26 Eylül 2010

Tersine Dünya





Tersine döndü dünya
Mide tersine
Gözler baygın, gidiyorlar sanırsın Mersin'e
Şimdide takılı baş ağrısı
Bünye sarsılıyor titreye titreye


Dünden beri
Tersine döndü dünya
Düzelse bari yarına








25 Eylül 2010

Yumurta Sufle ya da Bir Şımarık Sabah Vakti

Bu sabah 4.15 gibi açtım gözlerimi. Nedensizdi, o anda. Artık sizin de bildiğiniz gibi bünyem rahatsız; alışığım ben onun uyumamalarına ya da zamansız uyanmalarına. Kalktım bir yudum su içtim. Yatağıma dönmek yerine, polar battaneyemi alıp salondaki L koltuğa uzandım. Sonra aslında son derece gereksiz gibi görünen bir şey yapıp eski ekmek teknesindeki dekorasyon dergilerinin üzerinde duran laptop'a baktım. Uzanıp aldım. Önce gelen bir maili ardından da bir blogu okumaya başladım. Bir tarih seçtim, o tarihdeki yazıyı kendime yol ettim. Sonra ilk yazıya dönüp yakın tarihe doğru okumaya başladım. Oku demişti O bana. Okudum. Uzun zamandır içimde yükselen bir ses gibiydi okuduklarım. O'nun suretlerinde karşıma çıkanlara kulaklarımı mı kapamıştım? Sonrası, sorulardı, sonrası cevap aramalar.  Bir saatten fazla okudum. Yok yok okumak değildi, içimde hissettiğim her bir kelime bir duvarıma çarpıp yıkıyor gibiydi. Bir deprem... Sonrası bir teslimiyet gibiydi. Saatin farkında değildim. Sabah ezanı okunmaya başladı. Banaydı. Sessizliğin içinde, bana, yalnız bana, sadece bana sesleniyordu. Sabah ezanı, Sabâ  makamında okunur, içi hüzün kokan bir kadının sabah ezanını sevmesi için yeter de artar bir sebep değil mi? Yaz sabahlarından farklı olarak, sabah ezanını sonbahara yakıştırırım ben. Hüzün ikiye katlanır. Pencerenin aralığından usul usul gelen sese ve yele verip duygularımı kapadım ekranın beyaz ışıklı ekranını. Üzerime iyice çekip siyah polarımı, daldım huzurlu bir uykuya, derin olacağını hissebiliyordum. Daha önce bir okyanusta hiç yüzmemiştim.

Gün çok erken başlamadı. 8 gibi gözlerimi açtım tekrar. Güneş yalayıp geçiyordu yüzümü, gözlerimde durup okşadı bebeklerimi. Sonra yanağıma usul bir öpücük bırakıp uyandırdı beni. Geldiği gibi sessizce yoluna devam etti. İçimin sıcaklığında, enerjisi yenilenmiş bir kız çocuğu da kalktı benimle birlikte. Gün güzel olacaktı. Belliydi.

Yüz şapur şupur bol suyla yıkandı. Aynada ışıldayan gözlerin sahibine bir gülücük bırakıldı, yanaktan bir makas alındı. Ah Tanrım! Bugün başka bir ülkede başka birinin ruhunda falan mı uyandım ben. Evren'in bütün enerjisi içimde de sanki.

Üzerime, hafif, ince bir elbise giydim. Çamaşırları yıkanmaları üzere makinaya doldurup, dönmelerini seyrettim. En son bunu yaptığım sabah, bir karar vermem gerekiyordu. Sıkıntılıydım. Oysa bu sabah, eğlencesine baktım dönüşlerine. Gülümsedim. Banyodan çıkıp mutfağa yönelirken, gelişi güzel yatağın üzerine atılmış battaniyeyi derleyip katladım. Yağaımın üzerini örttüm ve camı açtım. Annemden kalma bir alışkanlık aslında bu yatak toplama. Ben yataklarımızı hiç dağınık görmedim. En sıkışık zamanlarda bile önce yatakların üzeri örtülür, düzeltilirdi. Böyle bir annenin kızı olduğum için mutlu oldum. Annemin yüreğini öptüm. (İyi ki, senden olmuşum ben.)

Buzdolabının kapısı açık, önünde ne yesem diye düşünen ben... Hafta arasının sabahlarını genellikle yulaf, çeşitli flakesler ve sütle geçiştiren ben, hafta sonları kahvaltılarımı mutlaka bir şölene dönüştürürüm. En azından bir gününü. Bu sabah böyle bir şölen için biçilmiş bordo renkli ipekli, gümüş işlemeli kaftan gibi. Dolapta bir önceki hafta sonunun şımarıklığından kalan çemensiz pastırmalar, yumurta, yarım pembe domates, birazı bir önceki akşam salatada kullanılmış köz biber,  hâlâ umut vaadeden rokalar, dostluk kokan kurutulmuş domatesler, az biraz sert beyaz peynir ve boynu bükük dil peyniri dikkatimi çekti. Hepsi bir anda değil tabi. Teker teker... Hani bunun yanına ne olsa iyi olurdu derken derken çıkıverdiler karşıma...

Plan basitti. Bir sufle kabına pastırmalar kenarları taşacak şekilde yerleştirildi. Ortasına az biraz pembe domates, köz kırmızı biber konuldu. Üzerine yumurta kırılıp, tuz, karabiber ekilip, 170 derece fırına verildi. Ara ara kontrol edilerek yumurta pişmek üzereyken küçücük doğranmış dil peynirleri de üzerine atıldı. Böylece yaklaşık 10 dakikada şımarık bir kahvaltının baş rolündeki yumurta hazırlanmış olacaktı.

Ben sabah kahvaltılarında bilumum ot severim. Bu da babamdan geçen bir alışkanlık. (Canım benim.) Rokanın kurtarılabilenleri ince ince doğrandı, üzerine pembe domates küp küp kesildi. Kurutulmuş domates şişesinden çıkartılan iki adet domates minik minik doğrandı. En üstüne de beyaz peynir rendelendi. Ben yağ, tuz ve karabiber eklemedim. Ne de olsa, karabiber lezzeti rokadan, yağ kurutulmuş domatesten, tuz da peynirden gelmişti. Bu sabah Doğadan firmasının çıkarttığı naneli soğuk çay denenecekti. Bir kocaman konik bardağa tamamı dolduruldu. Servis ederken bir kaç dal taze nane unutulmadı. Piştiğini haber veren yumurtalı sufle fırından alınıp, tüm hazırlananlar kahvaltı tabağında yerini aldı. Ben yanında Besaş'ın tam buğday ekmeğinden bir dilim yedim. Harika doydum. Keyfimi katmerledim. Sonra uzanıp koltuğuma bu güzelliği sizinle paylaşayım istedim. Gününüz ve yarınınız yüreğinizce olsun dilerim.







NOT: Bu tarifin aslı Pastırmalı Yumurta adıyla Cafe Fernando da yayınlanmıştı. Benim tariflere sadık kalamayan bünyem, ana malzemeleri aldı ve onlardan yumurta sufle yapıverdi. Tarifini oradan olmak daha akıl kârı olabilir tabi...

24 Eylül 2010

Kayıtsız Aşk


Bir sabah okuduğum yazının kelimeleri dolanıp duruyor zamansız, olmadık bir konuşmanın orta yerinde aklımın çengeli o iki kelimede takılı, ne çekip çıkarıyorum, ne de kurtarıyorum kendimden onu. Dursun istiyorum, orada öylece asılı kalsın, zamanı gelince nasıl olsa düşer yüreğime, aklıma, dilime, kalemime.

Sahi, bir aşk ne zaman biter, söylesene..?


Yangın Yeri



içimin tenhasında kısa bir yürüyüşe çıktım
benimle gelir misin

beni derinlerinde hisseder de
yüreğinde misafir eder misin

bir kahve içimlik olsun sohbetimiz
bir sigara dumanına saklansın vuslat
bir özlem boyu olsun sözlerimiz

çok kalıcı değilim be adam
tek bir anda saklı kalsın herşey
anlam yüklediğimiz o anda
sonrasında ben kaldığım yerden
yürümeye devam edeyim



içinin tenhasında
kısa bir yürüyüşe çıkmış
küçük kız çocuğu

üşümekten korkarım
ısınmaktan korktuğum kadar
ılınırsa yüreğim sana
çok yanar sonrasında
izin ver ben bildiğim zamanda gideyim




griliktir benim sonsuzca görebildiğim
alışık değil dünyanın renklerine gözlerim
üşümem geçti bak
titremiyor artık ellerim
müsadenle
yüreğimi yüreğinden alıp
ıslak dudağımda bir tebessüm
ortalık yangın yerine dönmeden
bırak da
senden gidebileyim
bırak da tek başıma
tenhalarımda yürümeye devam edeyim








23 Eylül 2010

Yok Gücüyle Dayanmak



kocaman gözlerinde kocaman damlalar berivanın,
soyadı dayan
insanlar adlarıyla mı yaşar gerçekten?

12 yaşında yaşayarak öğreniyor terörü.
dayanıyor yok gücüyle; annesinin son gidişinde üzerinde kalan bakışlara ve uzanan ellere çocuk yüreğiyle...
söküp atamıyor,
söküp atamayacak!
ona sorulan sorular karşısında, o kocaman damlayı taşıyor kirpiğinin ucunda,
akıtmıyor, akmasına izin vermiyor.
annem, diyor... yardım, diye bağırdı... edemedim.
ağlamıyor, onun soyadı DAYAN.
yok gücüyle dayanıyor.

içimde bir yer kopuyor.
terörü lanetleyen yanım isyan ediyor.
kendimi bildim bileli o coğrafyanın çocuklarına ağladım,
o coğrafyanın çocuklarının kadersizliğine...

berivan, anneme sözüm var, diyor... çok çalışacağım, başarılı bir öğrenci olacağım.
sonra diyor iç sesim, ya sonra berivan....
sonrası yok berivanın.
sudenaz ve zeynep'in de...
onların sonrası da önceleri gibi;
koca koca kara kara sis bulutları yükselecek göğe,
gökyüzleri hep karanlık.

oysa, onlar daha çocuklar...
güneşli günlere gebe umutları.
güneş ısıtmazsa yüreklerini, umut nasıl yeşersin ki gök yüzlerinde...
yarınları aydınlık olmayan bir coğrafyada doğamadıkları için umutları kırık mı büyüyecekler?
ah berivan, ah sen dayanmakla taçlandırılmış olan küçük çocuk, senin gücün yeter miydi, ananın, yardım et çağrısına... gözleri hep gözlerinde asılı kalacak o son bakışa.

insan yüreğim sessiz kalıp susmalarıma küs biliyorum
doğunun kardelenlerine sahip çıkan Türkan'ın pencereden el sallayışı geliyor gözümün önüne;
bana, sana, bize o veda... günler sonra kırmızı bir minibüsün kan izinde anlıyorum.
emanetine bakamadık Ata'mızın.
emanetine bakamadık Türkan'ın.
acı büyüyor bu sabah yüreğimde...
susmak daha bir batıyor kendime.
iğne bu sabah bende, çuvaldız kimde hiç bilmiyorum.




Haber...
Fotoğraf...

21 Eylül 2010

AŞK Tamlaması




Bedenimin dili vardı.
Tüylerimin ürpertisi...

Gözlerimin feri vardı.
Burnumun sızısı...


Dilerim...
Sen ol yüreğimin kıpırtısı.






Not: Tamlayan mı Tamlanan mıdır AŞK, diye sormuştum bu şiirin tadı kalan yazımı ilk yayınladığımda. Bugün bir kez daha okurken fark ettim ki, bir soruya değil de bir ada ihtiyacı vardı. Aşk Tamlaması koydum adını.  (YN - 22.09.2010)

Gülümseten Sıcak Yüreklere

Sabahın erkeninde, uyan zili çaldı vücut saatimin. Baktım 6. Kalktım ve güzel yürekli bir dosta çıtır kıtır yapmaya karar verdim; taze taze olsunlar istedim, kokuları üstlerinde kalsın. Bilmem öyle oldu mu?.. Yola çıktım. Yağdı yağacak bir hava, gözü nemli, bir yaş hazırda beklemekte, bahanesi hazır da, bekliyor işte. Serde yiğitlik var, yağamıyor.

Bir saat kadar sonra arabadayım, gün gri, kara kara bulutlar gelişlerini müjdeliyor yağmur damlalarının, henüz çok yolları var gibi. Nasıl da sıkışık trafik bu saatte bile, camı açıyorum, nefes nefes içime çekiyor göğün griliğini ciğerlerim, o esnada yolun karmaşasından sıyrılıyor aklım... Yüreğim pır pır... Nedensiz. Dikiz aynasının darlığına takılıp kalıyor gözüm. Dışında güneşler açan, içi hüzün kokan kadının gözlerini görüyorum. Ne de küçük şeylere büyüyor gülüşleri. Bu kadını seviyorum. Gözleri güzeldi... Gülüşü dünyalar kadar güzelmiş. Söyleyenin yalancısı olmak istiyor kalbim. Biliyorum, yüreği güzel olanlar, güzel görür dünyalarında olanları. Öylesine inanıyorum ki bu bildiğime, duyar duymaz bir sözcük, sıcacık bir gülümseme yayılıyor yüzüme, yüreğime kadar değiyor ve yatıştırıyor soğuktan ürperen tüylerimi...  Gülümsüyorum hâlâ, öyleki; sıcaklığından ılınıyor odam.

Esen deli rüzgâra yükleyeyim istiyorum selamımı, ulaştırsın gülümseten sıcak yüreklere. Öpsün onları yüreklerinden yüreğimi bu kadar ılık tutabildikleri için, iyi ki varlar, bazıları çok uzak coğrafyanın çocukları, bazıları aynı kapta yemek yediklerim, bazıları yürekdaş, bazıları özlem kokan buram buram... İyi ki oldular, iyi ki varlar. İyi ki insan, iyi ki dostlar...