesi az, yapımı kolay, otuz dakikada masada.

İnsan, Kendi Hayatının Yazarı...

Hastayım ya, evdeyim haliyle. Gün içinde ara ara televizyona bakıyorum, herhangi bir şey beni yorsun  istemiyorum. Başlığa taşıdığım cümleyi duyuyorum, Amerikada yayınlanan bir programın fısıltı tonunda sesle söylenenleri. Yaşam koçu, kendisi ile ilgili olumsuzlayan cümleleri sıklıkla tekrarlayan seyircisine, tavsiye niteliğinde yaptığı kısa bir konuşmanın içinde kullanıyor bu cümleyi. Televizyonu kapatıyorum. Sessizlik ve düşünce...

Kendi yazılarıma baktığımda, hüznün ağırlıklı bir yeri olduğunu söylememe gerek yok değil mi? Bu blogu okuyorsanız zaten biliyorsunuz ve hatta belki artık eskisi kadar sıklıkla okumuyorsanız yüksek bir ihtimal ki, artık bu hüzün denizlerinde kulaç atmaktan siz bile yoruldunuz.

Nedenleri, niyeleri üzerine yapılan bir düşünme egzersizi, bana bunları yazmamın içimde biriktirmeden atmak isteği ile açıklanabileceğini ispatladı sanki. Peki ya mutluluklar, hiç mi yoklar, dökülmüyorlar mı yoksa kelimelere, başka bir nedeni olabilir mi onları yürek ardına saklamanın.

Gene bir düşünce egzersizi: Aklıma sırasızca gelen durumlar, cümleler, yazılar, anlar... Birkaçını sizinle de paylaşayım istedim.

Bir arkadaşım, yıllar önce, neden mutlu bir evliliğin olduğu halde, o mutluluğu ön plana çıkartmıyorsun dediğimde, kıskananların olumsuz enerjileri ile uğraşmak istemiyorum da ondan demişti.

Hemen hatırıma gelen bir başka şeyse şu aşağıda okuyacağınız satırlar oldu; içimin acısını kustuğum kelimeler, karamsardı, umutsuzdu ve belli ki okuyana da bulaşıyordu.


Sevgilim Evrenim,
Siteni tekrar canlandirdigina sevindim.
Her zaman yadirgamissimdir çogunlukla kotu anilarini okurlarinla paylasmani...Sanki hayatinda hiç guzel anilar yokmus gibi. Allahtan ben oyle olmadigini biliyorum
Gülen güzel gözlüm.
Senin hayranın.

Serbest bir çağrışım, çoklukla sizi, sorunun asıl kaynağına ulaştırır. Neden neden tekniği gibi... Problem çözme teknikleriyle yaklaşmayız gündelik yaşamda sorularımıza ve sorunlarımıza. Oysa, ve büyük bir olasılıkla bunu yapıyor olsak, çorbada tuz yok diye ayrılıkla sonuçlanan pek çok ilişki daha sağlam, mutlu ve huzurlu devam ediyor olurdu, kanımca tabi.

Bak, gördünüz mü, enfeksiyona yenik düştü düşünce sistemim, planlı bir yazı yazma isteğim, kendini akan düşüncelere teslim etti ve akıp gidiyor, artık plansızca. Yazmaya devam edeyim bakayım, yolumu nereye çıkaracak bu kelimeler. Siz de okumaya azmaderseniz belki buluşabiliriz bu yazımın sonunda.



Haşmet Babaoğlu, Babam Benim yazısında der ki; (2006 tarihli bir yazı, bir yazımda uzun bir alıntı yapmışım, ama bugün o yazının sadece bir bölümünü taşıyacağım buraya)

Bilelim ki... İnsanı anlamak annelerimizi sevip anlamakla başlar.

Hayatı anlamanın yolu ise babalarımızı sevip anlamaktan geçer.
Bilelim ki...Annelerimiz bizi gerçekten seviyorsa biz de kendimizi seviyoruzdur...
Babalarımız bizi bağrına basıyorsa biz de başkalarını korkmadan kucaklayabiliyoruzdur...

Çocuk yetiştirmenin, hele de mutlu bir birey yetiştirmenin, anne ve babanın omuzlarına yüklediği sorumluluk hep ürkütmüştür beni. Dozu hep ayarlamak zorunda olan anne ve baba, ah ne büyük bir çelişki, çok sevsen olmaz, sevgiyi az sunsan, gene olmaz. Peki ya o doz kaçtığında... O doz kaçtığında ortaya çıkan  gedikleri, çocuğun erkenlikle başlayan farkındalıkları ve yaş ilerledikçe zamana, insan ilişkilerine, yaşama yansıyan kapatma telaşlarını; birazcık insan üzerine düşünen, gözlemleyen ve okuyan herkes görebilir aslında.
 
Bu konuda ahkam kesecek birikime sahip değilim, sadece kendimce hayatı gözlemlemeyi sevdiğimden, baktıklarımı gördüğümü düşünüyorum. Mutluluk üzerine neden daha az yazıyorumun cevaplarını ararken çıktığım yolculuğun duraklarında denk geldiğim ve yaşandığı anda beni mutlu etmiş, ama ben bunu dile getiremediğim için soru işareti kalmış olanlar varsa, içimden onlara teşekkür etmek istedim. İnanırım ki, insanlar artık birbirlerinden haber almasalar ve hatta hiç ama hiç gözleri değmese de artık birbirlerine, bir zaman diliminde, bir anı paylaşan yürekler, mutlaka hissederler birbirlerini. Ve ılıklaşır yürekleri, yürekten gelen bir teşekkürle, sevgiyle, özlemle...
 
Gene ne çok uzattım değil mi; ezcümle; gördüğünüz ve bildiğiniz üzere; sıklıkla umutsuz, karamsar ve acı kelimelerim. Sanırım bunu; "ben kendi hayatımı yaşıyorum, yazdığım hayatsa çoğunlukla içimde tutmak istemediklerim" cümlesi ile açıklayabilirim. Tabi bir de taşanlar var: Aşk... Bir meditasyon tekniğiydi sanırım, içimizdeki olumsuzlukları dışarı bırakıp, olumlu düşünceleri içeri almak. Yazmak benim için, açtığım bir pencere... Şimdi derin bir nefes; acılar dışarı; huzur, mutluluk ve aşk ise yüreğime... Taşarlarsa, elbet buluşur onlar da kelimelerimle...
 
 



Fotoğraf / Salvador Sabater

27 Haziran 2010

Sıcak Bir Çorba ya da...

Çocukluğumdan beri sıklıkla hastalanırım, alerjik bünyem, kronik kelebekli öksürüğüm, faranjit ve laranjite yatkınlığım 40 yıldır, gene mi hastalandın cümlesinin vazgeçilmez cümlelerimden biri olmasına neden olmuştur.   Hastalık dönemlerini, genellikle ayakta geçiririm. Ne de olsa, o sıklıkla gelip de sıcacık bir çorba yapacak olanı bulmak ve kendini naza çekmek gibi bir lüksü her daim bulamaz insan. 

Anam sağolsun, içine sinmez, söylemeden bilir hasta olduğumu, elinde bir tas çorbası kapımdadır her daim. En uzaklarda olduğu zamanlarda bile eksik etmez, sıcak bir çorba yapıp içseydin der ki, çorba kadar iyi gelir sesi. Bugün yattığım yerden düşündüm de, sımsıcak bir çorba kadar etkilidir, sımsıcak bir nasıl oldun... Elimden birşey gelmiyor deriz ya bazen, oysa bilmeyiz, elimizden gelmeyen sesimizden gelir.

Dilerim, sizler daha iyi bir pazar geçirmişsinizdir.




26 Haziran 2010

3 Nokta 1 Soru İşareti


Burn It Blue




Bir gülümseme yayılıyor yüzüme, basket sahasını görünce...
Aşk biraz da göze alıp üç sayılık bir atış yapmayı istemek değil mi?









Yürüyorum tek başına, biraz ürkek, biraz duraksar gibi...
Aşk biraz da korkmak değil mi?










Düşünüyorum sanarken, düş kurar buluyorum kendimi...
Aşk biraz da düşmek değil mi?











Kafamı kaldırıp  gökyüzüne bakıyorum, bulutlar pare pare...
Aşk biraz da yara almak değil mi?









Bir hatmigül çıkıyor yoluma...
Aşk biraz da şaşmak değil mi?









Penceresinde saksılar olan ev takılıyor gözüme...
Aşk biraz da farkına varmak değil mi?






Denizler geliyor gözümün önüne, hırçın ve dalgalı denizler...
Aşk biraz da durulmak değil mi?









Yağmur yağdı az önce...
Aşk biraz da teslim olup akıp gitmek değil mi?









Bir mutfak penceresinden duyuyorum çilek reçelinin kokusunu...
Aşk biraz da hasretlik değil mi?






Yanan mumların alevinde tir tir titriyor gece...
Aşk biraz da portakal rengi düşler kurmak değil mi?






Gece bir yıldızı nöbetçi kılmış kendine...
Aşk biraz da korumak değil mi?







Parlarken gözbebekleri insanın, nasıl da güzel oluyor...
Aşk biraz da parmak uçlarıyla gözyaşını silmek değil mi?








Duvarlar örüyor insan aklı, kendini korumak adına...
Aşk biraz da karanlık bir koridordan geçmek değil mi?









Işığı göremediği zamanları olur ya insanın...
Aşk biraz da elinden tutmak değil mi?






Kulağımda bir şarkı uykuya gebe gözlerim kapanıyor usul usul...
Aşk biraz da yitip gitmek değil mi?







Bazen ne kadar sonsuz mavi ve sonsuz yeşil baktığımız yerler...
Aşk biraz da bir çift yürek olabilmek değil mi?










Bir yılı geride bıraktık anlara yepyeni anlamlar yükleyerek...
Aşk çoğunlukla kahkahalarla gülebilmekti.
Güldük.
Seni seviyorum.


Fotoğraflar / photo.net



24 Haziran 2010

Devamı Olmayan Cümleler


sana haksızlık ediyorum farkındayım ve senin beni anlamanı beklemiyorum...

Böyle başlamışım cümleye... Devamı gelmemiş, yarım kalmış, niceleri gibi. Biraz daha geziniyorum, gönderilmemiş, sahibi belli, adresi artık belirsiz maillerime. Neden silmediğimi, niye silemediğimi bilmiyorum. Az sonra bir cümle öbeği ile karşılaşıyorum, biraz kırgın duruşlarında fark ediyorum bir sonbahar sabahı terk edilmişliklerini. Tarihe bakıyorum, eylül diyor ayı, yılının artık ne önemi var ki...

Yaşadığım travmaydı evet tam bir travma...
Uzun upuzun bir hikaye... Anlatmaya bile değmez aslında...

Gerek kendi yaşamımda, gerekse yakın çevremde sıklıkla tekrarlanan, mekanları, şehirleri, kahramanları değişse de, cümleleri değişmeyen bu durumun, nedenleri ve niyeleri üzerine düşündüğüm o geçmiş zamanların üzerine, şimdinin gözlüğü ile bakabilmek istiyorum. Kelimeleri, anları, insanları değil de, sadece bir durumun yarattığı o travmayı, bu denli içselleştirip, içinden çıkılmaz bir sokağa koşar adım gidişime nasıl engel olamadığımı bulmak istiyorum. Gözlerimin artık açık olan o çukurlarında, farkındalık var. Eskiden ne mi vardı? Bir eski sevgilinin dediği gibi, belki aşk, göz çukurlarına dolan boktu! Böyle söylediği için bile terk etmeliydim ben onu. Niye etmedin, derseniz: Belki de çok haklıydı.

Geçmişi düşünür dururken - belli ki bir yıl değil de sanki onlarca yıla sığdırılacak bir yoğunlukta yaşandığından - çok geçmiş gibi geliyor şimdi üstünden. Hani beşle çarpsan her şeyi, yerli yerine oturacak yaşananlar. Dönüp bakıyorum anlara, hatırladıklarım beni hep gülümseten ve yüreğimi aşkla dolduranlar, oysa yazdıklarım ve gönderemediklerimde hep bir hüzün var.
Ben seni geçmişinle hiç yargılamadım,
aksine geçmişine bu denli sahip çıkan bir adama saygı duydum,
hayran oldum
 ve tanışınca da aşık...

Anıların saklı olduğu, o zihnin bilinmez büyüklükteki kütüphanesi, bir kelimeden alıp nerelere götürüyor insanı. Girilmez denen kapıları, şifresi sadece  kendinde olan bir anahtarla açıp da hiç korkmadan ilerliyor, geçmişin; karanlık, kokulu ve silik sokaklarında. Ne gerek varsa...

Ama bir kere çıkınca yola, durmayı bilmeyen bir av köpeği gibi koşuyorum kokusunu aldığım hüznün peşinden, o dönemde av mı, avcı mı olduğumu bilmediğim sonsuz ormanda, ilerliyorum. Gece çökmek üzere, puslu, serin ve sessiz bir havaya büründü bulutlar, rüzgar çalılara çarparak çıkarttığı o hışırtıları, aya çarptırıyor ve yankısı kulağımı deliyor sanki. Ah o rüzgarlar, meltemken bir sevdayı fısıldayan, kasırgayken bir ayrılığı bağıran rüzgarlar.



söylenen ufacık şeylerden yüreği kıpırdayan ben,
kocaman cümleler kurduğunu sanıyor
ve onların bir esinti bile yaratamadığını görünce 
çok üzülüyor biliyor musun

İnsan, sevince, istiyor ki, kendi içindeki kıpırtı büyüyerek gidip ona çarpsın, ve aşkı karşılıklı kılan da herhalde o çarpmanın yankısının gelip gene kendi yüreğini yakması. Böyle düşününce ne tuhaf oldu değil mi aşkın tarifi. Kendine yansımasına mı aşık oluyor insan gerçekte. Rüzgar, belli ki bugün bulutları süpürüp götüremeyecek ve yağan yağmurlar iç sesimi bastıramayacak. Onca işin içine sığdırılmaya çalışılan 'devamı olmayan cümleler' de tamamlanmadan huzura kavuşamayacak.

Uzun bir mektubun satır aralarında dolanırken, takılıp kalıyorum, o an'a. Beni bu uzun mektubu yazmaya itenleri bulup çıkartıyorum hafızamdan, geçmişin, geçmişin üzerine çekilen süngerin ve o süngerin üzerinde şimdi gene geçmiş olan o an'lara takılıp kalıyorum. Bir hesaplaşma peşinde değilim, faturalarımı çoktan kestim; bazen ona, bazen kendime, bazen ve galiba sıklıkla bize. Ben onca kelime arasından, bir veda cümlesine sığdırılan, her şey olmayan ama çok şey anlatan o  kelimelerin altını çizdim. Bir yüreği, hesapsız ve kitapsızca bir yüreğe iliştirivermenin değerini hep bildim. Bugün olduğu gibi.

teşekkür ederim...
en çok da yüreğini yüreğime koyduğun için...

Rüzgarın beni alıp götürdüğü, devamı olmayan cümlelerde dolanıyorum bir süre daha. Sonra yönümü bloglara çeviriyorum. Hasret Senfonilerinin yeşerttiği tesellide alıyorum soluğu. Altına bir not düşüyorum; hızlı ve içimden geldiği gibi:

bazen, yaşarken yani, yani o anda nasılda, anlamlar yüklüyoruz kendimize, ona ve olana.
sonra, mevsimler değişiyor, anlamlar bazen silik, bazen hala altı çizili çıkıveriyor karşımıza.
ya silik olanın üstünden geçip belirgin hale getiriyoruz, ya da altından çizgiyi alıveriyoruz.
hafızanın raflarında saklı nice böyle anlar var değil mi. insan kendi kütüphanesine girmeyiversin, kaldırdığı kitapları okumaya bir kere başlamaya görsün. daha önce bir yazımda da kullanmıştım bu ifadeyi:
kendinin farklı yüzleri ile karşılaşmak.
karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi...
sevgiler...

Yazdığım yorumun, son satırlarının altını iyice bir çizdiğimiz fark ediyorum. "Karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi..." Senli benli geçmişimizi düşündükçe fark ediyorum ki; gülen gözlerin ve sessizce bağırdığın seni seviyorumlarınla, benim gülen yüzümsün. Zamanın ve mesafelerin bir aşkı beslemek için, nerden baktığına bağlı olarak aşkı yeşerttiğini öğretensin.


Bundan tam bir yıl önce,
Yüreğini avuçlarıma bıraktığın o ilk gelişin
ilk heyecanıyla sevdim seni. 
Yüreğimi yüreğine iliştirdiğimde yağan o ilk yağmuru çok sevdim,
ama seni daha çok.


Gözlerimi kapadım
gerisi sana kalmış sevgilim.

s.v.a.k.
Fotoğraf 1/ Salvador Sabater
Fotoğraf2/ Ewa Ządło



23 Haziran 2010

Dalından Yemek Kırmızı ve Şarap Renginin Her Tonunu


Güzel bir üç güne sığdırdık
Ağaç bir eve
Yeşilin tonlarına
Dalından toplanan
çileğe, böğürtlene,
ahududuya
ve kiraza,
Huzuru.

Güneş ısıttı tenimizi
Toprak aldı bütün negatifimizi
Yağmur geldi damla damla
Islattı yüreğimizi
Güzel bir üç günde
Büyüttük sevgimizi