16 Ekim 2011

Önce..



Telefondaki sesin, sevdiğim, içimi ısıtan birinden geldiğini algılamamla, yüzümde yeni duştan çıkmış birinin ardından banyoya girdiğim ve o temizlik kokusunu aldığım andaki gülümseme oluştu. Nasılsın?

Zor bir sorudur. İnsan; iyiyim diyerek geçiştirmekle, olduğu gibi içindekini akıtmak arasındaki koca bocalamadan genellikle iyiyim yenilgisi ile çıkar. Hele de benim gibi boşlukta sallanırken bir ılık rüzgara teslim olmaya ramak kalmışsa.

İyiyim.

Günlerdir sesin soluğun çıkmayınca, uğrasam bir kahve içer miyiz diyecektim.

İçerdik içmesine de... Masa başındayım. Bir öykü yazmayı deneyeceğim. Bilmediğim bir dünyada kaybolmak, bildiğim bu dünyada kendimi arayıp bulmaktan daha kolay geliyor. Demedim.

İçmeyiz. Saol.

Hayata karışma zamanın gelmedi mi?

Neden azarlıyorsun ki beni... Sana ne zararım var benim. Git kendin karış. Hepimiz hayata karışmak zorunda mıyız sanki. Ben karışmayacağım. Sizin hayat dediğiniz şey benim çok uzağımda. İçimdeki hayatı söküp aldınız, ille sizin gibi bir hayatım olsun diye beni ait olmadığım bir dünyaya hapsetmeye kalktınız şimdi de kalkmış bunun hesabını beni azarlayarak benden çıkartıyorsunuz. da demedim.

Demek ki gelmemiş, teşekkür ederim aradığın için. Görüşürüz. dedim ve telefonu kapattım. Gülümsememi, buharla kaplı banyo aynasından alıp, doğruca, henüz soğumamış yatağıma geri döndüm, yatağıma serildim, yorganımı beni nefessiz bırakacak kadar başıma çektim.

Gelen telefonun beni soktuğu ruh halini hiç sevmedim. Yaşadığım bu duygu kaosundan çıkmak için telefonun fişini çektim. Cep telefonunu sessize alıp kendimden uzak bir köşeye koyup üzerine de bir yastık kapattım. Telefonu tamamen kapatabilirdim ama kendimi iyi tanıyordum: Aranmak, sorulmak istiyor ama bulunmamak istiyordum. Birilerinin beni merak etmesini içten içe bir karşılık olarak görüyor ve bunu hak ettiklerini düşündüğüm için de öç alma duygusu ile karışık bir haz yaşıyordum. Bu ben miydim?

Masanın başına bir kez daha oturdum. Soğuyan kahvemi tazelemiştim. Kalemi elime alınca, neden bilgisayarda değil de, kağıt kalemle dedim... Bir kapıdan geçmeye niyetliydim. Nedenleri, niyeleri ile uğraşmaktansa neredeyimi çözmeliydim. Neredeydim? Kimdim?









Görsel / deviantart

15 Ekim 2011

Önce.



Bunun bir faydası olur mu bilmiyorum... Yani "hayata karışmanın"... Gündelik yaşamın göbeğinde olup da yine de hayatı kaçıranlar yok mudur? Bunca zaman hayatın içindeyken ve hayat da benim içimdeyken "hayatı kaçırıyorsun" diyenler, onların yöntemi ile hayatı yakalamaya çalıştığımda başıma gelenlerden sonra bir kabuklu gibi içime kapanışıma çözüm olarak "karışmayı" uygun görüyorlar(dı.) Oysa ben yeterince karışığım. 

"Ben bir orospu da olabilirdim..." sokaktan duyduğum, bağırmaktan çok çığlık gibi yükselen sesle yankılanan bu kelimelere takılı kaldım. Yerimden kalkıp meraklı bakışlarla perdenin hemen ardından olanı biteni anlamaya yönelik bir kaç kare fotoğrafı yakalayacak mecalim yoktu. Hem ne yapacaktım; de ki kalktım, de ki gördüm... De ki bir kaç kelime daha uçuştu havada ve ben pencereden onları yakaladım... Oturup üzerine öykü mü yazacaktım. Fena fikir de değildi hani... Nasıl olsa yapacak daha iyi şeylerim yoktu.  Belki de sokaktan gelen bu kelimelerdi "karışmanın" kapısı, yemek kursuna gitmek de iyi bir fikir olabilirdi, hatta belki de daha faydalı. Ama ben günler sonra ayağa kalkma enejisi bulduğum kelimelere bir kahkaha atınca fark ettim: Zoru seviyordum. Bu kadar "hayatıma" uzak bir durum hakkında neler uydurabileceğimin merakındaydım. O kapıyı aralamak arzumu bastırmadım.

Oldum olası kırtasiye meraklısı bir tip oldum. Kokulu silgiler -alerjim olmasına rağmen- rengarenk kalemler ve defterler... O defterlerden büyük boy, sarı sayfaları gri incecik çizgiler ile kare kare çizilmiş olanını aldım elime. Londra'dan taşımaya üşenmediğim o hasır sepetin içinde, taze açmış çiçekler gibi renkleriyle beni cezbeden kalemlere baktım uzun bir süre... Hayat o kadar dışımdaydı ki, saksı çiçeklerim bile solmuştu ve ben nesneleri yaşayan, nefes alan bir şeylerle özdeşleştirecek kadar zayıf düşmüştüm. Turkuaz ve lacivert renkli bir kalemi, bir çocuğu elinden tutup parka götürmenin sevinci ile aldım elime. Özlemlerin su yüzeyine çıkma anları herkesi şaşırtabilir... Ama ben şaşırmakla kalmadım. Salona giderken biriken iki damla yaşımı, mutfak tezgahındaki kağıt havluya bıraktım. 

Masa başında çalışma disiplini ile donatılmıştım: Bir fincan koyu filtre kahvem, defterim, kalemim, giriş cümlem ve ben... Hazırdık "hayata karışmaya"

Giriş cümlemi özenle yazdım: Ben bir orospu da olabilirdim...




Görsel / deviantart

14 Ekim 2011

Önce



Önce ben uzaklaştım belki de... Gözlerim zaman zaman uzaklara dalar, düşünürdüm: Neredeyim? Kendimi onun yanındayken, omuzunda değil de, başka bir yerde sanırdım. Mesleğim gereği otel odalarında  uyanmaya alışık olan ben, onun omuzunda uyanmaya bir türlü alışamamıştım. Pazarlama departmanına ilk girdiğim günden beri istikrarlı bir yükselişin sonucunda on yıl gibi kısa bir sürede, şirkette adı sıklıkla "başarılı, titiz, mükemmelliyetçi" sıfatlarıyla  anılır bir bölge müdürü olmuştum. Üç bölge, sekiz şehir, kırkaltı satış noktası... Yurt dışı fuarları da bu işin dışarıdan bakınca "kaymaklı ekmek kadayıfı"...

İnsan ellisinde evlenmeye kalkınca böyle oluyor herhalde... İşi eşi gibi olunca yıllarca -dile kolay otuz yıl aynı şirkette- günü gelince eşiyle birlikteyken boşlukta kalıyor. Sabahları uyanınca kaç kadın benim gibi çığlık atarak uyanmıştır acaba. Ben günlerce süren bir alışamamazlıkla çığlık attım yatağımdaki yabancıya. Neyi kaçırıyordum bilmiyorum. Herkesin cevabı "hayatı" oluyordu. Oysa ben hayatımdan bunca zamandır memnundum ve yaşadığım elli yıl benim hayatımdı. Neyi kaçırdığımı anlayamıyordum.

Belki de ellerimi... Önce bakışlarım sonra ellerim uzaklaştı.... Bana öyle geliyor da olabilirdi... Kocam dediğim adama duyduğum uzaklık duygusu, -işten, arkadaşlarımca zamanı geldiği, bence çok zamansızca- emekli olup hayatı yakalamak telaşına düştüğümden midir nedir... beni ondan her geçen gün biraz daha uzaklaştırıyordu. Uzaklık duygusu her geçen gün uzaklaştırır... önce gözlerini sonra ellerini...

Of... Hep aynı şeyleri anlatıyorum değil mi? Kafamın dağınıklığına fazla takılmamak gerek. İnsan hayatı ellerinden alındığında sığındığı şey kendi değil de, kocası olduğunda, kocası da bir gün daha genç ve güzel bir kadınla "aşk" yaşayınca... benim gibi dağınık oluyor.

Evet... Günlerdir, bu evde yemek pişmedi. Zaten geriye dönüp bakıyordum da, benim otel yemekleri ağız tadım gelişmiş... Annemin tarhana çorbası, ananemin mantısı dışında ev yemeği tatmamış olma ihtimalim bile yüksek. Yağda yumurtayı yemekten saymıyor değil mi ev kadınları...

O sabah yağda yumurta yerken: Sen akıllı bir kadınsın, pek becerikli olduğun söylenemez ev işlerinde falan ama senden de beklediğim bu değil...  dedi. Ardından gelecek bir "aşık oldum" cümlesi okeye beklenen dördüncünün kapıda belirmesi gibiydi... Belirdi. Yetmedi masaya oturdu ve ilk elden okey attı.

Hayat böyledir. Sen nerede olduğunu bilmezsen, sana nerede olman gerektiğini gösterir.

Evimdeyim. Salonda. Yalnız. Ne yapıyorsun diyenlere: Hayatı kaçırıyorum... diyorum. Ayrıca, okeye dönmek için hiç bir zaman iyi olmadı ki benim elim.


görsel / deviantart 

09 Ekim 2011

O Şehir




O şehre hiç gitmemişsinizdir... Ama o şehri, sokak sokak bilirsiniz. O şehrin denize sıfır sayılabilecek bahçelerinden birindeki buram buram çiçek kokularına uyanacak kadar seversiniz o şehri. Yürümediğiniz sokaklarında ağlarsınız bir gece vakti. O şehri öyle çok seversiniz ki, güneş rakı burcuna o şehrin gün batımında girer sizin balkonunuzda da...

Başka bir vakit; öğleninin sıcağı, denizinin rüzgarı vurur yüzünüze... Öyle çok seversiniz ki o şehri, adını duydukça birikir gözünüzde bir damla taşımı gözyaşı hiç akmamacasına. O şehirle nefes alır, o şehrin düşünü kurar, o şehre yakıştırırsınız en büyük aşkları. Ve bir gün gelir bir şerh düşersiniz hayatın ortasına, o şehri görmeden ölmemek adına. 




görsel / devianatart

06 Ekim 2011

YAZILANI YORDUM / 10







Bir gün boyu,

Yüreğine dokunurken;
Saçına, yanağına da dokunmak istedi...
ve bazen;
tutup çıkartmak istedi...
şefkati, sevgisi, aşkı
yanağını okşasın istedi.

En çok da umursandığını bilsin istedi...
Yüreğini öptü...
Severkenki, aşık olurkenki, aşkıyla uyurken ki
halini çok sevdi...

Akşam oldu ruhuna dokundu,
gece oldu diğer yarısına...
Sabah oldu korkularına,
öğlen oldu umutlarına...
Akşamüstü oldu geçmişine,
akşam oldu oturdu rakı masasına.

Konuştu, sevdi, aşık oldu, ağladı, baktı, gördü, tuttu, sarıldı, kahkaha attı, şarkı söyledi, bağırdı, küfretti, kavga etti, akşam sızdı kaldı bir koltukta.

Sabah uyandı,
bütün hallerini çok sevdi...





görsel / deviantart

01 Ekim 2011

Evrenin Dünyasındaki 1000 İnci



Bu sabah bir yazı yazayım dedim... Taslaklara ve ardından da yayınlanmış olan yazılarıma şöyle bir göz gezdirdim. O sırada fark ettim. Şu anda okumakta olduğunuz yazı yayınlanan bininci yazım... Bir kaç yazı -ki sanırım iki elin parmaklarını geçmez- birden fazla yayınlanmış olsa da, 2006 yılından beri -dile kolay- yazıyorum. 

Onlarca başlık altında duygularımı karalamışım kelimelerin ışığında, bugün geriye dönüp baktığımda - kuşkusuz benim için- hepsi birer inci tanesi. Bazıları umutlarım, bazıları aşklarım, bazıları korkularım, bazıları düşlerim adına akıvermiş kalemimin ucundan. Bir elin parmaklarını geçecek kadar veda mektubu bırakmışım bu yazıların arasına... Hatta öyle ki bir gidişimde pek kararlıymışım ki; şöyle yazmışım:

Her kaçışımda çok geçmezdi geri dönüşüm. Bazen bir fısıltı, bazen bir rüzgar alıp getirirdi gene beni tamamlanmamış çemberimin içine. Ben hep olmam gereken yere, merkeze geri dönerdim: Evrenin Dünyası. Kendi turunu tamamladı.

Dolayısıyla bugünkü gidişim bir kaçış değil. Bu blog yani benim dünyamı yansıtan bu evren ömrünü tamamladı artık. İçine; kırık bir sevda öyküsünü, gündelik yaşamın sıradan yansımalarını, bir aşkın yeşermesindeki sonsuz heyecanları sığdırdı. Kendime yenik üzüntülerimi, yaşama tutkun mutluluklarımı, yarına panik kaygılarımı ve daha nicelerini taşıdı sizlere.

74'ü taslak olmak üzere 998 yazı ve 7000'e yakın yorum kalacak bu evrende. Ne çok yer kaplamışım. Ne çok sözcük eşlik etmiş gelişimime. Ne çok yürek atmış yüreğimle birlikte.

İnsan kendini ararken türlü çeşitli yollar, patikalar ve kapılarla karşılaşıyor. Arayışın tükenmeyişinden yolların, patikaların ve kapıların çokluğu. Oysa insan gün geliyor kendine kavuşuyor. Belki de bu yüzden Evrenin Dünyası yeni bir tura başladı -günler aylar öncesinden- sessizce ve kendiliğinden... 

Tut Ellerimi blogunda yazmaya başladığımda içimde bir acı vardı, Novellada ise umut... Değişmeyen tek şeyin yüreğimdeki aşk olduğunu fark etmem zaman aldı. Kendimden ne kadar kaçarsam kaçayım kendime dönüşümün tek açıklaması da bu belki de; yüreği kocaman bir kadınım ben -İYİ Kİ- Bunu ben söylediğim için değil, bunun bana böyle olduğunu söyleyenler çoğaldığı için inanıyorum buna. İnanmanın ötesinde artık bunu biliyorum. Belki de sırf bu yüzden kendimden kaçmamayı, kendime sığınmayı, kendime sarılmayı, güvenmeyi ve sevmeyi ve hatta kendimle barışmayı da başardım. 

Bir başka veda yazısını şöyle bitirmişim; 

Rüzgar esmezse yapacak bir şey yok ama eserse gene görüşürüz buralarda...


Emin olduğum bir şey var, rüzgar esiyor... Sen kuytularına saklansan da, rüzgar seni buluyor. Sen bazen yıldıza, bazen poyraza, bazen lodosa, karayele, bazen keşişlemeye, kıbleye, bazense gündoğusuna ya da batısına denk gelebilirsin bu hayatta. Yeter ki, yüreğini AŞKa kapatma... Anlayacağınız sıklıkla görüşeceğiz bu dünyada. 


Bu yazı, yazıyla binincidir. 1000 inci diye okunur. 





görsel / deviantart

22 Eylül 2011

Geceye Kanmaca





Uzun zaman olmuştu koltuğun bir köşesinde oturup da düşünmeyeli... Stella Starlight Trio çalıyor: Tanted Love! Kısık, sarı bir ışık vuruyor sol yanımdan yüzüme doğru. Güzel gözüküyor muyum acaba? Kim bilir... belki!

Kendimle "yalnız kalmanın huzuruna teslim" oyunu oynuyorum. Ama oyuna dahil olmak gibi bir niyeti olmayan aklımın kaba saba konuşmasına engel olmak isteğim şiddete meyl eden bir hal almaya başladığından beridir, kendimden korkuyorum. İnsan kendinden korkar mı? Korkar... İnsan belki de aslında bir tek kendinden korkar. Yok yok! Cümleyi şöyle kuracağım: İnsan, gün gelir bir tek kendinden korkar. 

Geceye kanıp, kendimle kalmanın huzurunu çıkarabilecekken aklımın köşe kapmacasından yorgun düştüm. Uykuya mı sığınsam? İnsan, kendi kendine konuşurken uyuya kaldığında rüyasında kendi ile didişmeye devam eder. Evet! Ben bunu daha önce deneyimledim. Bir köpektim. Rüyamda yani... Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir köpek. Nasıl da salak görünüyordum kendime. Uyandığımda gördüğüme gülmek isterdim. Ama ben bildiğin ağlıyordum. Kuyruk diye ısırdığım yüreğimmiş. Kanıyordu. Oh olsun sana, dedim. Yüreğim elimdeydi. Kanıyordu ve ben en büyük kötülüğü kendime yapıp, tuzlu gözyaşlarımı üzerine serpiyordum. İlk o zaman kurmuştum o cümleyi; İnsan, gün gelir bir tek kendinden korkar. 

Beklemiyorum desem de... Gözümün, saatin tik taklarında salınmasının kendime yaptığım bir kötülük olduğunu biliyorum. O kapı belki de bu gece hiç çalmayacak ve ben yine rüyamda bir köpek olup kuyruğumu yakalamaya çalışacağım. Elimde tuzluk uykuya dalıyorum. Olur da gözyaşlarım kalmamışsa diye kendimi büyük bir acıya hazırlıyorum.

Ne demiştim yazının bir yerinde: İnsan, gün gelir bir tek kendinden korkar...
Yok yok! Cümleyi şöyle düzeltmeliyim; insan bir tek kendinden korkmalıdır. Kendinden ve kafasının içinde tuzlukla dolaşan hayal gücünden.



Edit: Kapı çaldı... Dudağımda bir kavun kokusu... Uykuya az kaldı. 




Görsel / deviantart