19 Ekim 2010

Umarsızca

Görkemli ışıklarıyla geceyi kuşatmış plaza binasının giriş katında, ince uzun koridorun açıldığı, büyük bekleme salonunun solunda kalıyordu odası. Arka bahçeye bakan büyük yekpare camdan dışarıyı seyrederken beklediği telefonun sessizliği kulaklarını tırmalıdı. Yağan sağanak yağmura aldırış etmeden dans etti bahçe çimlerinin üzerinde, tam da çimlere basmayınız yazının dibine dibine vuruyordu adımlarını, öyle düşledi kendini. Keşke dedi, cesaretim olsa yağmurlarda ıslanmaya. Oysa kaç yağmur hiç farkına varmadan ıslandığı, sonucunda olduğu zatürenin yaktığı ateşler onu düşürünce yatağa, yattığı yerden bakınca yani hayata, kafasına dank etti. 

Yağmur, sağanak... Dalıp gitti önünde bekleyen kırmızı dosyalarda önem sırasına göre istiflenmiş işlerden birine. Telefonun, o hiç de iç ferahlatmayan çalışından irkilip kaldırınca ahizeyi, Güvenlik Müdürü'nün 'ziyaretçiniz var'dasında buldu soluğu. Ziyaretçinin beklenmeyişindeki tedirginlik, sesini kesince, müdür devam etti: Serdar Bey...

Serdar Bey! bu gece görmek isteyeceği son kişi bile olamazdı. Hem bu ne yüzsüzlüktü. Bu ne kendini bilmezlik... Nasıl olurda, o büyük kavganın ardına kendini koyup çıkabilirdi yola ve vardığı yer nasıl olurda işyeri olurdu. Kadın, kendini taşıyan ince demir topukların üzerinde zarif bir hareketle doğruldu, bedeninin ceylan duruşundaki ürkeklikle, dizinin iki parmak üzerinde kalan keten lacivert dopiyesin verdiği sertliğin çelişkisinde, yığıldı koltuğuna... Çok değil 1-2 saniyeydi olan biten ve ağzından aynı anda çıkıp giden: Söyleyin, şu anda uygun değilim. Kendisi ile görüşemeyeceğim.

Telefonu kapattığında titreyen sesinin bedenine hükmedişine daha sinirlendi. Zangırdayan bir çene; sinirden mi... Yoksa beklenmeyişte saklı bir heyecan mı? Telefon tekrar çaldığında, ısrarın yarattığı gerginlikle patlayıverdi. "Çalışıyorum ve rahatsız edilmek istemiyorum."

- Alo... Alo... Müge...
- Ah Elif sen misin? Ben sandım ki, neyse...
- Hadi çıkıyor musun?
- Yok, yok gelemeyeceğim, siz gidin... İşler ummuduğumdan daha fazla birikmiş. Sabaha da toplantı var.
- Tamam, erken çıkarsan neredeyiz biliyorsun, gel mutlaka!

Telefonu kapatır kapatmaz, cama yöneldi, havaya ihtiyacı vardı, lanet camlar açılsaydı... Aklını kaçırmadığına dair bir kaç kanıt bulmalıydı. Neden bu kadar öfkelenmişti, evet, evet, kesinlikle o büyük kavgadan sonra çıkıp gelmesini beklemiyordu. Hem neyle gelmişti, nereden baksan bulunduğu şehir üç saat ötedeydi. Hem ne diye gelmişti. Herşeyi bitirdiklerini, bundan sonrasının bu şekilde devam edemeyeceğini oturup konuşmamışlar mıydı? Neydi onu on saat bile geçmemişken bu kararından vazgeçiren ve yollara düşüren. Nereden bilmişti onun işyerinde olacağını. Camın öte yanında pek de seçemediği uzaklıktaki köşede bir karaltı dikkatini çekti. Yağmurda saçak altına saklanmış biridir diyecekti ki, sigaranın korunu fark etti. Sigara... O olabilir miydi? Onun sigarası, parmaklarındaki sarı izlerin sahibini nerde olsa tanırdı. Sırdaşım dediği sigarası ile parlayan karartıya daha bir dikkatli bakmaya başladı. Aniden kendini çekip, onun daha rahat görünebileceği utancı ile masasına döndü. Bu ne saçmalıktı, hem görüşmeyi reddetmiş hem de meraklı bakışlarla bir umut beslemişti. Ya oysa...

Yağmur hiç durmadı, saatlerce, aralıksız yağdı. Gök delinmişti. Yorgunluk göz kapaklarının savaşında bir engeldi. Kendini araba kullanamayacak kadar yorguın hissetti. Güvenlik Müdürü'nden bir taksi çağırmasını istedi. İster istemez camdan bir kez daha baktı  hani karartı oradaysa... Orada olsa ne olacaktı ki, adam neredeyse bir saat kırk dakikadır kendisini mi bekleyecekti. Kendini ne kadar da önemsedin küçük hanım dedi. Güldü. Gülümsemesi içini ısıttı. Bulutları birden bire dağıldı, yorgunluğu çöken omuzlarından, kapanan gözlerinden ayak tabanlarına inse de, o yürürken zarafetinden hiç birşey kaybetmeyen bir kuğu gibi süzüldü gecenin sessizliğini delen topuk tıkırtılarında. Güvenlik Müdürü, alışık olmadığı bir tavırla yüzüne bakıyor, onu gözleri ile takip ediyor ve hatta biraz da küstahca sorguluyor gibiydi. Yorgunluğuna verdi, gözleri onu aldatıyor olmalıydı. Adamı neredeyse işe başladığı günden beri tanıyordu ve bu neredeyse 10 yıl demekti. Adamın bir kere bile saygısızca bir tavır sergilediğine şahit olmamıştı.

Kapıya yöneldiğinde, müdür bankonun arkasından seri bir hareketle bir demet çiçek çıkarttı. Yağmurdan aldığı darbelerle yana yatmış, beyazlığı kirlenmiş, dalları kırılmış bir koca demet papatya. Üzerine iliştirilmiş alaade bir kağıt parçası. Belli ki, bir not defterinden son anda koparılmış, kenarları yırtık yırtık. Adamın nazik gülümsemesi ile takdim ettiği papatyalara hiç de aldırış etmeden, üzerindeki notu alıp uzaklaşırken çöpe atılan çiçeklere bir kere bile dönüp bakmayan kadının önünde açılan cam kapı, yağmurun serinliğini ve onun kokusunu taşıdı yüreği tir tir titreyen kadının yüzüne. Kadın yüreğine sığınan eskimiş sevdanın pul pul olmuş teninde hissetti yağmurun ağırlığını.

Taksi onbeş dakika sonra plaza binasının bulunduğu bahçe kapısında olacak. Kadın, yağmura aldırmadan yürüyor. Elindeki nota bakıp düşünüyor. Çok mu katı davranıyor, çok mu acımasız. Hem ne demek "Seviyorum seni, umarsızca..."

Az önce penceresinden gördüğü köşeyi dönerken karartı belirginleşiyor. Dizlerine kadar inen yeşil parkası içinde sigara içen bir adam. Sigarasını yere atıyor, derin bir nefesten sonra, öyleki nefesin sesi hissediliyor. Sonra kadının donup kalmasından faydalanıp, sahnenin karanlığında, derinden gelen bir kafa sesi ile;

Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
Oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

Adam bir kaç adım atıp da ışığın yalayıp geçtiği düzlüğe çıkınca gözlerini gördü kadın... Adamın, gözleri, çakmak çakmak, hayır bir öfke değil, bir kırgınlık değil, bir aşk, çakmak çakmak aşkla bakan gözlerinde okudu şiirin geri kalanını kadın...
İmrendiğin, öfkelendiğin
Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
Yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
Dile dökülmeyenin tenhalığında
Kaçırılan bakışlarda
Gündeliğin başıboş ayrıntılarında
Zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki.
Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
Günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren,
Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin.
Taksi geldiğinde, dakikalarca konuşmadan ve hatta göz kırpmadan duran adam ve kadın ve yağan, inadına sert sert, büyük büyük yağan yağmur ve neredeyse soğuk esen bir rüzgar, her şey, donduruldu zamanın akışında. Kadın taksiye bindi elinde notu. Adam baktı kadına, uğurladı onu bakışlarıyla, sigarasından bir nefes aldı, derin öyle derindi ki, taksi şöförü bile hissetti yüreğinde yer eden koru...






Fotoğraf
Şiir / Murathan Mungan / Yalnız Bir Opera

17 Ekim 2010

İmanın Şartı Kaçtır?

Bu sabah yine erkenden kalktım, hava biraz serin, bakkalın açılmasına zaman var. Evet, bizim hâlâ ayakta duran bir bakkal amcamız var. Hemen ilerisinde buraların bağrından kopmuş havlu marketler zincirine gitmektense bakkala gitmeyi seviyorum. O nedenle de az sonra çıkıp bir ekmek ve 2-3 gazeteden oluşan pazar sabahı ritüelimi gerçekleştireceğim. O zamana kadar olan vakite de, internet üzerinden 3-5 köşe yazarının yazılarını sıkıştırıyorum. Aslında, gazeteyi kokusunu duya duya okumayı sevenlerdenim. Beyaz ekranın soğukluğundan ve kokusuz oluşundan anlıyorum ki, ben duyularıma hitap etmeyen 'şeyleri' benimsemekte güçlük yaşıyorum. Teknoloji zamanla bunu da çözecek, inanıyorum. Ha, ben görür müyüm, bilmiyorum.

Soner Yalçın'ın Emir Kusturica Nâzım Hikmet’le akraba olabilir mi yazısını okudum. Yazının sonlarına doğru sorulan bir soru ve verilen cevap beni lise yıllarıma götürdü. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersimde başıma geleni anlatmıştım daha önce. Kısaca hatırlatayım: Ben dua ezberleyemem, dilim dönmez falan filan, teyzem hafız, her din dersi sınavı öncesi ağlayarak arıyorum teyzemi, teyzem her seferinde aynı şeyi söylüyor, önemli olan yürek güzelliği, duanı nasıl ettiğin, hangi dilde ettiğin değil diyor. Şükretmenin dili mi olurmuş diye de ekliyor. Ben din derslerinden Ahlak Bilgisi'nden de sorular geldiği için kıt kanaat ortalamanın altında zayıf sınırına yakın notlarla geçiyorum. Son sınav, tek soru: Ayet'el Kürs-i... Sınav başladı. Yanımdaki arkadaş kağıdına duayı yazdı, üzerine Evren yazıp benim kağıtla yer değiştirdi. Başladı kendi adına duayı bir kere daha yazmaya. Ben de oturup, onun bana yazdığı duayı silmeye. Ezberleyebildiğim bir kaç satırını yazıp uzattım öğretmenime. Ağlamaktan gözlerim aktı. Sınav sonuçları açıklandı. Ben geçer not almıştım, arkadaşımsa zayıf, itiraz etmek üzere elimi kaldırdığımda öğretmen bu ders aynı zamanda Ahlak Bilgisi dersidir, dedi. Hepimize de güzel bir ders verdi.

O zamanlarda meraklarım sonsuz olduğundan Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'i okumuştum. Aklımı karıştıran, kendimce sorularıma kendimce cevaplar bulamadığım zamanlardı. Okuyordum sürekli, merakla ve kaynak sınırlaması yapmadan. O dönemde kafama takılan bir konuydu, imanın şartı kaçtır sorusu. Bir İbn-i Sina, bir Ömer Hayyam, bir Farabi değilim belki ama en azından bu konuda kafamı kurcalayan hayır ve şer Allah’tan gelmez. Allah yarattıklarına niye eziyet etsin? (*) konusunda aynı paralelde durduğumuza seviniyorum. İyilik ve kötülük insanın içinde, O sadece bunu sana göstermek için önüne bir ayna tutuyor. Bakıp da görebiliyorsan ne ala...

Neden bu konuya pazar pazar değindin derseniz, din derslerinin bugün getirildiği noktadan duyduğum endişeden ve özellikle de inanç özgürlüğü altında artık baskısı -sağolsun CHP tarafından da körüklendi fazlaca- üzerimizde olan türban konusunu düşünüyorum da ondan diyebilirim. Oysa inanç özgürlüğünü konuşacaksak, tartışacaksak, türbanın ötesine geçip, kendi inancı ile örtüşmeyen tek bir din üzerinden öğretilmekte olan 'Din Dersi'nin ivedilikle 'Dinler Tarihi' gibi bir dersle yer değiştirmesi ve 'Ahlak Bilgisi' dersinin de apayrı bir ders olarak okutulması gerekliliği üzerine konuşmamız gerekmez mi? Buralarda bir yerlerde üzeri örtülen samimiyetsizlik konusunda ciddi rahatsızlıklarım var benim.

Şimdi yağmuru alıp üzerime, biraz nemli adımlarla düşüneceğim. Türkiye'nin en önemsiz sorunu nedir diye sormuş aysema... En önce en önemliyi bulup oradan bir sıralama yaparak ulaşmalıyım bu sorunun cevabına. Çünkü içimden bir ses, gündemin her bir dönemeçte gelip de oturduğu türban tartışmalarında bu tür anket sonuçlarının sağlıklı bir veri sunamayacağı kaygısını taşıyor.

Eklenti: Bu sabah yazısını yazarken henüz şu haberi okumamıştım. Kervanı yolda düzme hadisesine bir örnek daha eklenmiş oldu ve endişelerime bir tutam daha tuz biber ekildi, ne yazık ki...






Fotoğraf  / deviantART
Durga ve Saraswati

(*) İlgili yazıdan alınmıştır.

16 Ekim 2010

Adalet Duygusu Kamaşırsa

Çocuk hallerini severim. O hallerin saflığını, büyürkenki evirilmelerini gözlemlemeyi de... Belki de kendim bir çocuk sahibi olmadığım için onları bu kadar dikkatle gözlemleyerek kendimce açlığımı bastırıyorumdur. Bilmiyorum. Üzerine düşünmek falan da istemiyorum.

Arkadaşımın kızı S. anaokuluna gidiyor. Dört yaş grubu bu aralar favorim. Gülmek ve düşünmek için bence onları seyretmek en keyifli aktivite. Kitap okumuş kadar zenginleşiyorsunuz. Tavsiye ederim.

S. okuldan dönüşte annesine mızmızlanmış.
_ Bak elime ne oldu. M. beni tekrar ısırabileer. Yarın okula gitmeyi hiç düşünmüyorum.
_ Canım yanlışlıkla olmuştur. Isırmak istememiştir. Nasıl oldu olay anlatır mısın?
_ M. bana elini uzatabilir misin dedi, ben de neden dedim, o da öpebileer miyim dedi. Uzattım elimi. İki kere öptü. Sonra da ısırdı. Öğretmen ona ceza verdi. Bütün gün oyunlara katılmadı.
_ Özür diledi mi?
_ Diledi, ama ben okula gitmiiiycem.
_ Ama gitmelisin S.cim. Hem özür de dilemiş.
_ Ama güvenebileeer miyim? Bir daha da elimi öptürmem.

Uzun süre güldük bu hallerine S.nin. Eee dedim demedin mi, erkek milleti böyledir kızım, güvenilmez onlara. Öpecem derler ısırırlar falan. Al sana hayat dersi dedim. Saçmalama dedi, arkadaşlıkta olur böyle şeyler dedim, ve affetmesini tavsiye ettim, sonuçta isteyerek yapılmış olamaz değil mi diye soran gözlerle bakan haline, gülümsedim.

Ertesi sabah çay saatinin sohbeti gene S. idi. Okul kapısında karşılaşmışlar, S. ve annesi ile M. ve annesi. S. başlamış mızmızlanmaya, M.nin annesi hemen müdahale edip, isteyerek olmadığını, M.ninde özür dilediğini belirtip, M.yi iki dürtüklemiş. M. başlamış yarım yamalak konuşmaya. S.cim özür dilerim. Dişlerim kamaştı benim. S. büyük bir olgunlukla, olabileer, ama bir daha olmasın, demiş. Olay tatlıya bağlanmış.

Öyle çok güldüm ki... Dişlerim kamaşmış benim meselesine...

Hemen ardından çocukların hayattaki duruşlarını beliryeyici şeylerden en önemlisinin anne baba davranışları olduğu üzerine yoğunlaşan bir konuşma ortasında, adalet duygusu konusu açıldı. Bu konuda dedim ben annemle babama kızgınım. Kızgınım çünkü öyle bir adalet duygusu ile büyütülmüşüm ki, birine yapılan haksızlığa karşı tepkisel davranışlarım başıma iş açacak kadar gelişmiş. Üstelik bu konu, bazı aklıevveller tarafından kullanılma boyutuna kadar gelmiş. Öte yandan, kendi hakkımı savunmak konusunda hep çekinik bir tavır sergileyip susmayı öğrenmişim. 40 yaşına geldim, yaman bir çelişkinin ortasında terk edilmiş sandal müamelesi yaparken bulmuşluğum çoktur kendimi.

S.nin abisi U.nun arkadaş grubundaki bir tavrıydı aslında konuyu bu noktaya getiren. U. sürekli arkadaşını savunmak adına adalet duygusunun da fazlalığından kaynaklanan bir tutumla kendini öne atıyormuş. Arkadaşı bir süre sonra, kendi rahatsızlıklarını U.nun da tavrını bildiğinden U.ya söylüyor, U.da gidip gereken neyse yapıyormuş. U. sonunda kendisi ile çok da alakalı olmayan durumlar için sürekli ailesi ile birlikte müdür odasına çağrılan problemli bir çocuğa dönüşmeye başlayınca, annesi de sonunda dayanamayıp karşısına alıp konuşmuş. Her seferinde kendini ateşe atma diye de tavsiye de bulunmuş.

Böyle büyümeye devam edecek U., arkadaşları için hep öne/ateşe atacak kendisini. Güven duygusu zedelenecek, parçalanacak, kırıkları ve kırgınlıkları çok olacak. Biliyorum, biliyorum çünkü 7sinde neyse 70inde de o meselesi. Adalet duygusu bir kere kamaştı mı içinde, dönüşü yok, biliyorum. Ama keşke kendine zarar vereceği yerde temkini elden bırakmasa, hani bile bile de gidip sobaya el değmese diyorum ama o eli kaç defa derin yaralar açacak kadar yaktığımı da bir ben bir de O biliyor aslında. Dur bakalım ben kendimden hâlâ umutluyum, elbet ben de akıllanacağım... Sobanın yaktığını biliyorum, bir de unutmamayı başarırsam yırtıcam şu hayattan, inanıyorum... Herkese keyifle yaşayacağı bir haftasonu diliyorum. Gülümsemeniz eksik olmasın yüzünüzden...










15 Ekim 2010

Bir Daha




Telaşlı koşuşturmasına ve seken bacağına dikkat kesilmiş olmalıyım ki, ilk bakışta fark edememiştim üzerine giydiğini. Hızla geçti yanımdan, daracık koridorda ilerlerken ardında bıraktığı duyguyu yakalamaya çabaladıysam da nafile, kayboldu gözümün ucundan. Onlarca kapının açıldığı koridorda ilerlerken az önce yanımdan o büyük ve çift kanatlı kapıya doğru telaşla koşturan delikanlıyı düşünmeden edemiyordum. 123 nolu odanın kapısına geldiğimde ilaç kokularının yarattığı baş ağrısına çoktan yenik düşmüştüm. İçeri girip de kalabalığı görünce daha sonra uğramak üzere ayrıldım arkadaşımın yanından.

Koridora çıkar çıkmaz az önce gözümün ucundan kaybolan duyguya rast geldim. Köşede sessizce bekliyordu, bilmem bir yanılsama mıydı ama yemin edebilirim ki bana seslendi. Ardına dönüp havada süzülmeye başladığında pek de istemsiz diyemeyeceğim adımlarla takip ettiğim o duygu beni, o büyük, çift kanatlı bir kapıyla ana koridordan ayrılan, soğukluğu metrelerce önceden hissedilen daha geniş koridorun başladığı noktaya getirdi. Ve yine kayboldu. Kapı beni görünce büyük bir saygı ile yanlara açıldı. Ardında gizlediği ahşap ince uzun bankonun diğer tarafında duran beyazlar içindeki sarışın, saçları ensesinde toplu, güler yüzlü kadınla göz göze geldik. Gülümsedim. Buyrun, dedi. Birine mi bakmıştınız... Yok yok, diyebildim: donuk ve beklemeli bir tekrarlama ile. Ben az önce bir delikanlı... Yakını mısınız, dedi. Gözleri parladı. Yok, diyebildim. Ama merak ettim, sekerek koşuyordu, ameliyata... Kadın: evet, ameliyata girdi, ben de umutlanmıştım bir yakını geldi diye... Çocuk Esirgemede büyümüş. Kimsesi de yokmuş. Önemli bir operasyon geçirecek, bacağının birini kaybetme riski bile var. Ameliyat için gerekli malzemeyi almaya gönderdik de sabah sabah, kimsesi olmayınca kendi gitti... Sonrasını hatırlamıyorum, sonrası var mıydı bilmiyorum? Dinledim mi dinlemedim mi bilmiyorum.
Kapı kapandı. Kapı açıldı. Kapı kapandı. Kapı açıldı. Kaç defasını filan hatırlamıyorum. Kapı açıldı. Kapı kapandı. İçimde bir yer yerinden oynadı. Bir daha dedim kendi kendime, bir daha yalnızlıktan dem vurursam, iki gözüm aksın önüme. Yüreğim dursun atmasın. Bir daha, eğer tek bir kez daha ağlarsam yalnız gecelerime, Allah beni bu kapıda durduğum ve donduğum o an'a, ne öncesine, ne sonrasına, tam o an'a götürüp bıraksın. O ilk bakışta fark edemediğim, o üzerine giyip de koridorlar boyunca koştuğu yalnızlığıyla girdiği ameliyattan sağsalim çıkması için dua ettim.


(*) Az önce aldım haberini, ameliyattan çıkmış. Ziyaretine gideceğim birazdan. Bildiğim için iyi niyetlerinizi de yanımda götüreceğim.


Geçen Yıl / Bugün



15 Ekim 2009


Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri, korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince (*)






Biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin... Ve gelirdin, sarıp sarmalardın beni, öperdin yaralarımı tek tek... Tek tek, tel tel ayırırdın saçlarımı, hüzünlerini ayıklardın, sonra kırıklarını... Sonra kırıklarını toplayıp yüreğinin, benden aldıklarına karıştırır harmanlardın bir güzel... Bir güzel yoğururdun onları kulak memesi kıvamına gelinceye kadar, bekletirdin bir yarım saat dinlensin de kabarsın bir iyice... Bir iyice kabarırdı mutluluk içinde, arasıra kontrol eder, bakardın ki kıvamı kaçmasın... Kıvamı kaçmasın diye baktığın her seferinde, bir tutam sevgi koyardın, bir tutam da aşk eklerdin üzerine... Eklerdin üzerine bildiğin, gördüğün, yüreğinden geçen bütün huzur anlarını... Huzur anlarını anlatırdın fırınlarken hamuru, yanında mutlaka bir kahve keyfiyle... Kahve keyfiyle keyfime keyif katardın sen ve ben sadece o kahve keyfi anı kadar bile sevebilirdim seni... Sevebilirdim seni, çünkü biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...


Oysa sana yazıldı bu satırlar...
Henüz sen yoktun yazıldıklarında...
Olma ihtimalini sevdim ben...
Hep ol istedim...
Sensiz çok yalnız olacağımı...
Tam olmayacağımı bildim...
Hep seni aradım ben...
Hep sana seslendim...
Şimdi varsın...
İyi ki varsın...
İyi ki geldin...
Kahve kokusu sindi üzerime...
İyi geldi günüme...



15 Ekim 2010

Sabahları erken kalkmayı seviyorum, sabahları erken kalkıp öncelikle gazeteleri okuyan her hangi bir programı dinliyorum. Dinlerken kendimi de güne hazırlıyorum. Yedi gibi o haberlerin yarattığı iç sıkıntısını dağıtmak için müzik açıyorum, genellikle Smooth Jazz dinliyorum bir saat kadar...  Bu arada ya kahvaltımı ediyor ya da bir kahve içip kendimle başbaşa kalıyorum. Başbaşa kalma zamanlarımı blog okumakla ya da yazmakla geçiriyorum. Bolca düşünüyor, sıkça hayal kuruyorum.  (Bu sabah kendimi okudum, eski(yen) kelimelerimde gezindim. Geçen yıl bugüne gittim. Yukarıdaki yazıyı buldum. Hali hazırda üzerime sinmeye devam eden o kahve kokusunun keyfini sürdüm bir süre, düşlere daldım, gerçeklere sarıldım. ) Sonra ya araba ya da servis ile yollara düşüyorum. İçim en son dinlediğim müziğin ritminde salınıyor çoğu zaman.

Hayatı seviyorum. Belki söylendiği gibi AŞKtır hayata karşı hissettiklerim, bilmiyorum. Her yaşımda şundan emin olamamıştım, zaman zaman tereddüte düştüğüm bile oldu. Bilmem şimdi yaşadıklarımdan, bilmem şu anda durduğum yerden bakınca geçmişime; daha net görüyorum: HAYAT da beni sevmiş. Hem de çok sevmiş, diyebiliyorum. Dedim ya her yaşımda bundan emin olamadım, ama her yaş aldığımda geriye dönüp bakınca emin olmaya bir kaç adım daha yaklaştım. ŞANSın insanın içinde olduğunu, inanırsa kapısını çalacağını da zaman içindeki denklik hallerimden çıkarttığım derslerle öğrenmiş oldum. Böylece dönüp baktığımda kendi sac ayağımı da oluşturmuş olduğumun farkına vardım. Kolay kolay yıkılmayacağımı bilsem de, kırıklarımı bir arada tutmaya çalışırken yorgun düştüm. İnsanı zorlayan şeylerden birinin, kendini bir arada tutmak, kendine yapıştırıcı olmak olduğunu da defalarca deneyimleyerek öğrendim.

Bu sabah çok derinlere daldım, tüpsüzdüm ve nefessiz kaldım. Şimdi tekrar yüzeye çıkıp, hayata karışmalıyım. Yağmurun neminde üşüyüp, yüreğimin buğusunda ısınmalıyım. Bildiğim bir yolu, ilk defaymışcasına almalıyım. Duyduğum heyecanla bakışlarımı yenilemeli, yaşamaya dört elle sarılmalıyım.



.













(*) Sen Bilsen şiirimden alıntı...
Fotoğraf / deviantART







12 Ekim 2010

Deli(rdi) Kadın

Delirdim mi gerçekten, bir gün bir yerde yitirdim mi aklımı... Kendimle daha sık konuşur oldum. Yaşlanıyorum... Üstüne üstlük kendimi sıklıkla tekrarlarken buluyorum. Dost yüreklerde daha bir üşüyor yüreğim, gözlerim hemen doluyor ağlamaya başlıyorum. Kaçıyorum sonra, uzaklaşıyorum kendimden.

Dilimde iki üç gündür aynı şarkı...


Yine gece ve ben başbaşayım anılarla
Beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde

Hey yıllar yeninmedim size
Umutlarım yine aynı
Sessizlik geceyi sarsada
Her gün bir yarın var ya

Hey yıllar yeninmedim size
Rüyalarım yine aynı
Bir tutku yaşıyorum yine
Aynı telaş içinde

Bilmez kimse nasıl geldi geçti yalnızlıklar
Kolaymıydı silip atmak sanki korkuları

Hey yıllar yeninmedim size
Benim için bahar aynı
Aynı o ılık rüzgar yine
Esiyor ellerimde

Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı

Bilmez kimse nasıl zordu gülmek zaman zaman
Uçup gitti hayat yavaş yavaş avuçlarımdan

Hey yıllar yeninmedim size
Benim için bahar aynı
Aynı o ılık rüzgar yine
Esiyor ellerimde

Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı


 Özellikle son mısralar dönüp dolanıyor dilimde...


Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı

Hatalarım... Onlar beni ben yapanlar değil mi? Neden bir kaç gündür dilimdeler öyleyse... Delirdim mi gerçekten, bir gün bir yerde yitirdim mi aklımı... Yaşlanıyorum... Üstüne üstlük kendimi sıklıkla tekrarlarken buluyorum. Dost yüreklerde daha bir üşüyor yüreğim, gözlerim hemen doluyor ağlamaya başlıyorum. Kaçıyorum sonra, uzaklaşıyorum kendimden. Ben uyumaya gidiyorum. Siz şarkıyı kaldığım yerden mırıldanın...

Yine gece ve ben başbaşayım anılarla
Beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde




 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Fotoğraf


Bir Kapıyı Açanı Olmalı İnsanın



Sabahlar yine kör karanlık. Kış geldi. Yataktan kalkar kalkmaz üzerine ince bir şeyler alma vakti. Işıkları yakmasan olmaz, öyle karanlık ki, göz gözü görmüyor. Yalnızsın çünkü. Sessizlik öyle derin ki, uyanmadın bile sanabilirsin. Tek başınalık, fena birşey. İçinde bir ritmle uyanıyorsun, kafanda sözlerini bilmediğin bir şarkı eşlik ediyor sana. Aynadaki aksine günaydın diyorsun, başka kime ne diyebileceksin ki, tut ki dedin, cevap gelir mi sanırsın. Duş alırken bile aklında akıp gidiyor şarkı, vaktin var, öyle erken kalkmışsın ki, e kapına dizilen de yok, hadi hadi diye. Yıka yalnızlığını yıkayabildiğin kadar. Duştan çıkarken hâlâ kıpır kıpırsın. Sessizlik ıssız bir çölde yürüyen adımlarını büyütüyor. Giyinme odasına geldiğinde açılan dolap kapılarıyla selamlıyorsun üzerine giyeceğin bir kat daha yalnızlığını.

Hayat herşeye rağmen güzel. Sadece sana ait bir sessizliğin koridorlarında yürümek de öyle. Saat ilerlese de karanlık durduğu yerde duruyor inatla, yalnızlığın da... Mutfağa girip bir kahve hazırlamak için uzanıyorsun ısıtıcıya. Mutfak her odadan daha soğuk sanki, kahvaltı etmek falan gelmiyor içinden. Bir kahve yeter de artar tek başınalığına. Eve dönüp şöyle bir bakıyorsun geride bıraktığına, koca boşluğa hoşçakal diyorsun kapıdan çıkarken, kendine iyi bak ben dönünceye kadar diyorsun arasıra. Kalabalığına karışacağın sokağa çıkarken, akşam dönüşünü düşünmüyorsun. Evi kendi haline bırakıp çıkıyorsun yanına bir tek kendini  alıyorsun.

İçindeki kıpır kıpırlık yavaş yavaş siniyor, okula giden çocukları görünce ya da eşini uğurlayanları, balkondan bakan yaşlı ninelere el sallamak geliyor o anda içinden. Giderek daha da yalnızlaşıyorsun. Akşama kadar iş, güç derken, o koşuşturmanın içinde yalnızlığını unutup, akşam eve gelmeden önce uğranan barda da stresini bırakıyorsun. Eve bazen koşarak, bazen yılgın, bazen nasıl gittiğini bile bilmiyorsun. Ev sabah bıraktığın gibi karanlık, o koca boşluğunu dolduracak seni bekliyor hasretle. Oysa bütün evlerde ışıklar yanmış birer ikişer. Zillere basıyor birileri, birileri kim o diyor. Evlerin boşluğu doluyor yavaş yavaş. Sesler yükseliyor yer yer. Yemek hazırrrrr... Banyodan çıkmadın mı sen... Vakti mi şimdi oje sürmenin...

Sen sadece sana ait olan anahtarını çıkartıp kapıyı açıyorsun. Merdivenleri bazen çok isteyerek bazen neşeyle bazense kederle ağır ağır ya da koşar adım çıkıyorsun. Paspasın üzerindeyken, zili çalmak istiyorsun. Anahtarınla kapıyı açtığında içeride ışık olsun istiyorsun. Sana bir hoşgeldin diyecek sesi içinde duyuyorsun. Ocakta pişen çorbanın kokusu ısıtsın üşümüş yüreğini istiyorsun. Yan kapıdan afacan çocuk kafasını uzatıp da annesi; kapa o kapıyı, gir içeri üşüyeceksin dediğinde, gülümsüyorsun: bazen keşkelerle, bazen iyikilerle içeri giriyorsun, elinde kolunda ne varsa sağa sola bırakıyorsun. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa dalıyorsun. Dolabı açıp ne pişirsem diye düşünürken bir de bakıyorsun ki, evde ekmek bile kalmamış.

Köşe bakkala giderken, ışığı özellikle açık bırakıyorsun. Televizyonu da... Yanan ışığınla ve  televizyondan gelen seslerle çoğaltığın yalnızlığına adım adım yaklaşırken, elindeki anahtara bakıyorsun, bir anahtarın olduğu için mutlu olsan da çoğu zaman, bir kapıyı açanı olmalı insanın biliyorsun.


(*) Bu yazı, anahtarı olmalı insanın yazısını yazan o küçük kıza yazılmıştır. Bir anahtarı olmalı insanın, bir de kapıyı açacak insanı diye düşündüğüm için.