25 Haziran 2012

Gündelik Yaşam





Vergi dairesinden gelen haber ile ettiğim küfürlerin arasındaki sıkı bağla boğmak istiyorum onu. Evet! Ayrıldığımız dönem ve sonrasında bir kez bile kötü söz söylemeyen, söylemek isteyeni susturan, ben fark etmeden ağzından kaçıverenden uzak duran ben, geçtiğimiz hafta sözlüğüme yeni yeni küfürleri dizdim. Uzaktan bakınca bence gayet anlamlı bir bütünlükleri ve hatta biraz üzerine düşününce yaratıcı bir süreçten geçip de dile geldikleri belli oluyordu. Ama gene de asabiyetime anlam veremeyenler oldu. Üzerine gördüğüm rüyalar halen akıllanmadığıma işaret gibiydi, neyse ki dün akşam gördüğüm rüyada onu havaalanının orta yerinde bıraktım. Anlamadığım neden oğlunu tatile yanımda götürdüğümdü, ama pek üzerinde durmadım. 

***

Uzun zamandır iş arkadaşımın oğlunu kreşten alıyor, akşama uzanan 1-2 saati beraber geçiriyor ve bu durumun yansımaları üzerine düşünüyorum. İnsan 40 yaşına gelince ve bir çocuk yapmayınca ve bence işin kötüsü bir çocuk yapmak için çok hevesli olmayıp ama çevrenin etkisi ve baskısı ile "acaba" diye sorunca, bir de üzerine çocuk ile olan iletişiminin onda yarattığı "aslında neden olmasındı ki" duygusu ile boğuşunca, yorgun düşüyor... Oysa bir çocukla çocuk olmak ile o çocuğun dilini anlamak arasında uçurum kadar fark olduğunu da biliyor. Belki de bildiği tek şey de bu... Hal böyle olunca, bu bildiği tek bilgi ile anne olup olunamayacağının pek de farkında değil... (im) Ama sıklıkla duyduğum bir şey var ki o da, "senden harika anne olur"(mu?)

***

Ne zaman pazara özenerek çıksam ve o hafta evde yemek yapma kararı alsam çılgın bir davet yağmuruna yakalanıyorum. Mesela bu hafta sebze ağırlıklı bir beslenme için; enginar, fasulye, salata malzemeleri ve karpuz, kiraz, armut ve kayısı alıp geldim. Hafta ortasında durum şu; enginar pişti pişmesine ama iki parçası halen dolapta, bu gece yendi yendi, yenmedi keyfi kaçacağından yarın zayi olacak; fasulye pişemeden sararmış, kalan sağlar bizimdir diyerekten bu gece pişirdim pişirdim, pişiremedim, tüh yazık oldu, pek de güzeldi boncuk boncuk diye ardından hayıflanacağım biliyorum; salata malzemeleri yaprak yaprak karardı, domatesler bir gece menemen karpuz menüsünde değerlendirildi, karpuz, kiraz, armut ve kayısı an itibarıyla bu gece de yenecek ve bitecek. Son hesapta zarar ziyanın eşiğindeyiz bence.

***
Cuma günü gelen bir haber ile soluğu Kocayayla'da aldık. Ne piknikti ama... "Kurtlu Peynir" diye diye adımı çıkardılar, tamam yerimde duramıyorum, öyle boş boş oturmak bana göre değil ama harika bir iş yapıp, çam ormanının göbeğinde gözleme açtım, pişirdim ve afiyetle yedim. Ayşe Teyze vardı ekibin başında, o yöreden yaşları 40 ile 73 yaş aralığında değişen 6 "tiyze", "ilegen"lere kabarması için koydukları hamurlarla bir bir gözleme açtılar bize. 73 yaşındaki Ayşe Teyze, genç yaşında dul kalmış, komutan o. Sevimli mi sevimli, zaten pire gibi. Durduğu yerde durmuyor, akşamüzeri beş gibi ocakları söndürüp, çileğe gidecekti. Akşama sana geleyim dedim, Bursa sıcaktır. "Buyur gel yatacak yerim var ama yemek filan yapamam sana, ni yiyeceksen yi gayri" dedi. Gülüştük. Pek sevdi beni, cana yakınmışım öyle dedi. Bir ara çay servisi de yapınca benden iyisi olmadı Kocayayla'da... Orman'ın getirdiği odunlardan bir çuval alıp eve götürmek istedi ki, o ana kadar herkes bir kaç çuvalı götürmüştü bile... O izin istedi, vermediler... Döndü geldi, komşularının al ısrarları karşısında da, "ben onun karşısında namaz kılıp rahat edemem, o odunla pişirdiğim yimeğin lezzetine varamam" deyip, bir tane bile odun almadan biniverdi traktörüne... Elini öptüm, helalleştik, "çay içmeye gel, bak bekliyom" dedi. Sonra da dönüp, "15 gün gelme ama, yövmiyeye gidecem ilgilenemem senle," dedi. 73 yaşında Ayşe Teyze, ekmeğini çıkartmak için onca yaşında yövmiye karşılığı çilek tarlasına gidiyordu. O gece bana hediye ettiği çilekleri ziyan etmeden reçel yaptım. Sonuç ilk deneme için başarılı değildi. Ama Ayşe Teyze'nin mis kokulu çileklerinin kokusu evin her yerine yayıldı. Hayat bazı yerlerde bazıları için hiç de kolay değildi.

***

Hafta sonu tembele bağladım. Mümkün olsa hiç çıkmayacaktım ama iyi ki çıkmışım dediğim bir an'a tanıklık ettim. Hayat sürprizlerle dolu. Seçtiğim kardeşim, önce evlendi, sonra Bursa'ya yerleşti, sonra Ela'mız geldi. Geriye dönüp bakınca bunlar planlanmayan şeylerdi. Bugün yarın Almanya'ya yerleşiyorlar. Onlar adına mutluyum. Kızımız zaten Avrupa standartları ile uyumlu doğdu, bildiğin beyaz ten, uçuk sarı saçlar ve renkli gözler... Mutlu olsunlar diliyorum. Hayatın açtığı kapılardan geçmek ve orada mutluluğu bulmak herkesin harcı değil. Onlar daha da fazlasını hak ediyorlar.Dilerim mutlu olurlar. Ela'nın müsameresi olmasa ve belki de seneye giderim diye erteleyeceğim bir durum olsa cumartesinin yılgınlığında gider miydim oralara bilemem ama bahane arardım kesin. Ama dedim ya iyi ki gitmişim. 

***

Pazar günü daha da bir garipti. Yalnızdım. Herkes sevgilisiyle, karısıyla, çoluğu çocuğu ileydi... Ben evde tek başına volume 10768'i çevirecektim. Havanın basıklığı ile tenimin yapış yapışlığı arasındaki sıkı bağı soğuk duşla bozmaya çalışıyor ama her seferinde daha da başarısız oluyordum. Neden ben diye sorup, bunalımın dibine vurmak için, bir dehliz olan sorular yumağına doğru ilerliyordum. Çareyi, klimayı açıp kendimi derin uykulara hapsetmekte buldum. Daha doğrusu bulduğumu sandım. Uyku beni tutmayınca ben de ısrarlı davranmadım ve onun peşini bıraktım. Kendimi sokağa çıkmak konusunda ikna turlarımın 18.sinde giyindim. Ve buram buram bir hayatın kollarına kendimi attım. Sahi neden ben? Bu soruyu attığım her adımda kendime daha da yüksek sesle sordum. Eve geldiğimde, şarj olsun diye bıraktığım telefonumun ışığı yanıyordu... Pazar pazar kimin aklına düşmüştüm ki... Gelen maili okuduğumda kocaman gülümsedim. Hayatın anlamı bu olsa gerek dedim. Sen kendini yapayalnız hissettiğin bir anda, sesini bile duymadığın, gözlerinin rengini bilmediğin bir yürek sana sesleniyor... Orada mısın, diyor ve sen neden ben sorusunun cevabını buluyorsun bir anda. Buradayım, diyorsun... Orada bir yerde, senin burada bir yerde olmanı dileğen sımsıcak bir yüreğin varlığına şükrederek. Günü bir mojito ile kapatıyorsun. Pazardan aldığın lim, taze nane yaprakları, bir kesme şeker, rom ve sodayı kırmızı kareli diktörtgen bir tepsiye diziyorsun. Buz kırıntılarını ve tokmağını almaya gittiğin bir anda telefonun çalıyor... Yüzündeki gülümseme tüm eve, oradan da kapısı açık balkonun demirlerinden mahalleye yayılıyor... Yaşamak için karşına birbir ve planlı bir şekilde çıkan küçücük nedenlerini birbirine ekleyip, yarına dair umutlarını katıyorsun yudumladığın içkine... Balkon daha bir büyük geliyor artık gözüne, evin duvarları daha bir yıkılıverecekmiş gibi... Güçlendiğini hissediyorsun gülümsedikçe. Balkondaki sardunyalara suyunu veriyorsun, kımıldayıveriyor dalları, çiçekleri daha bir bordo oluyor sen onlarla konuştukça. Hayat diyorsun, bir umudun ucunda... Varsa ne âlâ, kaybedersen bir ayağın hep çukurda...


















görsel / deviantart

12 Haziran 2012

Koşmak Üzerine



Bu sabah da benzer bir duygu ile uyandım... Öylesine turuncuydu ki salonum, güneş orada doğmuş gibiydi. Koşmak geldi içimden, üzerine doğru, hızlıca... kaçmasın diye... Erkendi... Güneş henüz doğmuş bense henüz uyanmıştım. Yüzümü soğuğa yakın bir su ile yıkadım... aslında suyu suratıma çarptım. Gülümsedim. Kocaman. İçine güneşi sığdıracak kadar açtım gözlerimi... Etrafıma şöyle bir bakındım. Sakinlik ve huzur... evet, hissettiğim tam da buydu. Telefonum bir iki kere çaldı. Sabahın köründe arayan Oydu... gülümsedim. İlkinden daha kocaman. 

Biraz yürüdüm, biraz okudum, biraz müzik dinledim, biraz duş aldım, biraz kahvaltı ettim, servise gitme telaşının birazını çantama doldurdum. Bir de bağcığı çözülmüş ayakkabımın sol tekine. Bir taş buldum oturdum. Biraz nefes aldım, biraz kokladım, biraz bakındım, biraz düşündüm, biraz dinledim. Mutluydum. Sen neye hazırsan o geliyordu sana. Yol boyu okudum. Kendimi olumladım... Hımmm. Kendime güzel sözler söyledim. Az yaparım, kendime kızmak kolaydır da, aferinim azdır kendime...

Bugün bloglarda gezindim, ne çok zaman olmuş avare kelimelerle yarenlik etmeyeli... Ne güzel yazıyor bazı insanlar bir bilseniz, konuşur gibi, ama güzel konuşur gibi... Öyle boş boş değil, anlatsa da dinlesek dersiniz ya işte öyle... kelime kelime, duygu duygu...

Ne çok üç nokta var hayatımda, zamanın akıp gittiğini anlatmak ister gibi, neredeyse her cümlem üç nokta ile bitecek. Nokta bir son, virgül bir nefes, üç nokta yaşamak gibi...

nasıl 40 yaşında olur biri... Nasıl olur 40 yaşında olunca, olgunlaşır mı, yaşlanır mı, durulur mu, iki elinin ortasında başı, düşünür mü hesapları kitapları, günahları sevapları... Sahi ne olur insan 40'ına gelince... Aaaa,  sen 40 mısın dedi biri, sen büyüdün dedi bir diğeri... değiştin ondan sonra... Hemen ondan sonra mı değiştim yani... bence, denk gelmek denir buna, fırına atıldım, bir hamurdum, öncesinde yoğruldum, hamura biraz tuz, biraz şeker eklendi... Kıvamı kadar kabartma tozu, arada benim de koltuklarım kabarsın değil mi? Sonra fırının ısısı ayarlandı, belki de her tarifte olduğu gibi önceden ısıtıldı. Sonra pişmeye başladım ben. Yavaş yavaş, odun ateşinin biraz uzağında, taş fırının en eski taşında... İşte belki de değiştin sen ondan sonra demesinin sebebi o andır, onun gelip de kafasını fırının ateşine doğru uzattığı o an... benim biraz kabarıp, biraz kızarıp, biraz da suyumu çektiğimi fark ettiği an... Ona denk gelmiştir yani, mis gibi taze kokum... Belki de açtı... Her şey bi tesadüftür...O, iyi bi tesadüf...

Tıpkı, güneşin doğduğu yerde bir ev almak gibi... Güneşi görünce üzerine doğru koşmak gibi... Bir nehir yatağında suyu içmek için eğildiğinde, ayağının kayıp düştüğün anda elinden seni tutup, "iyisin" der gibi... O anda göz göze gelip, gülümsemek gibi... Her yaşanılan an'a üç nokta koyup yoluna devam etmek gibi... 







Görsel / buradan

08 Haziran 2012

İyi Niyet Taşları





İyi niyet taşları insanın kendi cehennemine ulaşması için kendi kendine ördüğü patika bir yol mudur? Peki ya insanın karşısındakini kendi gibi bilmesi... bunun  doğurduğu sonuçlar açısından kendini enayi gibi hissetmesi? Erdem, vicdan, hayata baktığın yer, içindeki iyilik, dışındaki pozitif enerji, yüreğinin büyüklüğü... ve dahası! Hepsini bir kalemde uzayın derinliklerine fırlatmak isteyip de kötünün içindeki en kötü olmanı sağlayacak kadar büyük bir öfkeyi sırtlayıp da, susuzluktan dilin kuruyup, uzayıp, sarkıp da ayağına dolandığında o fırlatamadığın ve bir omuzunda melek bir omuzunda da şeytan misafirliğe geldiğinde seçtiğin "ben en iyisi kendim gibi olayım"ı seçmenin yarattığı acaba yanlış mı yaptım pişmanlığını yok edebilecek bir "şeye" ihtiyacım var. 

Bağırıp çağırmaya kalkmadan önce, karşı taraftakilerin de kendilerince haklı olabilecekleri durumları ön plana çıkartmak başarısı, mutlak bir salaklıkla da açıklanabilir elbet ama ben gene de o "şeyin" her şeyden güçlü olduğuna inanmak istiyorum. 

Bazen kendimi tecavüzcüsüne aşık bir mağdur gibi görüyorum, öyle ki, hamile kalmışım, üstelik doğurduğum çocuğa devlet sahip çıkmış ama o çocuk da uğradığı taciz sonrası travma geçirmiş ve benim yaşadığım o harabeye geri gönderilmek zorunda kalmış. Duvarları yıkık bir binada tek ayağı kırık bir koltuk, üstelik yayları kumaşı yırtıp çıkmış... hemen onun yanında bir kanepe sidik lekeleriyle dolu... kanepeyi ona yatak yapmışım... Oysa onu sarıp sarmalamak, her şeyin daha iyi olacağını söylemek isteyen de bir umudum var... Kırık bir umut, içine ne koysan sızıyor işte...

Neyse, ne diyordum, ben bazen koca, kocadan da koca, dağların en büyüğünden büyük, ırmakların en coşkunundan coşkun, en uzun nehirden daha uzun ve uçsuz bucaksız bir çölden daha çöl bir salaklığa sahibim. Ben yine de yüreğime inanmayı seçiyorum, insanın başka neyi var ki...


görsel / buradan

04 Haziran 2012

Eskikaraağaç, Moğallar, Leylekler ve DİÇ - Selvi Boylum



Cumartesi akşamı, günün yorgunluğunu bile üzerimden atamadan Leylek Şenliğine gitme vakti geldi. Öncesinde bahçeye uğrayıp dalından dut yemek de ayrı bir keyifti. Bu yılın konuğu Moğallardı. Köyün bir - iki hafta önceki yalnızlığını da bildiğimden gördüğüm kalabalık karşısında biraz ürkmedim desem yalan olur. Ufak tefek aksaklıklarına rağmen, organizasyon için harcanan çabayı görmemek imkansızdı... Konserin estirdiği rüzgara kapılıp giden bir avuç orta yaş üzeri insana bakıp, nereden nereye diye iç geçiren bir tek ben değildim. Gözlemeci, çiğ börekçi teyzeler, macuncu ve çıtır helvacı amcalar, çocukluğumda bir kere katıldığım Manyas Panayırının çocuk hallerini anımsattı... Ama galiba beni en çok etkileyen ve gecenin unutulmaz anlar listesine eklenmesine sebep: Cahit Berkay'ın film müzikleri çalarken burnumun ucunu sızlatan anlara varınca baktığım aynada gülümseyen yüzümü görmekti ki, pek sevdim.  O filmi onlarca kez seyrettim, o şarkıyı onlarca kez dinledim, o adama, o kadına, o sevgiye... her seferinde ağladım.








görsel / buradan

31 Mayıs 2012

Hız Kesemeyen Tembel Günler




Beni bu havalar mahvetti der ya şair, beni bu havalar tembel etti. Baharın güneşi içime dolacak diye bekleye durayım, Haziran geldi dayandı, güneşle oynadığımız kovalamaca son bulamadı. Öyle çok sıcak seven biri değilim, ben güneşi seviyorum, sıcağını değil. Gülü seviyorum, dikenini değil gibi bir durum bu. İsveçli bilim adamlarının uzun zamandır bir buluşa imza atmadığı düşünülürse bu konunun onların dikkatini çekmesi an meselesidir. Yani güneşin ısıtmadan var olduğu açık mavi, bulutsu beyazlıkların bir fırça ile şekillendiği gökyüzü... (İyice kafa yorarsanız  bunun çok da absürd bir mesele olmadığını algılarsınız, en azından doğmamış çocuğa don biçen yaklaşımlardan daha masum bir yanı var.)

Ne diyordum hemşire... Hımm, evet tembelim. Bugün tam bir "bugün git yarın gel" memuru kıvamında, okuldan kaçmayı kafayı koymuş çocuk misali; karın ağrıları çekiyorum. Kısacası yerim dar! Ama gel gör ki ben oynamak istiyorum, hatta mümkünse kolbastı kıvamında zıp zıp zıplamak. 

Aslında gündemi yakalamak konusundaki başarısızlığım beni bugüne getiren; ben bir konuya vakıf oluyorum, bir bakıyorum ki, gündem 180 derece açıyla yön değiştirmiş, sekiz nala koşan atlılarla dolu... Tam atın birini yakalayıp hayırdır diye soracağım, bir kelime bir işlem ile karşıma bir boş boş bakan çıkıyor: 

5ç*kürtaj(y+k)/d(bakım+grev) = irade

Çık çıkabilirsen denklemin içinden... 

Kendimi bir çardağa atıp, elimde kitabım Bağdat'ın Portakal Ağaçları altında keyfime bakacağım, bir gök gürültüsü ile kendime geliyorum. Ayağımda, yarım numara küçük ızdırap babetleri ve 5 yara bandı ile, çektiğim cezaya karşı direnişe geçecekken, protesto hakkımı çıplak ayak yağmur altında dans ederek kullanıyorum. Uzaktan gördüğüm polisin elindeki parlak cisme bir yerlerden aşına olan gözlerim kaçmaya vakit bile bulamadan yakalanıyor, belki de tam da bu esnada bir ses; "özsaygı" diye kulağımı çekmese, bedenimde söz hakkı olduğunu iddia eden ve üzerime tırmanan sümüklüböceğe elimin tersi ile vurma istediğimi köreltemeyeceğim: sümüklüböceği parmak uçlarımla tutup, otların arasına usulca koyup, yollarımı; oradan, olandan ve olacak olanlardan uzaklaştırıyorum. Arkama bile bakmadan yürürken, yollarımın hayatımın hiç bir kesitinde o sümüklüböcekle kesişmeyeceğini bilmek içime su serpmemi sağlıyor. Yağmur yağarken ağzımı açıp özgürlüğüme  bu yüzden bu kadar gururla bakabiliyorum. Karanlığa muhtaç örümceklere, sırf örebildikleri ağlar yüzünden hayran kalacakken güneşin bulutların arasından çıkması ile kendime geliyorum. Aydınlık her zaman karanlıktan iyidir!

Tembel bir gün için fazla kurgusal bir öğle arasını geride bırakıp, "iş akışı" çıkartmak üzere bir toplantıya, gündemin hızını geride bırakma pahasına, adım adım ilerliyorum. 


25 Mayıs 2012

Biraz Daha AZ

Ertesi Gün


Derdâdan geçme faslında fonda bir müzik olmalı der... Follia yazar... La Folia'yı bulur. Bütün ışıkları kapatır. Mümkün olsa sokağın lambalarını bile kapatırdı ya... Mümkün olmaz. Mutlak karanlığın içinden Derdâ'nın kelimeleri nota olup aksın ister... İstediği olur. O gece uykuya dalar; kitap hâlâ baş ucundadır.

Ertesi sabah evden çıkar.  Kitabı çantasına atar. Derdâ'nın Derda'sını nasıl bulacağı sorusu sileceklere dolanır, soru işaretine benzer bir önceki gecenin yağmur lekeleri, kalır camda. Bu hikayenin nasıl olup da ikisini karşılaştıracağını bulmaya çalışır kafasında. Yeniden bir öykü kurguluyordur aslında. Yol boyu kendince bitirir romanı. Kitabı ofise gelince çantasından çıkartıp masasına koyar. Akşam eve giderken yeniden çantasına... Sonra yeniden baş ucuna ve sabah yeniden çantasına... İkinci bölüme geçmek için sabırsızlanıyor gibi gözükse de bilinçli bir geciktirmeyi de planlıyor gibidir. 

Perşembe akşam üzeri, üstünde kolsuz bir gömlek ve elinde kitabı ile şiddetli bir yağmura yakalanır. O pazar gününden sonra güneşli ve bulutsuz gökyüzüdür omuzlarına yüklenen yük... Yağmurun şiddetinde. Kalkar omuzlarındaki. Yük.  Toplantı için davet edildiği binadan, toplantı saatini bile bekleyemeden bir mazeret uydurup ayrılır. Elinde kitabı. Üstünde incecik kolsuz bir gömlek. Ayağında bir sandalet. Islanır. Sileceklerin hızı arabanın hız göstergesi ile yarışır. Kazanan yağmur olur. 

Üstünü bile çıkartmadan bir kaç gün önceki sığınağına saklanır. Sarı üzerine belli belirsiz turuncu çizgileri olan battaniyesine... Kararan havaya bir ışık yakar, baş ucunda. Sadece o kadar. Derdâ'ya gülümser. Derda'yı alır koynuna... Derda, bir mezarlık çocuğu... Derda, bir erkek çocuk. 52 kişi üzerinden geçerken ve Derdâ, “Ne duruyorsunuz orada? Gelip bir şeyler yapsanıza! Ben buradayım, siz neredesiniz” Ha, neredesiniz?” diye sorduğunda... gözlerini kızın gözlerinden ayırmadan "Buradayım" diyen adam... 

Nasıl bir hikayedir bu, nasıl bir yere vardıracaktır okurunu... Hangi soruları sorduracaktır son söz de söylendiğinde, neyin peşinden sürüklenecektir, bir hikayenin bu kadar dışındayken, bu kadar içine çekilen okur.     

“Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği… İçine atmak diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı?”

İçine attıklarını düşünür... İçinden taşanları, onu dinleyenleri... Başlayıp da bitiremediği romanları düşünür, başlayıp da sonunu kendi istediği gibi getiremediği anılar çıkar kitabın sayfalarından... Kulak asmaz hiç birine... O inatla okur kitabı... Bir solukluk canı kalmış gibi okur. Derdâ soluğunu kestiğinden beri aldığı en derin nefesi katar kelimelerin ardına. Rüzgar olur nefesi... Okur o hızla... Hikayenin nerede nasıl kesişeceğini kestirmeye çalışmayı bırakalı çok olmuştur.... Nasılsa nasıldır... Kesişsinler de der... 

Yollar kesişirdi... Bazen bilir insan bazen bilmez, bazen farkında olur, bazen olmaz... Ama yollar mutlaka kesişir ve kader denen şeyin oluşması da ancak böyle mümkün olur:



“Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı. Hiçbir yerden… Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için… Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar."

Onların yollarını kesiştirenin o yumrukla ilişkisini, Muhammed Ali ile ilgili belgeseli seyredene kadar asla bilemeyecektir. O akşam kitabı bitirdiğinde, televizyonu açar. Varlığından bile haberdar olmadığı bir kanalda, bir belgesele denk gelir... "Bütün zamanların en iyisi"ne... 




O gece de kitabı baş ucuna koyar. Bir mektuptur düşündüğü, bir mektubun,  son satırları:

"Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de,seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Belki de az her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..."

Uykuyla uyanıklık arasında, saatler önce düşlere dalan, sıcağında huzur bulduğu sarılır bedenine, nefesi boynundayken iyi geceler öpücüğü  niyetinedir yanağına kondurulan soru: Bitirdin mi?

"AZ kaldı" diyebilir sadece.
"Derdâ AZ.. Derda... Çok daha AZ..." kalmıştır çünkü... 





görsel / google

24 Mayıs 2012

AZ - Biri Başlangıç Diğeri Son



"Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az… Sen de fark ettin mi; Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…"

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağının üzerinde, A'dan Z'ye şöyle bir gezdirir parmak uçlarını... A'dan Z'ye bir şiddettir okuyacağı. 

"Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine A'dan Z'ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman..."

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağını açar;

"Nevzat Çelik'e..." denmiştir ilk sayfasında... Parmak uçlarını gezdirir Nevzat Çelik mısralarında;

Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız....

Donar zaman, bir pazar gününün yağmura teslim sessizliğinde dolanır düşünceleri... Okumak ister bir solukta Derdâ'nın hikayesini... Okur da... Bir solukta. Ama durur bazen, kapar kitabı göğsüne, düşünür onu durduran cümle üzerine:

“Böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın göremediği şeyler yok olmazdı ki!”

O cümle sonrasında yaşadığı ama yok saydığı günlerdir onu kovalayan... Kaçar, kapar gözlerini, zihnini yağan yağmura bırakır, sele kapılıp gitsin ister, ama insanın yaşadığı şeyler, öyle bir anda yok olmaz...

Yatırcalı gibi düşüverir koltuğundan... Kaldığı yerden devam eder AZ... Bir battaniye üzerinde boylu boyunca serilir kelimeler, kapı çalsın istemez, ses olsun istemez, Derdâ'nın şiddetinde titrer bedeni. Soluksuz kalır okurken... Son nefesinde dahi okumak ister gibi çevirir sayfaları. Gece olur, ağrı gibidir şiddet, geceleri daha çok sersemletir... Ama yine de düşürmez kitabı elinden, ya kelimeler düşüp de gidiverirse diye korkar...  Küfrettiği de olur, içinin cız ettiği de... Sövdüğü de olur, acaba diye sorduğu da... Parmakları bile acır sayfalar geçip gittikçe... Yağmur şiddetini artırır... Camdan dışarı bakar ilk bölüm bittiğinde... Bir isimdir hafızasını kurcalatan: Marquis de Sade... O da kim der, Anne gibi... Google sessiz bir tanık gibi döker kelimeleri...

"Yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Sodom'un 120 Günü'nü hapishanede yazmıştır. Sadizm'in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir."

Okudukları ile sarsılan bedenini, battaniyenin altından güçlükle kaldırıp, kitaba ayraç koymadan kapatır kapağını, mutlak karanlığa gömer kelimeleri... Sürüklenip gittiği Derdâ'dan Derda'ya ulaşması için zamana ihtiyacı olduğunu fark eder.  Yatağa uzandığında kitap başucundadır. 

Uykuya dalmadan hemen önce sağ eliyle kalbini kapatır, korumak ister gibi... Büyüyemeyen yanını yorgan yapar kendine, korkularını yastık... Kapar gözlerini, insanın göremediği şeylerin yok olmayacağını bile bile... Düşleri perde olur geceye... 

"O andan sonra, evde, baskın elementi acı olan kimyasal bir tepkime gerçekleşmiş ve Stanley'nin büyümesi durmuştu. Büyümeyen bütün insanlar gibi kurduğu hayallerin içinde  yürüyen Stanley'nin ayağı bir çukura girip de tabanı gerçeğe deyince canı yanmaya başlamıştı. Yaşı ilerledikçe ve büyüyemedikçe o can yanmasını daha da çok hissediyordu. Bu yüzden o çukurları, Finsburry Park metro istasyonunun girişinde duran, Kara T. diye bilinen ve gerçek adı Timur olan on dört yaşındaki bir çocuktan aldığı eroinle kapatıyordu. Gerçeğe düşüp bir yerlerini kırmamak için. Özellikle de kalbini."



görsel / buradan