05 Mart 2013

Derde Bak Diyebilirsiniz, Özgürsünüz!

Sanırım hayatın akışını yavaşlatmakla ilgili bir derdim var. 22.Kasım.2012'de Evrenin Dünyasına yazdığım yazının başlığı ile 20.Şubat.2013 tarihinde Kazara Yazara yazdığım yazının başlığı kelimesi kelimesine aynı ve ne ilginç ki ilk iki paragrafları da... Ve daha ilginci bu örtüşmeyi, bugün "değer" kelimesini blogumda arattığımda fark ettim. Hafızam, Evrenin Dünyasına yazdığım yazıyı silmiş ve anladığım kadarıyla yaklaşık 3 ay sonra hızımı kesemediğim için yürek gene kaleme gelmiş.

Mesela ben hızlı yemek yerim, belki de bu yüzden yediğim yemek bir tat bırakmaz bende, -yani bırakır tabi damak lezzeti gelişmiş bir insan olmasam bu halde olmazdım değil mi? ama yine de nerede ve kiminle bağlamı daha bir akılda kalıcılık sağlar bana- hal böyle olunca yemekten çok mekan seçiyor olabilirim. Yani anlayacağınız hafızama kazıdığım güzel anıların güzel mekanları oluyor ve ben yemek yemek için oraları seçiyorum. Ve her halükarda yediğim yemekten keyif almayı beceriyorum. 

Haftasonu üç güzel mekana yaydık sohbetin koyuluğunu, dostluğun derinliğini, gülmenin hafifliğini... Kahve için vazgeçilmezim İstanbul Modern bir taşla iki - üç kuş vurmanın en güzel yolu... Öğle yemeği kaçamağı bu sefer Taksimde; yaşı yaşıma uygun Şimşek Karadeniz Pide Salonunda; pastırmalı, kavurmalı, yumurtalı pide ile... Ve akşamına bir boğaz klasiği olan Yeniköy'de Alekon'un Yeri Deniz Park'ta aldık soluğu... Ama ne soluk! Yazar Ali Rıza KARDÜZ'ün kaleme aldığı gibi;

"Terasın altı deniz, önü deniz... Yanı deniz... Arkada ahşap, tarihi bir bina... Yeniköy iskelesine yanaşan dolmuş motorları, şehir hatları vapurları, boğaz trafiği, mis gibi yosun kokusu.. Gerçekten İstanbul'da örneği bulunmayan, son Rum Lokantası'dır Aleko'nun yeri..."

Anlayacağınız yine çok güzeldi İstanbul. Yine aşk kokuyordu patlayan bahar dallarında. Bir ara dalmışım derinlere, aşk olsan çekilmezsin be İstanbul derken buldum kendimi...  Ama sonra öyle bir an oldu ki; öyle bir aşksın ki, gözüm kör, kulağım sağır yaşananlara deyiverdim bir solukta... Oysa en çok o acıttı beni, en çok o heveslendirip kursağımda bıraktı ne varsa... Ah İstanbul! Üzerine şarkılar, şiirler, romanlar yazılmış kent... Sen nasıl da güzelsin her köşe başında, nasıl da özel senin kaldırımların, gün batımların ve rüzgarın... Denizinin kokusu bir başka mesela... Peki ya erguvanlarına ne demeli... Mimozalarına... Adalarına ve vapurlarına...

Bu sefer aklımda kalansa; Kariye Müzesinin iç narteks güney kanadı, doğu lunet duvarını kaplayan mozaik tasvirde Kariye’nin Deesis sahnesiydi... Ayakta duran Tanrı Anası Meryem insanların günahlarından arınması için üzgün bir şekilde dua ederken ayakta olan İsa’nın sağında betimlenmişti... Yüzünde gene o bildik mahzun ifadeyle...

İnsan ve günah... Dua ve bağışlanma... Aşk ve ölüm...

Hikayesi 4. yüzyıla dayanan Khora'yı bir de masalsı bir anlatımla sunacak sanat tarihi meraklıları gençlere denk gelirseniz keyfini uzatacağınız bir gezinin unutulmaz mekanı olarak hafızanıza kazıyacağınız Kariye Müzesine mutlaka zaman ayırın derim. Hele de benim gibi zamanı yavaşlatmak gibi bir derdiniz varsa, ilaç gibi geleceğine eminim. 












13 Şubat 2013

Yine O Şarkı


Günün koşuşturmasında, 
aklın tilki oyunlarında,
dilin kavga ortasındayken 
zaman durur mu?





"Bütün bunlara rağmen, 
ben hala 
ne zaman 
“Ain't no sunshine when she's gone" çalsa, 
senin o şarkıyı dinlediğin 
ve bana dinlettiğin günü hatırlayıp ağlıyorum."





08 Şubat 2013

Hükümet Kadın Üzerine



Sıkıcı geçen bir günün ortasında "akşama bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biriydi sinemaya gitmek. Hem öncesi de gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Alışveriş ve yemek

İş çıkışı rujlar tazelendi ve çıkıldı yola. Ah o sıkıntılı iç sesler nasıl da yansıyordu iki kadının suratına... 

Sinema önerisini getiren ben, başladım hikayeden aklımda kalanları anlatmaya: Havamız değişecek ya...

"8 Çocuklu Midyatlı bir kadını oynuyor Demet Akbağ, kocası Midyat Belediye Başkanlığı yaparken zamansız ölüyor. Babadan oğula geçecek olan Başkanlık, erkek çocukların çekişmesi nedeniyle anneye kalıyor ve böylece Midyatın kaderi değişiyor. Okuma yazması olmayan kadın Midyat Belediye Başkanı oluyor. Köye su getirmeye yemin ediyor, bu uğurda okuma yazma bile öğreniyor. Darbe ile de görevden alınıyor." 

Beni "hı hı" sesleri çıkartsa da dinlemiyor farkındayım ama dedim ya amaç havayı değiştirmek, o yüzden o beklediği soruyu bi türlü soramıyorum aslında. "Boşver hadi düşünme, kahve içerken anlatırsın..." Gene bir "hı hı" ama bu seferki biraz daha kısık bir ses tonuyla...

Hemen en üst kata çıkıp sinema biletlerini alıyoruz. Şimdiki dert ne yesek... Çok da aç değiliz ama... O zaman şöyle bir vitrinlere bakalım. Bakıyoruz... Canlar sıkıntıda... Burun kıvrılıyor her bir detaya... 

"Bu güzelmiş ama rengi benim rengim değil. Aaaa bak bu tam bana göre... Tüh, bedeni kalmamış iyi mi... ben hırka alacaktım ama böyle uzun olsun, kalın olmasın ama rengi de bi güzel olsun... "

Vazgeçiliyor alışverişten falan... Zaten yorgunluk sarıyor bedeni sıkıntı işin içine karışınca... Oturuluyor bir masaya, başlıyor ne yesek sorunsalı... Onu yesek... Ihıh... Bunu yesek... Ihıh... Bak şu açılmış... Hı... Olmuyor yemek de bizi mutlu etmeye yetmiyor, havada asılı kalan iç ses dönüp dolaşıp geliyor, masanın baş köşesine kuruluyor. 

Saat yaklaşıyor. Tuvalete bilmem kaçıncı kez gidiliyor. Sinirler hâlâ gergin. Filmin güldürmesine ise giderek daha büyük bir umut yükleniyor. Perde kapanıyor... Mardin uzaktan beliriyor... Xate hatun demek...   O da uzaktan beliriyor. 

BKM'nin politik alt yapı üstü güldürürken sosyal içerikli mesajlarımı da vereyim "sinema dili" ni sökenler için film öyle şaşırtıcı bir başlangıç sergilemiyor. Hatta sonuna kadar Türkiye'nin temel bir kaç sorununa neredeyse klişe denebilecek göndermeler yapıyor ve mesajlar üretiyor. Kültürlerin buluştuğu Mardinde klasik bir yağmur duası karakterlere ilişkin ip uçlarını vermek üzere seçilmiş gibi duruyor. Başlarken güldürmek istiyor ama doğrusu bende sadece dudak kıvrılması oluşuyor. Filmin ilk sahnesi; genel olarak film için tebessüm ettiriyor demek için erken olsa da, "güldürmek" üzerinden başarı grafiğinin düşük olacağının da habercisi oluyor. 1957'den 60 darbesine kadar geçen süreden bir kesit sunmayı hedefleyen senaryo çokça cılız kalıyor. Demek Akbağ'ın yüzünde bir türlü anlam veremediğim bir durum (mimiklerdeki fazla gerginlik) filmin zaten akıp gitmekte zorlanan yapısına biraz daha zorluk katıyor. Senaryonun ilerleyen zamanlarında mantıksal bir takım hatalar da fazlaca göze batınca ve hatta bazı sahnelerde sırf biraz daha güldürelim diye olmadık ayrıntılar eklenince,  film seyirlik olmaktan çıkıp, e para verdik bari sonunu da görelime dönüşüyor. Sermiyan Midyat oyunculuğu üzerine söylemek istediğim bir kaç şey var, ilk defa seyrettiğim bir oyuncu olarak bende bir kez daha denk gelmeliyiz hissi uyandırdı ve oynadığı karaktere yüklediklerini sevdim. Öykünün içinde verilmek istenen mesajlardan bence en insancıl ve en güçlüsünü de buraya yazıp film ile ilgili notlarımı burada sonlandırayım: Beyaz siyahla güzel... Siyah da beyazla... 

Filmden çıktığımızda sanki biraz daha yorgunduk...

Neredeyse sıkıcı geçen bir gecenin sonunda "haftasonuna bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biri oldu "rakıya gitsek". Üstelik bu teklif gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Şarkı söyleyerek ufunetini dağıtmak... Plan ayak üstü yapıldı. Tarih kesindi, yer ise nasıl olsa bulunurdu. 





07 Şubat 2013

Geçmişin İzinde

Geçmişin izinde bir gün sürüyorum sabahtan beri... İlk karşıma çıkan 2010 yılı Şubat ayından Oyun Arkadaşı oluyor... Okuyorum: ben mi yazmışım bunu...

"Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuyruğu saçlarını."

Zaman akıp giderken ve hayaller hatıraları kamçılarken çıkıveriyor karşıma 2009 Nisanında yazılmış Zaman.

"Sığınmak istiyorum sıcaklığına ve yitip gitmek yüreğinde... Ki o yürek en güzel kelimeleri seçip gülümsetmişti, bir umutsuzluğun içinde yitip gittiğimde beni. Hafif kızgın, biraz şaşkın, çokça anlamış halini sevmiştim de bir şey söyleyememiştim üzerine."

Geçmişe dönüp de okumaya başlayınca insan, ne çok çiçek açıveriyor gönlünün toprağında, ne çok gülümseyeceği şey oluyor. Dileklerinin gerçekleştiğini de görüyor, umutlarının solduğunu da... Ama gariptir ki yüzümde hep bir gülümseme... Bir Kapıyı Açanı Olmalı İnsanın  bu duygularla okuduğum bir yazı oldu nedense...

"Köşe bakkala giderken, ışığı özellikle açık bırakıyorsun. Televizyonu da... Yanan ışığınla ve televizyondan gelen seslerle çoğalttığın yalnızlığına adım adım yaklaşırken, elindeki anahtara bakıyorsun, bir anahtarın olduğu için mutlu olsan da çoğu zaman, bir kapıyı açanı olmalı insanın biliyorsun."




Sen hiç aralanan bir kapıdan
baktın mı uzağa
yakını görerek
biraz ürkek
biraz telaşlı
biraz meraklı 

baktın mı yakına 
her adımda geleceği düşleyerek


Ve hemen ardından gelen resim ve yazı götürdü beni geçmişin güzel bir dönemine... 

Bu sabah seyrettiğim programda Aret Varyantan şöyle diyordu telefonla bağlanan bir izleyicisine: Niyet önemlidir. Bu benim sıklıkla söylediğim bir cümledir. Niyet varsa durumu yeniden değerlendirmek gerekir diye devam ediyordu sözlerine. Kadın izleyiciden gelen soru şuydu: Bir insan hem en doğrunuz hem en yanlışınız olabilir mi? 


Tanıdık gelen kelimelere farkındalığı daha yüksek oluyor insanın... Kulak kabartmaktansa dikkat kesilmeyi tercih ediveriyor insan. 


"Ruhu ruhuma uygun diyorsunuz, beklediğim adam diyorsunuz, bunlar sizin doğrularınız, yanlış dediğiniz şeylerse koşullar... Niyetiniz bu adamla birlikte olmaksa, hemen şimdi duygusundan kurtulup, sabretmeyi, koşulların uygun hale gelmesini beklemeyi öğrenmelisiniz. Ama unutmayın altını bir kez daha çizeyim ki, niyet önemli, karşınızdakinin çabası da niyeti de  sizin beklediğiniz sonuç ile aynıysa devam etmelisiniz"

Konuşmanın devamını dinleyemedim. Ama kendimle bu konu hakkında konuşmaya devam ettim. Belki de bu yüzden aradığım cevapları bulmak için geçmişe kısa bir yolculuk yapmayı tercih ettim... Bulduğum cevaplardan kendi adıma memnunum. Bugünü kendim için "güzel günler listesine" ekledim. 



05 Şubat 2013

Kusursuz Bir Öykü Yazmak Mümkün mü?

Bazen bol bol vaktim oluyor, ne yapacağımı bilmez bir halde bloglar arasında dolanıyorum. Yemek bloglarına, dekorasyon bloglarına ve oralardan bilmediğim nice bloga rastgele ve aranmaksızın dolanıyorum. Öyle bir günün içinde denk gelmiştim az sonra okuyacağınız yazıya. Hatrımda kaldığı kadarı ile blog şu anda aktif değil, ben okuduğumda başlıktaki soruyu sordurmuştu bana... 


Kusursuz Bir Öykü Yazarı İçin On Emir / Horacio Quiroga
1. Bir üstada -Poe, Maupassant, Kipling, Çehov- Tanrıya inandığın gibi inan. 
2. Sanatını ulaşılmaz bir doruk olarak kabullen. Onu aşabileceğine dair hayaller besleme. Aşabilecek duruma geldiğinde, bunu zaten farkında olmadan başaracaksın. 
3. Öykünmeye mümkün olduğunca diren, üzerindeki etki yeterince güçlüyse ancak o zaman öykün. Kişilik geliştirmek, her şeyden çok sabır isteyen bir iştir. 
4. Körü körüne inan. Başarıya ulaşacak kadar yetenekli olduğuna değil, ama arzuladığın şey karşısında göstereceğin şevke. Sanatını yavuklun gibi sev, tüm kalbini ver ona. 
5. İlk sözün nereye gideceğini bilmeden yazmaya başlama. İyi kotarılmış bir öyküde ilk üç satır, hemen hemen son üç satır kadar önemlidir. 
6. Bu şartı kesinkes ifade etmek istiyorsun: "Nehirden doğru soğuk bir yel esiyordu." İnsanoğlunun konuştuğu dilde ifadeyi vermek için belirlenmiş sözcüklerden başka sözcük yoktur. Sözlerine sen hükmet, sesli harf gelmiş sessiz harf gelmiş, bunları kafana takma. 
7. Gerekmedikçe sıfat kullanma. Zayıf bir ada tutturulmuş renk tayfı kadar faydasızdır bunlar. Değerli birine rast gelirsen, karşılaştırılamaz bir rengi olur. Ama önce onu bulmak gerekir. 
8. Kahramanlarını elinde tut ve öykünün sonuna kadar tutarlı bir şekilde taşı. Kurguladığın yolda onları başka şekilde görmeye kalkma. Başkalarının göremediği ya da görse bile aldırmayacağı şeylerle yolunu saptırma. Okuru aldatma. Öykü, laf kalabalığından arınmış bir romandır. Öyle olmasa bile, bunu mutlak bir hakikat olarak kabullen. 
9. Duyguların akışına kapılarak yazma. Bırak silinsinler, ama sonra hepsini aklına getir. Bundan sonra duyguları yeniden canlandırabilecek gücün kalmışsa, zaten yolu yarılamışsın demektir. 
10. Yazarken ne arkadaşlarını düşün, ne de öykünün yaratacağı etkiyi. Bir araya getireceğin kahramanlarının içinde yaşadığı o küçücük ortamdan başka ilgini çeken hiçbir şey yokmuş gibi anlat öykünü. Öyküdeki yaşantıdan başka bir şey çıkmasın ortaya. 



22 Ocak 2013

Bu Ülkede Doğum Kontrolü İle...




Dün akşam mutfakta yemek hazırlığı yaparken kabaran kulağımın duyduğu cümleydi:

"Bu ülkede doğum kontrolüyle "kısırlaştırma hareketi" yaptılar..."

Güneydoğu şartlarına göre 3 çocuktan fazlası yapılmalıydı. Hatta -refah düzeyi ve okullaşma oranının ülkenin en yüksek değerlerine ulaştığı!- güneydoğuda daha fazlası yapılmalıydı. Eskiden amerikan bezi vardı şimdi iş kolaydı... -Bütün mesele boku temizlemekti.- Süt de anneden olunca çocuğu büyütmekte ne vardı...

Kulaklarım daha fazla bu sözlere maruz kalmayı reddetmiş olacak ki, avaz avaz şarkı söylerken kestim parmağımı... Acısı ile irkildim. Sustum ve geriye gittim:

Yıllar önce bir hastanede çalışırken gelmişti kapıma. Bir tişörtle altı bağlanmış bebeğini susturamıyordu ve parası olmadığı için kimse bebeğine bakmıyordu. Kucağıma aldım bebeğini, şaşırdı, üstün kirlenmesin dedi... Kirlensin, yıkarız temizlenir dedim. İlk defa o zaman gülümsedik birbirimize... Çocuk doktorlarına rica ettim, kırmadılar sağolsunlar, ne gerekiyorsa yaptılar. Uzunca bir süre kendi aramızda para toplayıp, süt, bez, kıyafet aldık bebeye... 

Gel git sohbetlerde öğrendim; henüz 24 yaşında olduğunu. O bebeden gayrı 4 tane daha çocuğu olduğunu ve terk edilmiş bir bahçede köpeklerle birlikte geceleri uyuduklarını. En büyük oğlunun 9 yaşında olduğunu, kocası olacak adam tarafından defalarca dayak yediğini, bayıldığını, çocuklarının önünde tecavüze uğrayıp, sabah döller üzerinde uyandığını... Sonunda dayanamayıp evi terk ettiğini, cemevinin ona sahip çıktığını, kontrol için gittiği sağlık ocağında ona spiral takıldığını, artık hamile kalmayacağı için ne kadar mutlu olduğunu, bir fabrikada bulaşıkçı olarak çalışmaya başladığını, bir göz odada çocukları ile yuva kurma hayalini, kocası olacak o adamın onun izini sürüp onun ve çocuklarının hayatını bir kez daha kararttığını, spiral kaydığı için kanamalarının arttığını, çıkarttırmak zorunda kaldığını ve ondan sonra iki kere daha hamile kaldığını, en sonunda kaçıp çöplerden beslenip sokaklarda uyumayı göze aldığını... En büyük oğlunun ayakkabı boyayıp para kazandığını, hırsızlığın günah olduğunu çöplerden insanların yemediklerini toplamanınsa bir erdem olduğunu anlattığı çocukları ile geceleri herkes uyuduktan sonra çöplerden topladıkları ile pişirdiklerini, köpeklerin getirdiği kuru ekmekleri ve daha nice ayrıntıyı dinledim ondan... 

Sonra bir gün iki gözü iki çeşme geldi odama... Büyük oğlu ve bebe yanındaydı... Susturmak için çabalamadım. Uzun süre ağladı. İçi kuruyana kadar derler ya... Sandım ki onun ki hiç kurumayacaktı.... 

"Çocuk esirgemeden geldiler; sadece ikisi yanımda kalabilirmiş, 3 taneyi onlara vermemi istediler... Ama hangi üçünden vazgeçebilirim ki ben... Büyük oğlum bebenin sana ihtiyacı var, kızı al yanına biz üç oğlan idare ederiz deyip duruyor. Sana danışmaya karar verdik." 

Bana...

Henüz 28 yaşında, hiç anne olmamış bana... Ne diyebilirdim ki... Dilim sustu... İçimin çığlıkları susmadı. Ne yaptı bilmem... Nasıl vazgeçti bilmem... Kalanlara ne anlattı bilmem... Gidenler oldu mu, onları bi daha görebildi mi bilmem... Kocası olacak o adam onu rahat bıraktı mı bilmem... O bütün bu olanlardan sonra rahat bir uyku uyayabildi mi bilmem... Bildiğim böyle durumlarda empati falan yapılmadığı... Böyle durumlara şahit olunmadıkça, karı boşamanın herkese kolay olduğu... 

Demem o ki... Bu ülkede doğum kontrolü bazı kadınlara ulaşamadı. Ve bazı anaların memeleri bırakın iki yılı iki kere emzirecek kadar bile süt dolmadı. 

Şartlara gelince... Bu ülkenin şartları ne yazık ki iki ucu boklu bir değnektir ve ne yazık ki bez dokuyacak bir tezgah bile kalmadığından, değnek elde dolaşıp duran işsizler ordusuna her geçen gün yeni bebeler eklenmektedir. 




Görsel için / deviantart

15 Ocak 2013

Denizin Kenarında





Sanıyorum kendime ait bildiğim ve değişmeyen iki şeyden biridir; denize yürüme mesafesinde olmanın bana verdiği huzur. İstanbul'u benim için vazgeçilmez kılan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışırken ilk kez fark ettim; yaşadığım on yıl boyunca her iki yakada da ben denize yürüyerek varabildim. 

Dün çalışma odamın penceresinden güneşin kollarının değdiği ormanlık alana bakıp hayaller kurarken peşimi bırakmadı bir duygu; keşke denize yürüyebilseydim. 

Hava ılınmaya, kış da vitesini -baharın gelmesini istermişcesine- küçültüp güneşe izin vermeye başlayınca, aklıma düşer denizin ıssız kalan kıyıları... Kalabalıklaşmadan gitmek isterim bir koca kış boyunca denizin içinden kıyıya bıraktıklarını bulmaya. 

Ama bana deniz mi dağ mı desen... Dağ derim. Dağın yüceliğini, ağaçların kokusunu, kuşların sesini, bulutlara yakın olmayı, eriyen karların sesini dinlemeyi severim.

Bir arkadaşımın da dediği gibi oturma odası deniz olanlar şanslıdır bu dünyada ama bir penceresi olsun ormana açılıyorsa çok daha şanslıdır bana göre.

Dilerim, bir gün bir yerde düşüm dönüşür gerçeğe de kavuşurum denizin kokusuna karışan orman kokusunun keyfini sürmeye...



Görsel / buradan