10 Ekim 2012

Hak/sızlık


Telefonu kapatıyorum... Ne olup bittiğini meraklı gözleri ile dinlemeye hazır olan arkadaşıma durumu bir iki cümle ile özetliyorum, sesim daha çok yağmur yüklü bulutlar gibi gri çıkıyor... Şimşekler henüz çakmadı... Sakince susuyoruz. Birden ve ilk önce arkadaşım patlayıveriyor: haksızlık, bu çok büyük haksızlık...

Sesim çıkmıyor, yağmur yüklü bulutlarla kaplı gülen yüzümde güneşin bir pırıltısı dahi yok... Durdun, koyu, kopkoyu bir denizim... 

Düşünüyorum, olanı, biteni... İnsan kendi çakıl taşlarını kendisi koyuyor; sağa sola... Hayat o çakıl taşlarından yollar yapıp, gittiğini sandığın onca yolun başına geçmiş seni gülerek bekliyor. Gel diyor, yürü diyor... Ama sen bir denizsin, farkına bile varmıyor. 

Sahi, hayat kimin ardından gülüyor, kime gülüyor... Kafan karmakarışık oluyor. Yağsan, bari toprağa bir faydan olacak ama o da olmuyor... Kararıyorsun iyice, içine çekiliyor ne var ne yok... Mesela, o yüksek tonlu sesinden eser kalmıyor. Benzer bir durumda kalan arkadaşına, elin belinde ahkam keserken kullandığın kelimelerin var ya, hani ardı ardına sıraladığın onca kelime... işte o kelimeler gelip bir yerde takılıyor. Boğazımda dediğin her kelime, yüreğini tek tek düğümlüyor. Yüreğin düğüm düğüm kalakalıyorsun ortada. Olsun diyorsun, olsun... Ben iyi bir insanım... Kendine zararı olan çok iyi bir insan. 

Romantik bir dünyada, mesela yaşadığın ülkenin bütün şartlarına rağmen, hakkın ve adaletin, sağduyunun ve özenin, insanca yaşamanın ve yaşatmanın mümkün olabileceğine inanacak kadar romantik bir dünyada, ki bu senin düşlediğin dünya... var olabileceğini, nefes alabileceğini, aşık olup da kırılmayacağını, yıllar geçse de üzülmeyeceğini ve daha bir sürü aptal sanıyı; denizler kadar sonsuz, denizler kadar mavi, denizler kadar özgür olduğunu varsaydığın yüreğine bir türlü anlatmaktan vazgeçemediğin için... havaya bahane bulma... 

haksızlık havanın yağmasından değil, senin o havaya göre giyinmediğinden seni vurur, bunu unutma!





görsel / deviantart

01 Ekim 2012

Kendini Sevmek

"Kendini sevmiyorsun sen" diyor... bakıyor ve gülümsüyorum. "Kendini sevmiyorsun çünkü kendine vakit kalmıyor..." Gülümseme yüzüme yapışmış gibi, gitmiyor. "Bırak başkaları için yaşamayı" diyor,"bırak artık. Kendin için yaşa, yaşa ki, başkalarının da seninle ilgilenmek için şansı olsun, senin için bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşasınlar." Gülümsemeye devam ediyorum. Kendime yeni bir ders buldum: Kendimi sevmek.

Bir konuşma canlanıyor kulaklarımda:

Biliyor musun bugün güvenlikle sohbet ediyorduk, sen pek bi dikkatini çekmişsin... Dedi ki. bu Evren Hanım pek ilginç biri. Yüzlerce adam geçiyor şu kapıdan, hocası, öğrencisi, memuru... Bi Evren Hanım hal hatır sorar denk geldiğine... Mutlaka iyi günler diler, herkesin çoluğunu çocuğunu bilir... Kocasını, anasını, babasını... Hastalığını, derdini... İlginç kadın doğrusu. İyi bi yönetici mi bari...

Sen ne dedin?

İyidir dedim. Ne diyeceğim. 

Gülümsedim, bu konuşmayı hatırlayınca, tıpkı sabah ki gibi bi gülümseme, asılı kaldı yüzümde bir süre...

Sonra bir kahve yaptım kendime: sakızlı. Bi lokum koydum yanına fıstıklı... Uzaklara baktım... Gelip de görenlerin milyon dolarlık manzara dedikleri manzaraya... Düşündüm uzakları... Çok daha uzakları... 

O zaman fark ettim, uçan balonları...

Balonlar uçuyor içimde bir yerde; sonsuz çoklukta, sonsuz maviliklere... Denizin mavi her zamankinden parlak ve balıklar sayamayacağım kadar çokken, kendimi suya bırakıyorum. Suya karışan bir damla gibi, sayılamayacak kadar çok olmayı diliyorum. Sonsuzluk... Kendimi teslim ediyorum.

Bir arının kanat sesleri duyuluyor, bir martı gelip kapının önünde kediyi kovalıyor. Az önce seyrettiğimiz zeytin ağacı bir türkü mırıldanıyor... Yaşam akıyor. Yaşım da öyle...






20 Eylül 2012

Uzun Uzun Bakmak


Bugün bu fotoğrafa uzun uzun bakmak istedim...
Olmadı...
Uzun zamandır, uzun uzun zamanlarımın neredeyse tamamını işe ayırıyorum.
Galiba hayatta beni hangi işin  mutlu ettiğini bulmak için son girişimlerim bunlar...
O yüzden belki de hayatımın akışını işe bırakıyorum...

Oysa bir de beni huzurlu kılan bir yan var hayatta...
Uzun uzun sohbet edip, şarap içmek...
Uzun bir yürüyüş sonrası soluk soluk gün batımını izlemek...
Geceleri yıldızların sonsuzluğunda gökyüzünü seyretmek...
Bir pazar gününü uzun uzun yaşamak ve pek çok şeyi o güne sığdırmanın mutluluğunu yaşamak...

Diliyorum çıktığım yolculuk, tüm bunları yapmak için bir fırsat verir bana...
Ve ben o fırsatı sevdiklerimle, uzun uzun sohbetler edip, yürüyüşler yapıp, yıldız saymak için değerlendiririm.

Kendinize, içinize ve sizi mutlu kılan her şeye aşkla bakın.
Şimdilik hoş kalın.




Fotoğraf
Hikayesi: 
Stefano de Rosa (İtalya) 
Arkada dolunay, önde Alpler ve Pirchiriano dağının 1000 metrelik yükseltisine kurulmuş Sacra di San Michele manastırı… İnsani, jeolojik ve astronomik zaman ölçüleri bu fotoğrafta yan yana gelmiş. Fotoğraftaki bina insan zamanıyla eski olabilir ama dünya zamanıyla yanındaki dağlara göre daha bir bebek. Ay ise milyarlarca yıldır hep aynı.

11 Eylül 2012

Gülümsemek

Bu sabah tembel tembel yatakta oyalandım. Başucu kitaplarını şöyle bir karıştırdım. Biraz müzik dinledim ve ardından gazetelere şöyle bir göz attım. Ne arıyordum..?

Mumları...

Salon penceresinden girip, uzunca koridor boyunca yansıyan güneşin kollarını uzatıp da yatak odasında keyfini katmerleyen bünyeme hatırlattığı bu oldu:

Mumlar...

Bir telefon uzağınızda ama hep yüreğinizde olanın sesi sesinize değer de, gülümserseniz, ne düşer aklınıza:

Mum...

Bu gece bir şarap içmeli; Diren olacak o kesin, kırmızı olacak o da kesin... Boğazkere de olur ama sanki bu akşamki şehriyeli yahniye en iyi Merlot gider, akla yazılan Narince ise zamanını bekler.


06 Eylül 2012

Eylülde Gelin Olmak



Eylül dendi mi hüzünlerim toplanır gelir bana. Bir mevsim dönümü rüyası gibi, mutluluğun ortasında düğün alayı olup serpilir. Sabahların kokusu değişir, gecelerin rüyası... Ben gözü yaşlı, içi kaygılı, yüreği pır pır bir gelin oluveririm. Eylül kadar güzel olurum, eylül kadar yalnız. 

Eylül, yazın kalabalığını üzerinden atmış, biraz yorgun, biraz yaşlı bir hanımefendi gibi gelir bana. Ar sahibi, had sahibi, yerini bilen biri... Bakmayın böyle ağdalı laflarla Eylül'ü karşıladığıma, ne ben o hanımefendi olabilirim ne de o kadar hüznü taşıyabilir güleç yüzüm. Ben gülümserim. Anladığım için, kafam basmadığı için, yıldız olduğum için, bir baltaya sap olamadığım için... İçinlerim çoktur. Niyelerim daha çok. Neden Eylül hüzün yüklenir, yeşil renk değiştirdiği için mi? 

Oysa bir insanın yüreği her daim yeşerebilir. Yüreğin mevsimi ile doğanın mevsimi örtüşmese de... Bir yanı bahar, diğer yanı bakımsız bir bahçe gibi küskünse de... Eylül gelir. Yüzünde bir gülümse, "üzerine bir şey al, üşürsün" der... Eylül hep düşüncelidir. 

Ben bir de Nisan'ı severim; "artık zamanıdır üzerindekileri atmanın" dediği için... Birinde aşık olup, birinde gerçeği görürüm. Hangisi hangisidir bilmem, üzerimdeki hırkadan anlarım... omzuma konan uğur böceğinden... bir de ortancaların hüznünden... 

Boynu bükük bir söğüt ağacı gölgesinden kafamı uzatıp teşekkür ederim: Bazen dilinden anlamasam da bu hayatın, bazen anlamadığım için "ben de senin" desem de... Severim. Öyle çok severim ki, yorulur bedenim. Eylül, "dahi kalk" der, tıpkı Nisan gibi... Bilmem hangisidir seslenen. Ben bana ses edene şarkı söyleyerek giderim. Ne de olsa  bir mevsim dönümü rüyasında elleri kınalı gelinim.


Eylül fısıldar arkamdan... 
Nisan ağıtlar yakar bir ana gibi... 
Her sabah yepyeni bir hayata uyanır yorgun bedenim. 
Güneşe selam ederim. 
Kapıdaki sümüklü böceğe... 
Sokağın mızmız kedisine... 
Bakkal amcanın top koşturan oğluna... 
Sokağın kaldırımını yapmak için kum taşıyan greyderdeki yaşlı amcaya... 
Torununun çantasını taşıyan dedeye...
Parke taşların arasından hayata tutunan sarı papatyaya... 

Yüreği güzel, 
hırstan ve kötülükten uzak duran ve 
teşekkür etmeyi bilenlere 
SELAM OLSUN

 Eylül geldi, duymayan kalmasın...