08 Ocak 2022

Yolda İki Yolcu Olmak

2000'li yılların başında hayallere kapılıp, mantıktan öte kararları aldıran "aşkımla" düşmüştüm İstanbul yollarına. Büyük aşk, fırtınalara yenik düştü, ülkeler, kıtalar değişti, sonuç kağıdı ilk günden görülenden bir adım öteye düşmedi. Aşk patikasının zorlu yollarına yenik düşen, buruk acılarla bezenen anlar bir valize konuldu. O zamanlar "her duygu geçici, izin ver geçsin" düsturu bir anlam ifade etmediğinden, senelerce elde tuz, yara arandı ki, bulunması en kolay olandı. 

Trikotajla yakın bağı olduğuna inandığım kaderim beni İstanbul'dan alıp Bursa'ya getirdi ki vakti zamanında "ölürüm de Bursa'da yaşamam" demişliğim de vardır. (Bkz. büyük lokma ye büyük söz söyleme)

Gün bu durur mu yine kovaladı. Ama ne kovalamak. 2015 yılında, duruşu afili, bakışı kaytan, gülüşü gamzeli bir adam, bana talip oldu. Aslında tav oldu da, O 83 yılında alzheimer olan, sonrasında 3 yıl benim de Onlu hikayelerde hatrı sayılır payımın olduğu bizli zamanların neredeyse her gününde hikayeyi annesine hep şöyle anlattı,

"Yolda yürüyordum, karşı kaldırımda bir kız. Endamlı yürüyüşüyle bastıkça kaldırımlar zangırdıyor. Pişt pişt diye seslendim, hafif dönünce, ben de hafif sağa dönüp, yan bir bakış attım, gamzemi de ihmal etmedim. Başladı mı paça suyu gibi titremeye. Baktım yığılıp kalacak kaldırıma, koştum belinden sarıldım. Baktım gözlerine. Vuruldu tabi bana. Dedim çay içelim." 

"Eeeee içtiniz mi?"

"İçmez miyiz"

"Sonra ne oldu?"

"Evlendik işte"

"İyi iyi, parayı kim ödedi"

Gülüşmeler... 

Dakikalar sonra, 

"Nereden buldun bu kızı sen" arada, özellikle ben gidip onun o tombik yanaklarını sıka sıka sevdiğim zamanlarda, "tahtası eksiği" de derdi rahmetli. 

"Dur anlatayım"

Hiç sıkılmazdı bu hikayeden, garip ama hastalığının sonucu onca yakın zaman hikayesini unutur, bunu unutmaz, özellikle anlattırırdı, sevgilim de hiç bıkmazdı anlatmaktan. En sondaki gülüşmeler için olduğunu fark ettim nice zaman sonra. 

Görücü usulünden hallice, tanışması destansı, namazı arkadaşımızın nurlar içinde yatsın şakacı annesi tarafından kılınan, iki ortak dostun nişan hazırlıkları ortamındaki tanışlığımız, benim dualarımın kabulü gibi bir şeye dönüştü zamanla. İlk görüşte aşk değildi, zamanla pişen, olgunlaşan, taşların tek tek yerine sabırla konduğu, her bir ipliğinde, düğümünde, çözümünde sevgi, sabır ve anlayış olan bu tanış hali, merhametli, koca yürekli, sabırlı ve kıymet bilen bir adamla nihayet o hayalini kurduğum ve daha sonra dönüp baktığımda henüz ötesini yaşayacağımı algılamadığım zamanlara geldiğinde, "sevgi"nin kıymetini anlamamı sağladı. Derinime işleyen o sevginin yüreğimin derinlerindeki sonsuzluğun kapısını aralayacağını henüz bilmiyordum tabi ki. 

Onun tarafından kabulümde ki en kıymetli cümle, bir akraba gecesinden, gelin yeğenden gelecekti,

"Evren abla, sen amcamın çektiği acıların, hayatın acımasızlığına karşı gösterdiği sabrın ödülüsün."

2015 senesinde bir kış günü, defterler ancak yetiştiğinden, takvimler 9 Ocak tarihini gösterirken, Bursa uzun zamandır, kar, boran, fırtına yaşamamışken ve bir gece öncesinde, kutlama yemeği sırasında, her şey tamam mı, sıralı sorularında "fotoğraf"a gelinmişken, "aaaaa nasıl ya unuttuk biz fotoğraf çektirmeyi" diyerek evden fırlayıp, kar fırtınası nedeniyle, unutulmuş fotoğraf çekimine mecburen yürüyerek, nikah memuru yarın gelebilir inşallah dualarıyla, en zorlu hava koşullarında, el ele omuz omuza giderken, bunu atlatırsak, her şeye göğüs gereriz diyerek çıktığımız yolculuk 7. yılını geri bırakıyor. 

4. yılın sonunda Zürih seyahati dönüşünde, şöyle not düşmüştüm. 

"Işıl ışıl 4 yıl bitti, pek çok güldük, pek çok gezdik, pek çok gördük, pek çok yedik, pek çok yürüdük, pek çok okuduk, pek çok izledik, pek çok konuştuk. Ama en çok sevdik. Seni seviyorum. "

Darmstadt gezisi sonrasına denk gelen 5. yılın sonundaki sevgililer gününde ise şöyle bir not;

"Günlerce sevgiyi kutsayabiliriz. Kıymet bilmek tam da böyle bir şey değil mi? Sen olmasan da yolda olurdum ama bu kadar güzel mi olurdu yollar bilemem. Yolculuğumuz uzun sürsün, durağımız bol olsun, anımız çok olsun, kahkahası bol, sohbeti hep keyifli olsun. Hayallerimiz gerçeğimiz olsun. #yolda2yolcu olmak demek #evrencemutluluk demek."

Geçen yıl peş peşe Covid olunca, düştüğüm not bundan nasibini aldı elbet;

"Değişime ve gelişime açık olduğumuz bir yılı daha geride bıraktık. Yollarda olmak kadar evde oturmak da maceralıydı. Peş peşe covid olduk. Böylece hastalıkta, sağlıkta, varlıkta, yoklukta birbirimize yoldaş olduk. Bence bu yıl da çoğaldık üstelik sadeleştik ve galiba böyle pek daha güzelleştik. Nice yıllarımız, yollarımız olsun."

Şimdi takvimler "resmi akti" göstermeye yaklaşıyor. Önceki yılki notların altına imzamı atıp, her birinin kelimesi kelimesine tıpkısını ve daha fazlasını ifade etmek isterken; 




notlara yenisi ekleniyor,

"Bütün hikaye buymuş biliyor musun? Yolda iki yolcu olmayı becermek. Yolları birlikte keşfetmek, birlikte öğrenmek, birlikte aşmak. Bir film repliğinden bir hayat öğretisi çıkartmak, bir yolculuktan bazı dersleri tekrar etmek gerektiğini anlamak. 7 bitiyor. Sağlığa, neşeye, keyfe, yollara, yolculuklara, mutluluğa, huzura ve en çok ama en çok derin, içten, samimi, sarmalayan ve kucaklayan sevgimize, şerefe."


Fotoğraf / Evimizin duvarından, geçmiş yıllar anılarından. 

#yolda2yolcu siz bu satırları Cumartesi veya Pazar okuyorsanız, Domaniç üzerinden Kütahya yolculuğunda olacak. 

05 Ocak 2022

Aydınlanma


Sabah aniden uyandım. Zihnim tiyatroyu kurmuş, rüyamda ele geçirmiş egom sahneyi. Oynatıyor sevmediğim bir filmi, tüm karakterleri öyle bir yerleştirmiş ki sahneye, içimin korkuları, beni kıran, parçalayan ne varsa, görüntü, tavır, söz... hepsi "Erving Goffman'ın Dramaturji Yaklaşımını" benimsemiş egomun son şahaserinden kesitler sunuyor. Dramaturg egom ve işbirlikçisi zihnim, Oscarlık oyun sergileyen başrol, karakter ve yardımcı oyuncularla en acımasız sahneyi çekerken, uyandım. Aniden. 

@berrakyurdakul uyumayın der, acıyı biriktiren zihninizi uyandırın. Egoma, dur bakalım diyorum. Onu oraya sen koydun, cümleyi sen kurdun. Ama beni acıtmana, kırmana, bir girdaba sürüklemene izin vermiyorum. Bir tercihim var. Daha önce yırttığım fotoğraflar gibi bunu da yırtıyorum.

Telefonumdaki notlardan @asumansur'un rüyalar ile ilgili gönderisini buluyorum. 4. gece; bırakmalısın.

Bırakıyorum. Sabah ezanı başlıyor. Dinliyorum. Zihnimi dinlendiriyorum. Huşu içinde, sabahın o kör karanlığında, aydınlanıyorum.

Bu aydınlanma halimi, instaya dünkü çuhaların fotosunu da ekleyip, duygu seli olup akıtıyorum. Kalemime sağlık. Yazdıklarımı pek beğenen egomu, bi sus allasen deyip, ikinci kez def ediyorum. Sabah sabah bela oldu resmen. 

Ofise gelirken kafam bulanık, sabah henüz aydınlanmamış, bense, günün planını yapıyorum. Önce şu, sonra bu. Öncem bloga yazı yazmak, başlayacağım yer belli. İnstadan bir "coppy paste" marifeti ile sabahki duygu durumu dökümümü beyaz sayfa ekliyorum. 

Yol boyu kafamda toparlamaya çalıştığım Berrak Yurdakul'un Ev Yapımı Paraşür kitabından yaptığı gönderiyi bulup bir kez daha okuyorum. Ofis sakin, kedilere mamaları verildi, sabah çayı bardağa kondu, maillere bakıldı cevaplandı, şimdi arkama yaslanıp, zihnin eğitimini tamamlamada. 

Gereksiz Acıları Çekmeyi Reddedin ⛔️

Aynı kötü filmi para verip yüz defa izlemezsiniz, ama aynı kötü hatırayı zihninizde yüz defa yeniden canlandırırsınız.

Zihniniz kötü hatıralarınızı tekrar tekrar ortaya çıkarır ve size her defasında aynı sıkıntıyı, aynı üzüntüyü yeniden yaşatır. Rahatsızlık verici bir anı belirdiği anda hemen dikkatinizi ona verir ve üzerinde düşünmeye, yorumlar yapmaya başlarsınız. Mesela bir arkadaşınızla veya sevgilinizle ettiğiniz kavga aniden zihninizde canlanır ve siz ettiğiniz kavganın anısına hemen dört elle sarılıp her şeyi bir kez daha en baştan yaşamaya başlarsınız. Üstelik bu defa orijinal kavganıza yepyeni pişmanlıklar da eklemişsinizdir: ‘Keşke o bana şöyle dediğinde ben de böyle deseydim…’ ‘Ben öyle deseydim o da böyle derdi. O zaman ben de derdim ki…’
Böylece hayal gücünüzle süsleyerek güzelce baharatladığınız aynı yemeği bir defa daha yersiniz. Fakat yemek bayat ve zehirlidir. İlk defasında olduğu gibi yine midenize oturacak ve sizi hasta edecektir.

Zihninizi eğitirseniz anılar sizi üzemez hale gelirler. Bu bir çeşit hafıza kaybı değildir. Anılarınız kaybolmaz, yine orada, zihninizin içinde dururlar. Kaybolan şey onların her defasında yanlarında getirdikleri duygusal yüktür. Hiçbir anı -eğer ona ilginizi yitirirseniz- kalmakta direnemez; bağımlılığı sürdüren şey anıyla aranızdaki duygusal bağlantıdır. Düşünmeyi kesmek zorunda değilsiniz, sadece ilgilenmeyi kesin. Anılarla ilgilenmeyi bıraktığınızda onların duygusal şarjı boşalır ve duygusal enerjisini kaybeden anı zamanla yitip gider. İlgisizliğiniz sizi özgürlüğe kavuşturacaktır.

Bunu asla unutmayın: gereksiz olan bir acıyı çekmeyi reddetmek, sizin en doğal hakkınızdır.

 

Büyürken sıklıkla yaptığım bir şeydi, geriye dönüp, sahneleri canlandırmak, her seferinde, Selçuk Erdem'in zannımca "kült" olan karikatürü gelirdi aklıma. Gülerdim. Sis perdesi dağılırdı. Gülmenin, zihnin sis çöktürmeye müsait havasını dağıtması mucizevi gibi gelir bana. 

Gülmek üzerine bazı egzersizleri seyredip, zihni negatiften pozitife götürmesini gözlemlediğim o görüntüler geliyor aklıma. Bir ağız gülebildiğimiz anların çoğalması, kahkahadan sandalyeden düştüğümüz zamanların gelmesi farklı krizleri yaşamış bir insan olarak çok uzakta gibi görünüyor bana. 

Elbet hiç bir şey kalıcı değil, elbet zaman değişime, değişim de zamana ayak uyduracak. Kanun böyle. Su akar, toprağa karışır, topraktan buhar olup, buluta, buluttan, tekrar yer yüzüne... Döngü bu. Fırtına olur, boran olur, güneş açar, kuraklık olur, kar yağar, sis çöker. Devinim halindeki doğa gibiyiz. 

Döngülerimiz oluyor, yaşamak hali... Dün sevdiğimize bugün yan bakıyoruz, olmaz dediğimiz olur olunca şaşırmıyoruz, gün geceye, gece sabaha kavuşuyor, her gün ısrarlı ve kararlı, her farklı ve bir o kadar aynı... 

İnsanın doğa ile uyumlanması döngüleri kabul etmesi, onlara hoş geldin diyebilmesi, ne kadar kalacağını ise, tercihlerimiz belirliyor. 

Zihni eğitmenin ve gereksiz olan bir acıyı çekmeyi reddetmenin en doğal hakkımız olduğunu kabullenmek zaman alıyor. 

O zamanı kendimize ayırmak ve sevmediğimiz anıların fotoğraflarını yırtıp atmak, mümkün. 

Anı bir yere gitmiyor, ara ara da uğruyor, ama eskisi kadar acıtmıyor, kalıcı da olmuyor. 

Çok fotoğraf yırttım, oradan biliyorum. 



Fotoğraf / 2010 - Newyork Seyahatinden 

04 Ocak 2022

Var Bir Hayalimiz

İçim kıpır kıpır, uzaklardaki bir evrene, evrence bir sürpriz yapacağım bugün. Ama o sürprizi yapacak bir işbirlikçisine ihtiyacım var. Pek ala internet üzerinden de konu halledilebilir ama benim ruha ihtiyacım var. İşte o ruh, kendisinde ziyadesiyle var olanım, benim kıymetli listemin ilk 5inde yer alan dostuma, bir mail ile ulaşıyorum, durumu anlatıyorum. Kestane kebap acele cevap geliveriyor; halledecek. Oy sarılmam mı, öpmem mi? Pamuklara sarıp sevmem mi?

Orkide mesela sıradan olurdu ya da kaktüs. Ben çuhayı seçtim. Mesajı güzel benim için; renkliyim, kırılganım ama dayanıklıyım der çuha. Bir fotoğraf ile renk ve model beğenime sunuluyor. Eyvallah diyorum. Bugün için elinde olur merakın olmasın diyor. Allah biliyor ya, içimdeki coşkun koşup boynuna bir kere daha sarılıyor. Dostum diye demiyorum, güzel adamdır, yüreği kocamandır. Severim kendisini, ama ne sevmek. 

İçim kıpır kıpır ama sadece düne bugüne değil, var olan hayallerimin, gerçeğe dönüşmesine, dönüşürken yanımda olana, 31 Aralık gecesine ve elbet 1 Ocak sabahına, hep aynı coşkuyla karşılık veriyorum. Bunu yazarken fark ediyorum ki uzun zamandır, içim coşkun. Güne, ana, insana ait ve dair değil bu coşku, yaşamaya dair. Şu fani dünyada 50. yılını geçirecek olan bedenim, ruhum ve benliğimin minnetle dolup taşan halini pek seviyorum. Yolculuğum kolay olmadı ama kabul etmeliyim ki bir o kadar da şanslıydım. Güzel insanlarla kesişen taşlı yollarımı, seller de bastı, korsanlar da, çiçekler de açtı yollarımda, ağaçlar devrilip patikalarımı bile kapattı. Ama dedim ya şanslıydım bir biçimde, güneş her gün yeniden aynı ve benzersiz şekliyle doğdu. 

3-4 yıl öncesiydi, "maviş" hayatımıza girdi. Canım maviş, ilaç olsa bu kadar iyi gelebilirdi. Bir anda, dünyamız dönüşmeye başladı. Daha çok doğa, daha çok ağaç, daha çok deniz, daha çok özel ve güzel insan, daha çok huzur, daha çok mutluluk ve şu anda aklıma gelmeyen daha pek çok "daha" kattı hayatımıza.

Pandemi döneminin zorlu 2020 ve 21'ini maviş sayesinde nefes alarak geçirdik. 2021'de geziler yaptık uzak diyarlara, Şubat ayı Datça, Mart ayının ilk günleri Cacha üstü, aniden bulutlardan paçayı kurtaran güneş sonrası denizle buluşma ve en erken sezon açılışı, Nisan ayında defalarca gidilen Eskikaraağaç Gölü ve elbet değişmez rota Ören Altınkamp, Haziran'da 100 yıllık ceviz ağaçları ile çevrili Cevizli Bahçe Kampı, Temmuz ayında hedef Berlin gezisi, Eylül ayında bir kez daha Datça, Marmaris, Dalyan, Bodrum, Bafa, İzmir diye uzayıp giden anılar kumbarasına 10 güzel an daha yolculuğu, Eylül'e veda için çıktığımız yolda, küçücük kırmızı bir tabela ile keşfimiz ve ilk yaban deneyimi için biçilmiş kaftan Karagöl, Kasım'da Kocayayla bir başkadır İnegöl'e varması harikadır yolculuğu, Aralık ayında nostaljik İstanbul turu, Delmece Yaylası kış kampı denemesi ve elbet yeni yılı karşılamak için seçilmiş, Bozcaarmut ve Küçükelmalı Göleti kampı.

Tüm bunları hatırlıyorum bir bir, aldığım küçük notları okuyor, gülümsüyorum. Arada hatırlayamadığım zaman, instaya başvuruyorum, orası fena, daldın mı çıkması vakit alıyor, insta anılar denizinde yüzerken bir fotoğraf gözüme takılıyor; 2020 senesinde altına bir not düşerek paylaşmışım, altındaki notu bugün de olsa yazabilirim halime, bir kez daha ve belki de daha da içtenlikli olarak şükür ediyorum. 

2 yıl önce bu günler. Zürih sokaklarında yüzümüzde daimi bir tebessüm. Yoldayız çünkü. Yolda olmayı seviyoruz. Biz "yolda2yolcu" olalı beri @yolda2yolcu_h ile söylediğimiz bir şey var, "her şey daha güzel olacak" Bir niyetin tebessümle taçlandırıldığı gerçeklik hali. Elbet koca bir teşekkürü hak ediyor hayat arkadaşım, yüzümü hep güldürdü çünkü. Birlikte nice yollarımız, yolculuklarımız olsun inşallah.
.
Hayatta en çok istediğim, varlığından gurur duyduğum, kardeşim olsun diye her şeyden vazgeçmeye niyetlendiğim @uzaytopuz hadi diyor, ben geliyorum siz de gelin. Zürih planı bile yokken, böylece ekleniveriyor listeye. Gidiyoruz. Ne güzel bir kardeşsin bir bilsen, ne yakışıklı, ne iyi kalpli. İyisin yani, güzel bir adamsın. Varlığın yetiyor, tüm güzellikler senin olsun emi.
.
Uzakları yakın eden teknoloji ile annem babam da bizimle. Her yeri görebilirsinler istiyor insan. Bazen denk gelmiyor işte. Derim ya, kalpler bir olsun önce. Sevgi ile büyütülmüş, o şanslı çocuk benim. Yüreğim bu kadar büyükse ve sığıyorsa tüm dünya içine, onlar sayesinde. Hep var olun, dağ gibi gücünüz, denizler kadar sevginizle,
.
Minnettarım hayatıma, beni pişirme haline. Hırpaladığı da oldu, pamuklara sardığı da... İyisi de kötüsü de bize ya hayatın... Yaşıyoruz işte.
.
Söz uçar yazı kalır ya... Kalsın burada.

 



Velhasıl, içimin coşkunluğu ile karşıladım 2022'yi;
Bol gezmeli, görmeli, kahkahalı, bedenen ve ruhen sağlıklı, huzurlu, dengeli, sabırlı, heyecanlı, az dertli, dostlarla kurulan sofraların bereketli, sohbeti keyifli, aile ile geçirilen günlerin kıymetli, tüm bunları yaparken yeter miktar paralı bir 2022 olsun. 

30 Aralık 2021

Güzel Dilekler, İyi Niyetler

Bir kaç zamandır, olumlu düşünmenin üzerimdeki etkilerini gözlemliyorum. İyi niyetlerle döşenen yollardaki mayınları temizlemek kolay olmuyor. 49 yılın alışkanlıkları öyle bir günde falan silinmiyor. Anı yaşamak da denildiği kadar kolay değil.

Blog yazdığım o yoğun yazma, içini akıtma, içini dışarı çıkarma, içi dışı bir günlerden sonraya denk gelir, "instagram" ile tanışıklığım. Fotoğraf tutkuma eklenen kısa cümlelerle, zaman zaman yazdığım "evrence karalamalar" ile bloga olan özlemim kısmen törpülenmiş olsa gerek ki, uzun zaman bakmadım "Evrenin Dünyası'na". Zaten belli bir tuş sayısı ile nispeten "ciddi" mecra kuşum "twitter" da gündem takip ettiğim bir sanal alan olarak kaldı hayatımda. 

Günlük tutmayı becerebilen insanlardan değilim. Öyle düzenli okuma, yazma, izleme ritüelim falan da yok. Denk gelir, okurum günlerce, aylarca, kitaplarca, denk gelir yazarım bloglarca, sayfalarca, denk gelir izlerim, saatlerce, bölümlerce. Bu aralar yazasım var. Akıyor gürül gürül klavyem. Hiç bir şey seyredemiyorum mesela. Okumak da sancılı bir "kıracaksın şeytanın bacağını", " işte bu kitap o kitap" nidalarıyla, günde 30 sayfa boyu ilerlemiyor. Ne zaman seyretmeye ya da okumaya niyetlensem, bir iç sıkıntısı, bir kafada planlar, akla hayale gelmeyecek iş listeleri, uzun zamandır aranmayan kişilere, "alo" deme isteği. 

Bak bu aralar kendime bile fazla geldiğim bir durum var ki; "konuşmak", yeminle benim diyen dinleyicinin içi daralır. Benim kendimden içimin daraldığı oluyor. Bak ya acaba bu yüzden mi yazıyorum ben gene. 

İnsta enteresan bir yer, öyleymiş hayatlar, böyleymiş güzelliklerle bezenmiş bir "sanal" dünyada kendini o dünyaya kaptırıp neden okunmuyorum, neden okunuyorum diye kafayı sıyırma noktasına gelenler mi ararsın, ara ara o "sanallık"tan bunalıp gerçek hayatına dönüş yapıp, orada barınamayıp yeniden "mış" hayatına dönenler, bunu hayatının itirafı olarak, salya sümük anlatanlar mı ya da ne bileyim, her anını ama her anını "story" yapıp, birileri hayatı ile ilgili bir şey söyleyince, kim oluyorsunuz da siz benim hayatıma laf söylüyorsunuz, benim özelim bana, siz karışamazsınız diye çemkiren ama özeli dediğini bile an be an "sanal"da yaşayanlar mı?

Galiba becerebilene, dozunu tutturabilene her "sanal" ortam güzellikler sunuyor. Biraz da ilgi alanının ne olduğu önem arz etmiyor değil. Herkes de "Meydan Larousse" meraklısı olmak zorunda değil. "Hey" dergisi hastası, "Müge Anlı" heyecanlısı, "Siyaset Meydanı" müptelası da olacak ki çeşitlilik artsın. Valla ben inanıyorum nerde çokluk, orada bereket.

Şu güzel ömrümün, şu fani dünyada geçirdiği 49 yılı geride bırakırken, üstelik 50'ye dayadığım merdivenle bu yılı karşılıyorken, kendime verdiğim sözüm falan yok. Tutmuyorum çünkü, çok denedim, çok yanıldım. Gene deneyip gene yanılsam da olur aslında. Galiba bu hayatta becerdiğim şeylerden biri haline geldi "kabullenmek". Mesela reçel pişirmeyi beceremiyorum, aldım koydum bu yanımı bir kenara. Çok denedim, çok şerbet, çok kaya, çok balçık yaptım ama reçeli yapamadım. Baktım olmuyor, yemeği de bıraktım. Anacığım yaparsa ne ala. Bak o zaman ağız dolusu yer, son lokmasına kadar keyfini çıkarırım. Bir diğer şey "asla" dememeyi öğrendim galiba. 

Asla yapmaz, asla seyretmem, asla gitmem, asla dokunmam... Hayat bu! Öyle bir "yedirir ki" o "asla"yı diyene, o masadan kalkamaz bir süre. 

Pandeminin yarattığı hezeyanları bir yana bırakıp, üstelik 2021 yılı başında Corona atlatmış insanlar olarak, 2022den de kendimizden de büyük beklentilerimiz yok. Mavişi tam zamanında ve severek aldık ki hayatımıza, galiba en çok minnet bu anlamda kendimize. Kesinlikle, hayata baktığımız yeri daha çok sevmemizi sağladı. 

Her daim sağlıklı olmayı öncelikleyerek, daha çok doğada olabilmeyi, daha çok çiçek görmeyi, kuş sesi dinlemeyi, ağaçlara daha çok sarılabilmeyi, yeni yerlere, göklere, denizlere, göllere uyanabilmeyi, haliyle gezmeyi, kediye, köpeğe, insana, yaşlıya, gence daha umutlu günler, yarınlar sunacak bir ülkeye hızla ve daha fazla vakit kaybetmeden dönüşebilmeyi umuyorum. 

Umarım ve diliyorum ki, iyisiyle, güzeliyle, acısıyla, tatlısıyla, 2022'de de iki kelam edecek nefesimiz, insanımız, neşemiz, sağlığımız, bunları yapacak paramız olur. 



Sevgiyle, inançla, aşkla... Hoşgel 2022.





28 Aralık 2021

Siyah Kutu


Eski bir Rum köyünün sokaklarında, cumbalı evlerin arasında, denizin kokusuyla yürüdüler bir süre. Sessiz ve istemsiz. Sabahın erken saatlerinde, ada vapurunda kulağına çarpan kelimelerin kırıkları, ellerine batmış gibiydi, hiç değmedi yürüyüş boyunca elleri ellerine. Sessizliği bozan Dimitri oldu. 

"Biliyor musun İsa'dan Önce 5.yy'da kurulduğu varsayılıyor bu köyün" Güzelce'nin tarihe merakını bildiğinden, bir ses olsun aralarında diye konuyu açmak istese de, karşılıksız kalan bir monolog gibiydi sözleri. Dimitri anlatmaya devam ediyordu ama duyulmuyordu sözleri. Yıkık evlerin ahşap karkaslarında asılı kalan kelimelerine, köşeyi dönerken hafifçe başını eğip baktı Dimitri. Üzgündü ve bir o kadar öfkeli, zamanı geri alması mümkün değildi. Zaten alabilse, o sabaha değil 6 ay öncesine dönerdi. O aptal geceye. O saçma tercihe. O... Kelimeleri giderek çirkinleşiyordu. Sustu. Güzelce, kırgındı, incinmişti. Dimitri'nin söylediği her kelimeyi sindirmeye çalışıyor ama bir türlü hazmedemiyordu. Gene de o vapurdan inip, diğerine binmişti. İstemsizce.

Güzelce ilk kez geliyordu Trilye'ye gelirken de kafası karışmıştı doğrusu.  İstanbul'dan günübirlik geldikleri eski Rum köyünün birden fazla ismi vardı:  Tirilye, Trilye, Zeytinbağı. ne gerek vardı böyle kafa karışıklıklarına. Sevmezdi Güzelce belirsizlikleri, net olmayı severdi. Doğru bir taneydi. Renklerse siyah ya da beyaz. 

Trilye’nin adıyla ilgili üç rivayet anlatmıştı, sahilde iğne oyası tezgahı olan Fadime Teyze. 70 yaşına dayadığı merdivenleri, elinde bastonu ile çıkmak zorunda kalmış olmanın verdiği his, yüzünün tüm çizgilerinden okunuyordu. Geçkin yaşına rağmen gözlük kullanmıyordu. Güzelce'nin dikkatini en çok bu çekmişti. 3 paket sigara içtiğini sohbetleri sırasında öğrenecekti. Her gün bir elma yediğini ve bir baş soğansız gün geçirmediğini de. Güzelce severdi insanla sohbeti. Dimitri, hep  daha çekinik olandı. Güzelce zamanla Dimitri'nin insan sevmediğini bile düşünür olmuştu. Fadime Teyze soluksuz anlatıyordu bildiklerini, buraların 3 efsanesini de aynı şekilde anlatıverdi, bir bir. Dimitri sevmemişti Fadime Teyzeyi. Rol çalmıştı bir kere. Bugün Dimitri'nin günü olacaktı. Salaklık etmeseydi tabi. 

"Vakti zamanında üç papaz varmış; Yani,  Yorgi ve Sorti. Kovulmuşlar ayrık otu gibi davranınca,  te buraya manastıra yerleşmişler. Tri üç demek biliyon değil mi? E ilya 'da papaz demekmiş, olmuş mu sana buranın adı Trilya. Her birinin yıkık dökük kiliseleri var. Gezersiniz."

Tezgaha yanaşan meraklı ama almaya niyetli olmayan esmer güzeli, süslüce kadının sorduğu sorulara sessiz kalıp, kadını sinirlendirince, uzaklaşan kadının ardı sıra "hem almıycan, hem sohbeti bölüyon" deyip söylenmese iyiydi de, Fadime Teyze bu, sevmediğine, içinin ısınmadığına değil iğne oyası satmak, selamını vermezdi. Meşhurdu gezginler arasında. Ondan iğne oyası almak parayla değildi.  

Güzelce'nin yüzüne baktı Fadime Teyze, ismin ne senin dedi. "Güzelce" dedi. Gülümsedi, oya gibi yüzün, pek yakışmış ismin. Şefkatle gülümsedi Güzelce. İnsanın içini ısıtan  o tarifsiz kahve ışıltılı gözlerini kıstı. Yüzündeki melek kanatlanıp, Fadime Teyzenin omzuna, oradan  bir sokak köpeğinin kulağına, huysuz tırsak bir kedinin kuyruğuna, balıkçı teknesinin bayrağına... Derken uzaklaştı limandan tarafa. 

"Anlatsana efsanaleri" oysa hepsini biliyordu. Hep yaptığı gibi bir yere gitmeden önce tarihini araştırır, gezilecek yerleri önceden belirlerdi.

"Küs müsün sen bu delikanlıya" 
Omzunu hafifçe kaldırdı Güzelce. Gözlerini düşürdü. Yüzü asılıverdi, yüreği buruş buruş oldu. Nefesi daraldı. Ama toparladı. Salıvermek yoktu kendini. Söz vermişti. Sözünü tutacaktı. Gözyaşlarını, kırgınlığını, adaya saklayacaktı. Bildiği limanda boğulacaktı. 

Anladı Fadime Teyze, Güzelce'nin çaresizliğini. Üstünde pek durmamış gibi yaptı, yaptı yapmasına ama sevmemişti Güzelce'nin toprağa bakan gözlerini.  

"Vakti zamanında korsan saldırıları çok olurmuş, civar köylerden üçü buraya sığınmış, oradan türemiş diyorlar. Bana kalsa en güzeli şu anlatacağım hikaye; ecnebi dillerden birinde kırmızı balık demekmiş Trilye, Barbun balığı vardır bilir misin? Ben çok severim, tavada kızartması olacak ama, yanına bir salata." 

"Eeee Zeytinbağı nereden geliyor peki, bazı tabelalarda gördüm"

"Osmanlı'da Mahmut Şevket Paşa Kasabası denilmiş, 60'lı yıllarda, zeytincilikle geçiniriz biz, o zamanın devlet büyükleri düşünmüş, bu ismi uygun görmüş, tutmadı tabi,  biz benimsemedik, dilimiz alışmış Trilye'ye, hem hikayeleri anlatılır nesilden nesile, pişmiş aşa su katmaya çalıştılar olmadı senin anlayacağın."

Daha neler neler anlatacaktı Fadime Teyze ama bir otobüs dolusu turist gelince, tat kalmadı sohbette. Ayrıldılar tezgahın başından, mahallenin içlerine doğru yöneldiler. Sıralı balık restoranlarının yanından sokağa girdiler. 

Dimitri ilgisini çeker diye, başlamıştı gene anlatmaya, "1560 yılında Aya Todori Kilisesiymiş"  Güzelce yürüdü öylece, Dimitri susmak zorunda kaldı. Sessizce ve kafalarını bile çevirmeden geçtiler Fatih Camisi'nin yanından. Dar sokaklarda hiç tanışmamış gibi ilerlediler yanyana. Fadime Teyzenin anlattıkları unutmamak için kafasında yineliyordu Güzelce, bir de Dimitri'nin ara ara duyulan sesini bastırmak için. Sessizdi, narindi, karıncayı ürkütmeyen adımlarla, incecik bedenini havalandıracakmış gibi esen rüzgarın etkisiyle süzülür gibi ilerliyordu dar sokaklarda. Dimirti her adımda aşık oluyordu ona, her adımda çok daha pişman. Dimitri'nin düşünceli hali yerini  endişeye bırakmak üzereydi. Boğuşuyordu Dimitri, dövüyordu sokağın taşlarını adımlarıyla. Gerginliği vücudunun bükülmesi zor bir demir levha gibi olmasına sebep olmuştu. 
 
Tabut Evin yanından devam edip, Taş Mektebi geçtiler, yokuş yukarı Tarihi Çamlı Kahveye doğru yöneldiler. Yokuş Dimitri'yi zorladı. Nefessiz kaldı bir an. Güzelce dönüp bakmadı bile. Güzelce, kanatlı bir melek gibi, süzülmeye devam ediyordu yürüdükçe. Sahilden beri ağızlarını bıçak açmamıştı. Dimitri'nin bir kaç girişimi de karşılık bulamayınca, üstelememişti Dimitri. 

Kahve içmek için oturdular. Sade istedi biri, az şekerli diğeri. Sessizlik sinir bozucu bir hal almış olasa da Güzelce'nin yüzü öyle güzeldi ki, seyretmeye doyamıyordu Dimitri. Ama o sinir bozukluğu ile yanlış bir kelime daha çıkıverecek, Güzelce bir kez daha kırılacak diye ağzını bile açamıyordu. Oysa o anlatmak istemişti, Trilye'nin efsanelerini, o anlatacaktı üç papazı, ilk resimli kiliseyi... Dündar Evi'ne inerlerken, "Tüccar mıymış" dedi Güzelce. "Kim" dedi Dimitri. "Dündar" "Bilmiyorum ki..." Sevinmişti Dimitri, sonunda sessizlik bozulmuştu. 

Başladı anlatmaya heyecanla. "Hagios Ioannes Kilisesi...." Güzelce kendinden beklenmeyen sertlikte bir ses tonu ile kesti Dimirti'yi. "Biliyorum anlatmana gerek yok, ben Dündar'ı merak etmiştim" dedi. Kimse bilmiyordu Dündar kimdi. 

Dimirti bir kez daha sessizlikle yüzyüzeydi. Bugün bu duvarı aşmaya bir kez daha cesaret edemeyeceğini hissediyordu. 

Sokaklarda esler çizmeye başlamışlardı. Kelimeler, düşünceler ve ayaklar başına buyruk sessizlikte savrulmaya başladılar. 

Kemerli Kilise'nin kemerinin altından geçerken el ele olacaklar diye hayal kuran Dimitri,  dualarla tek başına geçerken Güzelce'nin ardı sıra yürüyordu. Kilisenin yanından geçip deniz tarafından sahile doğru yürümeye başladıklarında, Güzelce omuz başlarına verdiği ağırlıkla, taşımakta iyice zorlandığı sırt çantasını taşa koyup denizi seyretti bir süre. Bugün yükü ağırdı, ölmeyi isteyeceği kadar ağır olan yüküyle iyi bile dayanmıştı. Az ilerde ağacın altındaki banka tek başına oturdu, çantasını sağa koydu ki Dimitri de oturursa arada bir engel olsun. Soldan deniz kıyısına inen patikaya doğru baktı. Böylece sırtını da dönmüş oldu Dimitri'ye. Yedi kilise, üç manastır ve üç de ayazmadan geriye kalan yıkıntıları, sırf farklı düşünüyorlar diye, aforoz edilen azizleri, rahibeleri, bu evlerde, topraklarda yaşam sürmüş Rumları düşündü. Düşündüğü hiç bir şey acısını hafifletmiyordu. İçinde bir yer çok ama çok acıyordu, Dimitri'nin sözlerini kulaklarından silmeye çalıştıkça, beynine çivilerle yazılıyordu. Ada'dan ayrılırken, geminin yarattığı dalga seslerine karışsın istemişti bütün duydukları. Onları oracık da savurdğunu sanıyordu denize. Ama her durduğunda, kendi ile baş başa kaldığında o kelimelerle boğuşuyordu. Onları Dimitri'den duyacağına ölse daha iyiydi. 

Dimirti, Güzelce'yi rahatsız etmeyecek bir mesafeden onu seyrediyordu, özür dileceği yüzlerce cümleyi kurup bozdu. Hiç biri olmuyordu. Oysa bu günü nasıl da özenle planlamıştı. Günlerce gelecekleri bu eski Rum Köyünün tarihine çalışmış, Güzelce'ye anlatacağı hikayeleri derlemişti. Üstelik gelecek ile ilgili hayallerini cebinde saklı tuttuğu siyah kutuya aylar öncesinden koymuştu. Kuyu yanına alıp almadığını onlarca kez kontrol etmişti. Gece tuvalete kalktığında bile ilk baktığı kutu olmuştu. Nasıl yapmıştı bu kadar aptalca bir şeyi, hadi yaptı, nasıl anlatmaya kalkmıştı Güzelce'ye. Kırılgan, narin, hayatın defalarca kırdığı gen de yapışmayı başaran Güzelce'ye bunu nasıl yapmıştı. 

Güzelce oturduğu banktan kalkmaya niyetlenince, Dimitri'nin ona doğru uzanıp çantasını taşımak istediğini belirten eli, tıpkı kelimeleri gibi karşılıksız ve havada asılı kalmıştı. 

Ah Dimitri, ahmak Dimitri...  Sırası mıydı aptal sırrını açıklamanın. Adadan ayrıldıkları anda, gemiye biner binmez, sanki müjdeli bir haber verecekmiş gibi coşkulu çıkan sesini bastırsa, içi içini yemese, içini kemiren kurdu oracıkta boğuverse, unutulmaz bir gün yaşayacaklardı. Dimitri içiyle dövüşenlerdendi. Her seferinde de kendine yenilen. 

Sahile indiklerinde Fadime teyze çoktan tezgahı toplamıştı. İyi ki o pembe bahar çiçeği oyalı peçeteyi aldım diye geçirdi Güzelce içinden. Döndüğünde tezgahın kapanmış olacağı ihtimalinden değil de, Fadime Teyzenin, söylediği bir sözden dolayı almıştı o parçayı Güzelce. "Yaralar Güzelce, sen istediğin müddetçe kanar. İstersen bir yarayı tuzla da şu kenarı oyalı peçeteyle de bastırabilirsin. Sen neyi seçersen, o yara ona dönüşür." Güzelce yarasının oyaya dönüşmesini diledi o anda. O nedenle aldı peçeteyi. Hoş onu peçete olarak falan kullanması imkansızdı da, almıştı işte, yaraya ilaç olur maksadıyla. Bir de Fadime teyzenin Güzelce'nin bileğine doladığı nişan yüzüğü oyalı bileklik vardı. O onun Güzelce'ye hediyesiydi. Güzelce, dönüş yolculuğunda bıçak açmayan ağzına, söz dinlemeyen yüreğine, artık durması imkansız göz yaşına laf geçiremeyince, olanlar oldu. 

Dimirti ne yapacağını şaşırdı. Oturdukları yerden vapurun iskele baş omuzluğundaki köşeye doğru yürüdüler. Rüzgara verip yüzlerini, sarıldılar birbirlerine. Boğulurcasına ağlayan ve "nasıl nasıl" diye göğsünü yumruklayan Güzelce'ye sarıldı Dimitri. 

Güzelce'nin kulağına neredeyse fısıltı gibi çıkan sesiyle, 

"Seni gördüğüm ilk günü hatırlıyor musun Güzelce, Değirmen Tepesi'ne geldiğinizde, sana açılmak istiyordum ama bir türlü nereden başlayacağımı bilmiyordum. İçinde biyolüminesans geçen  bilimsel bir cümle ile konuya girip, ışık saçan gülüşün nedeniyle, okyanuslarda yaşayan o eşsiz ışıldayan denizanası gibi muhteşem olduğunu söylemiştim sana. Zavallı Dimitri. İltifat becerisinden yoksun Dimitri. Bari deniz kızı falan de, değil mi, denizi anası da nereden gelmişti aklıma. Sense gözlerini hiç ayırmadan gözlerimden, nasıl da kahkahalarla gülmüştün Güzelcem. Nasıl daha fazla hayran bırakabilirdin ki kendini bana. Sen arkadaşlarınla mezarlığa doğru giderken, iğne yapraklı çam ağaçlarına sırtımı verip, hayaller kurmuştum. Senden beni affetmeni bekleyemem Güzelce. Ben en olmadık zamanlarda, saçma cümleleri bir araya getirip, seni hep güldürmeyi diliyordum. Bugün bu eski Rum Köyüne gelirken, istedim ki, seni eşim olarak görmeyi arzu ettiğim geleceğimize, çamur gibi yapışmasın geçmişim. Hata bir kez yapılır Güzelce. Söz veriyorum, ömrün yettiğince seni güldüreceğim. Beni yüreğinden aforoz etme. Beni ışığından mahrum bırakma." 

Güzelce bileğinden özenle çıkarttığı bilekliği, Dimitri'nin avucuna bıraktı. Gözlerinin içine baktı. Çok şey söyledi, hiç sesi duyulmadı. İncecik bedenini havalandıracakmış gibi, esen rüzgara doğru açtı kollarını, Dimitri bir adım geri çekildi, nefes alsın istedi Güzelcesi. Hiç ön göremedi, tıpkı bu sabahki gibi, hiç anlamadı Güzelcesini. Güzelce çevirdi kafasını sola doğru, baktı Dimitri'ye, süzülür gibi bıraktı kendini vapurun baş kısmından, dalgalara karıştı narin bedeni. Dimitri Güzelce diye bağırıyorken, vapurun sireni çaldı iki kez, 2 kez çaldı tam da o anda, denizin içinden gökyüzüne doğru kaynağı belli olmayan bir ışık patladı. 

Dimitri sendeleyerek kalktı yataktan, alarmı kapattı. Rüyası habercisi olmuştu, son zamanlarda kısa metraj film gibiydi rüyaları, hem de renkli. Güzelce'ye bugün değil hiç bir zaman olanları anlatmayacaktı. Sırrını, aptallığını derinlere gömecekti. Hiç çıkartmayacaktı oradan. En güzel kıyafetlerini giyip, kontrol etti cebindeki kutuyu. Hızla indi limana, Güzelce oradaydı. Gözlerinin ışığı öyle parlaktı ki, Dimitri gülümsedi. Neydi rüyasındaki kelime, hatırlayamadı. Hatırlasa, tüm rüyayı bir çırpıda Güzelcesine anlatacaktı. En çok da deniz anası kısmına gülmüştü sabah aklına gelince. Biraz değiştirecekti elbet hikayeyi. Biliyordu günün sonunda Güzelcesi denize değil, onun kollarına atlayacaktı. Telefonun mesaj kutusuna gelenle yüzünde çiçekler açtı; mesaj kardeşinden geliyordu: 

"Her şey hazır, gün batımında, Taşmahal'de olacağız. Çok heyecanlıyız. Kutuyu unutma, vapuru kaçırma!"



KELİME OYUNU 56 / Kelimeler: Denizkızı/Lüminesans/Rahibe/Şefkat/Tüccar


Fotoğraf / Çanakkale seyahatinden