29 Temmuz 2022

Bensiz Ben Yolumu Bulamam


20'li yaşlarım. Sezenli yıllar. 

Nerede dert, tasa, elem ben de bir Sezen şarkısı, nerede aşk, coşku, umut, bende yine bir Sezen şarkısı. 

Günlerden bir gün... Tanışıyoruz, çok seviyorum.

Yollarım hep kendimden öteye çıkarken ve sanıyorken kurtuluş O'nda 

ve üstelik

O değişiyorken her tutunduğumda!

Ben her onsuz kalışımda haykırıyordum avaz avaza: 

Sensiz ben yolumu bulamam!

 


Düşe kalka, tökezleye, ağlaya... Buluyorum. 

Gözyaşlarımda boğuluyorum. 

Her sabaha suskun uyanıp, her geceye konuşmaktan yorgun düşüp sızarak devam ediyorum. 

Yolculuğum uzun sürüyor. 

1 evlilik ve iki aşktan sonra O'nsuz değil, bensiz yolumu bulamayacağımı fark ediyor, 

Ve yolculuğumun yol arkadaşını buluyorum. 

Sevgiyle başlayıp aşkla devam ederken,

Artık biliyorum,

Bensiz ben yolumu bulamam.


Bana beni gösteren, anlatan, bu yolculuğumda bana eşlik edenlere teşekkürlerimle...





26 Temmuz 2022

Kaşıkçı Elması Gölde Yüzüyor



Günlerden Perşembe 5 Mayıs

Neyse ki gecenin stresi göle karışmış herkesin yüzü gülüyor, sıkı bir kahvaltı ile güne güle oynaya başlıyoruz. Bugün kültür turundayız, önce kale içi, sonra adadayız.

İçinde bir de adası olan gölün adı; Pamvotida. Avrupa’nın en eski ikinci doğal gölü ve kelimenin tam anlamıyla tabiat harikası, şehri çevreleyen çınar ağaçları ile tablo gibi bir güzellik. E haliyle dilimizde hep bir "burada yaşanır". Kale içi, hem Osmanlı döneminin harem ve camilerinin hem de Bizans Döneminin kiliselerinin korunduğu, tarih açısından zengin bir keşif vaad ediyor. Durur muyuz bir önceki gece yapılan kısa turdaki tespitler yolda4yolcu için günün rotasını oluşturmada kolaylık sağlıyor.

Evimizin sırt kısmında yer alan içinde Fethiye Cami, türbe, müze, kilise ve Bizans kalıntılarının bulunduğu bölgeye gidiyoruz. Yanya’da gün batımı için en iyi yerlerinden biri olan Hisar Kalesi'ndeyiz. Kale, iç kale anlamına geliyor ve göle bakan bir tepenin üzerinde yer alıyor, ana kapıdan ilerleyen ve sizi içeriye mıknatıs gibi çeken manzaradan hemen önce  bir muhafız kulübesi, Ali Paşa’nın ordusu tarafından mühimmat depolamak için kullanılan bir depo ve bir Bizans tahkimatının bulunduğu arkeolojik alan ilk göze çarpan yerler. Daha girişteki bu etkileyicilik, hemen solda yer alan mekanla adeta taçlanıyor. Kahve molası için göz kırpan mekana pas vermiyoruz, evden çıkalı 5 dakika olmadı henüz. Fethiye Camii, Başmelek Mikail ve Cebrail'e adanmış 13. yüzyılın başlarında Bizans kilisesinin kalıntılarının yakınında, göle nazır bir manzarada ve elbette tepede konumlanarak 1430'da Osmanlılar tarafından kentin iç kalesine inşa edilmiş.  Hemen önünde yer alan türbe ferforje bir kafes gibi burada meşhur Yanyalı ya da bilinen adıyla Tepedenli Ali Paşa'nın bedeni var sadece, kesilen başının mezar taşının ise İstanbul Zeytinburnu Ayvalık Mezarlığı’nda yer aldığı biliniyor. Hikayesi ise oldukça ilginç. 


Aynı bölgede yer alan müzeyi de gezdikten sonra, göl tarafından da girişi olan ve ilgimizi çeken ve mutlaka görülmesi gerekenler listemizin başında
 yer alan bir diğer müzeye; Silversmithing Museum'a doğru kalıntılar yanından ilerleyerek varıyoruz. Zamanında Avrupa’da gümüşçülüğün başkenti olan Yanya’da yer alan, gümüş işlemeciliğinin ilginç tarihini detaylı ve öğretici bir şekilde sunan, dönemsel olarak atölyelere, eğitimlere, kurslara ev sahipliği yapan müze olmanın yanı sıra bir kültür ve eğitim merkezi olarak kurulan müze, kalenin yemekhane bölümü restore edilerek yapıldığından dışarıdan bile görüldüğünde etkileyici. 







Dönüşü girdiğimiz kapıdan yapıyoruz, kale kapısına varmadan batı tarafından görünen adaya uzaktan bakıyor öğleden sonraki gezi için biraz daha heyecanlanıyoruz. Küçük motorlar ile varılan ada için kalkış noktasını tepeden görüyor, gece yürüyüşü için geçtiğimiz yolları bir kez de kuş bakışı seyre dalıyoruz, girişteki mekan çıkışta bir kez daha göz kırpıyor, hele de o güllü taş duvar. Fotoğrafını çektiğime çok emin olduğum duvar kardeşimin deyimi ile galiba yüreğimi kazınmış durumda, çünkü kimsenin makinasından öyle bir fotoğraf çıkmıyor. 

Eski kentin içindeki dar sokakları geçerek vardığımız kent surları içinde yer alan  ve Yunanistan’daki Türk mimarisinin en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Aslan Paşa Camii ve Külliyesi'ni geziyoruz. 




Tesadüfün böylesi, önümüzde ilerleyen resmi giyimli telaşlı grup meğerse bir heyetmiş. Yaşları epeyce genç.- olan gurubun içinden görece diğerlerinden genç olan biri yanımıza geliyor. "Türksünüz değil mi?" diyor. "Evet" diyoruz, "Vaktiniz varsa Atina-Pire Başkonsolosumuz Mustafa Somuncu bey resmi ziyaretteler, sizlere merhaba demek istiyorlar."  Memnuniyetle kabul ediyoruz. Sohbet kısa ama verimli, meraklı sorulara verilen cevaplar ile de şaşırtıcı oluyor. Konsolosumuz en çok da burayı nereden bildiğimizi merak ediyor, açıklıyoruz. Kökenleri Yanya'ya dayanan Bursa'nın ve kesinlikle bölgenin en iyi balık yapan mekanı sahibi "Balıkçı Rıza'dan öğrendiğimizi belirtiyor ve Bursa'ya yolu düşerse de mutlaka orada bir balık yemesini tavsiye ediyoruz, o da bizim Makedonya'ya devam edeceğimizi öğrenince mutlaka Kosova'ya devam etmemiz gerektiği önerisini paylaşıyor. Hatıra fotoğrafı çektirip, ayrılıyoruz. 



Bu noktadan göl  manzarası daha bir güzel geliyor bize. Bir lise grubunun gezisi ile kalabalıklaşan, bahçede bir ağaç gölgesinde soluklanıyoruz. İslami eğitimin merkezi konumunda olan ve mimarisi ile dikkat çeken camii ve külliyenin bu kadar iyi durumda olması ve korunmasını ise kıskanıyor ve sohbetin ana konusunu Türkiye'deki aslına uygun restorasyon ve korunan doğal güzellikler üzerine kuruyoruz. Neredeyse günü yarılıyoruz, bir kaç güzel hatıra fotoğrafı ile turumuzu tamamlıyor, ada turu ve Ali Paşa Müzesi öncesinde yorgunluğumuzu atmak için eve dönüp bir şeyler yiyip, biraz soluklanmaya karar veriyoruz. Bu kararın ne kadar yerinde olduğunu asla tahmin bile edemezsiniz. 



Eve vardığımızda yan inşaatta bulunan usta başının bize el kol hareketi yapması tuhafımıza gidiyor, ortak bir dil konuşmadığımızdan, el kol hareketleri ile anlatmak istediğini de anlatamadığından, eşimi kolundan tuttuğu gibi arabanın yanına götürüp bir şeyler gösteriyor. Arabanın plakasının olmadığını fark ettiğimiz anda kaynar sular beynimizden aşağı akmaya başlıyor. Daha önce defalarca okuduğum yanlış yere park edilmesinin cezasının plaka sökümü ve yüklü bir para cezası olmasının, ev sahibimizin bize verdiği "serbest park" kartı nedeniyle başımıza gelmeyecek bir "talihsizlik" olacağı varsayımım kendini çürütüyor. Elde kağıt geri dönen eşimin yüzünde hatrı sayılır bir karalar bağlama hali var ki, kaynar sular fırsat verse de bir şey diyebilsem duygum, başımıza gelenleri bertaraf etmemizi kolaylaştırmıyor. Kısa bir şok dalgasından sonra toparlanıyor, eve gidiyor, ev sahibimiz Vasilis'e elimdeki ceza kağıdı ile birlikte bir mesaj atıyor, çok stresli ve demoralize olduğumuzu söylüyor ve beklemeye başlıyorum. Saniyeler saat gibi, geçmiyor. Eşim sokağı dolaşıp geliyor, "şikayet oldu herhalde diyor, çünkü her arabada aracın kendi plakası yazılı -izin kağıdı- var, "bir tek bizim plaka tutmuyor" meseleyi anlıyor ama gelmeyen cevapla birlikte içimizde büyüyen sıkıntıya söz anlatamıyoruz. 

Annemle babamı dün gördükleri tavukçuya gitmeye ikna etmişken "blink" sesi ile telefona koşuyorum, ev sahibimiz çeviri programı aracılığı ile iletişim kurduğu için kısa bir mesaj atıyor. "Her şeyi çözeceğim, çok üzgünüm, kızım geliyor, telaş yok".

Kızı geliyor, "telaş yok, plakalar yarın polis merkezinden teslim alınacak. Bugün vermiyorlar, ama sabah 9'da teslim alacağız." 45 euro ceza meselesini ev sahibimiz halledecek. Vasilis  sürekli üzgün olduğunu belirten mesajlar atıyor. Sakinleşiyoruz. Karnımız zil çalıyor, midemizin "hadi yemeğe" mesajını dikkate alıyoruz. Çarşı içinde bir gün önce babamın "burası harika" dediği yere karar kılıyoruz. Tam karşısındaki peynirciden, etler ve yerel peynirler alma fırsatı böylece kendiliğinden tıkır tıkır plana dahil oluyor. 


Kebapçıya oturuyoruz. Sipariş için sıramızı beklerken, peynir dükkanından çıkan "Eleferia", bize gülümseyerek yaklaşıyor. Dükkan onunmuş, 4 kuşaktır peynir üretiyorlarmış, abisi çiftliği yönetiyormuş, bak sen bizim ev sahibimize.... Hikâyesinde neler varmış. İyi bir tercih yaptığımızı belirtip, "şiş" konusunda ısrarcı davranıyor. Hakkını teslim ediyoruz, bu kadar sulu, lezzetli ve doyurucu bir şiş uzun zamandır yememiştik. Biranın serinletici etkisi kaynar suları unutturuyor. Dükkana uğrayıp, ada dönüşü mutlaka geleceğimi belirtiyorum. Tavsiyesi için teşekkür etmeyi unutmuyorum. 



Göle doğru, kale duvarının karşı caddesinde yer alan turisttik eşya satan sıralı dükkanları geze geze iniyoruz. Kooperatif tarafından işletilen motorlardan birine binip, kalkış zamanını bekliyoruz. Karnımız tok, sırtımız pek, aklımız yeniden başımıza gelmişken, gülümseyen "gevrek" anımızı bir fotoğraf ile ölümsüzleştiriyoruz.


Tepedelenli Ali Paşa’nın şahsi eşyalarının sergilendiği "Ali Pasha Museum" için Pamvotida Gölü’nde bulunan isimsiz adaya  on dakikalık bir motor seyahati ile ulaşılıyor.  Yanya daha önce gezdiğimiz  Meteora ve Athos Dağı manastırları gibi önemli bir merkez. Arnavut kaldırımlı dar sokakları takip ederek adada yer alan yedi Bizans manastırını görmek mümkün ki bu vesileyle adanın etrafında tam tur da atmış oluyorsunuz. Bence asıl cazip olan gölün karşı kıyısında eşsiz bir güzellik sunan çınarlarla çevrili eski kent ve kale manzarasının keyfini çıkarmak. 


Adaya henüz ayak basmadan, uzaktan görünen taş evleri ve önünde park halinde duran rengârenk tekneler ile beni kalbimden vuruyor. "Taş ev mi onlar, valla taş ev..." Kalbim öyle hızla çarpıyor ki, burada yaşarım ben duygusu gene beni benden alıyor. Bir gün olacak biliyorum, suya yakın bir taş ev, bahçesinde ben. 


Köyün meydanı bildik bir his uyandırıyor, kilise, meydan, kafeler, yemek yenecek mekanlar, çınarlar ve huzur. Adayı önce sol koldan müzeyi görmek üzere adımlıyoruz, Yanya’da yapılacak en iyi şeylerden biri tekne ile geçilen bu adada vakit geçirmek, Ali Paşa Müzesi aynı zamanda, 19. yüzyıldaki Yunan devrimci döneminden kalma kalıntılara ve Osmanlı lideri Ali Paşa’nın 1788-1822 dönemine ait bir koleksiyona ev sahipliği yapıyormuş. Keşke bir de tuvalete ev sahipliği yapsaydı. Nasılsa müzeye gidiyoruz diye yolsa girmediğim tuvalet bana dert oluyor. Ali Paşanın kişisel eşyalarının sergilendiği evi (sarayı da deniyor) ve Hristiyanlıktan vazgeçmeyen eşine yaptırdığı kilisenin yanı sıra bir de sergi salonu olarak kullanılan bir yapı ile pek de saray çağrışımı yapmayan "saray müzenin", bahçesindeki dev çınarın gölgesinde soluklanmak üzere, hemen göl kenarına konmuş banklara oturup, hikayeyi bir rehber edasıyla bizimkilere okuyorum. 

 
Evi gezdikten sonra giriş katı sağ duvarında, merdiven taşına konmuş, paşanın başının kesilişinin resmedildiği o görselde fazlaca takılı kalıyorum. 


Evin üst katında ve sol alt katında yer alan daimi sergilerde, Ali Paşa'nın ünlü altın kaplama tüfeği -ki bir hayırsever tarafından sokak satıcısından bulunduğu ve müzeye bağışlandığı söyleniyor - ve elbette eşi, Kyra-Vassiliki'nin hakiki ipek elbisesi -ki halen nasıl korunabilmiş ve bu kadar kusursuz bir parlaklık ve güzellikle saklanabilmiş olmasına inanamıyor insan- gibi parçalar ile onlarca tablo yer alıyor.

Müzeden çıkarken solda yer alan mağaralar dikkatimi çekiyor, 700 yaşında olduğu söylenen çınarın gölgesinden midir, yoksa sağdaki gölün sunduğu manzaranın etkisinden midir, başım dönüyor. Taş merdivenlere oturup, düşünüyorum, insanın ömrü, yaşamak ve hırslar üzerine.

Eşim de gelince, bahçe merdivenlerinden yukarı çıkıp, mağaralara doğru yürüyoruz, bilgi notunda,15.yy'da rahip-keşişlerin yaşadığı ve hatta Meteora'da Varlaam Manastırı'nı - gezmiştik hatırlarsanız- kuran Apsarades'in de bu mağarada keşiş olarak yaşadığını öğreniyoruz.  Mağaranın bir diğer önemi de, İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalya'nın hava saldırılarına karşı kendilerini korumak için 1940 yılında ada sakinlerinin bu mağaralarda saklanması. Öyle güzel dekora edilip, ses efektleri ile donatılmış ki, az sonra uçakların hava saldırısına uğrayacakmışsınız gibi bir his ile oradan bir an önce uzaklaşmak istiyorsunuz. 

Gelelim Ali Paşa'nın hikayesine ve gölde yüzen Kaşıkçı Elmasına... Elmas tabi ki gölde yüzmüyor, bildiğiniz üzere Topkapı Sarayı'nda sergileniyor, ama önce Ali Paşa ve dillere destan, müzayedelere para olan aşkına. 

Ali Paşa, Arnavutluk'a yerleşmiş Kütahya kökenli bir aileden, hüküm sürdüğü yıllarda Yanya'nın ticari ve ekonomik bir merkez olmasının yanısıra manevi bir merkez haline  de gelmesini sağlayan güçlü bir yönetici. Trajik ölümüyle  de Yanya için önemli. 

İlk başta bir çete reisi iken, Osmanlı'da çıkan isyanları bastırmasından mütevellit, vali olarak Yanya'ya atanıyor, 32 yıl hüküm sürdüğü topraklarda Osmanlı'dan ayrılıp yeni bir devlet kurma hayali kuracak kadar güçlenmesinde Yunanlılardan aldığı destek yadsınamaz. Bu hayal onun trajik bir ölüme uzanan bir öykünün kahramanı olmasına da sebep oluyor.  Bir de  tabi efsanevi Kyra-Vassiliki Kontaksi var ki,  14 yaşındaki bu dilbere ona olan tutkusu tablolara konu olmuş, büyük paralar karşılığında kolleksiyonerlerce alınmış, hatta bir köye isim olarak verilmiş. 

İkinci evliliğini, yaşlılığında, üzerinde mutlak kontrolü olduğu bilinen 14 yaşındaki Hristiyan Vassiliki ile yapıyor. Gönlünü öyle kaptırıyor ki, genç karısı ondan vazgeçmesin diye adaya bir kilise yaptırıyor,  Sonrasında bölgesinde düzinelerce kilise inşa ettirmesine rağmen hiç cami yaptırmıyor.  Ali Paşa hüküm sürdüğü yıllarda sorumlu olduğu bölgede,  bataklıkları kurutup, madenler açtıran, sayısız köprüler ve yollar yaptıran güçlü bir yöneticiyken Osmanlı'ya karşı gelmesi ve isyan çıkaracak olması nedeniyle, kafası kesilerek öldürülmesiyle cezalandırılacak trajik bir sonla karşılaşıyor. 

İşte bu noktada Kaşıkçı Elması devreye giriyor. Elmasın Osmanlı hazinesine girmesi ile ilgili anlatılan hikâyelerden biri de,  elmasın Napolyon'un annesinden satın alındığına dair. Uzun bir süre Napolyon'un annesinde kalan elmas, Napolyon'un sürgüne gönderilmesinden sonra annesi tarafından satılığa çıkarılıyor. Elması, Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı satın alır ve elması Paşa'ya getiriyor. Paşa elması Vassiliki'ye düğün hediyesi olarak veriyor. Tepedelenli Ali Paşa'nın, II. Mahmut zamanındaki trajik ölümü sonrasında başıyla birlikte el konulan ve bulunabilen tüm taşınabilir mal varlığı İstanbul'a getiriliyor. Böylece   "Kaşıkçı Elması" hazinedeki yerini alıyor. 

İlginçtir ki "Kaşıkçı Elması" hikayesini gezi sonrasında notları toparlarken buldum, ne müzede gezerken ne de öncesinde okuduğum bilgilerde elmasa rastlamamıştım. 


Müzeden ayrılınca, dar sokakları takip ederek  isimsiz adada bulunan yedi manastırdan en etkileyicisi olan ve 1204 yıllarından günümüze ayakta kalan Hayırseverler Manastırı’na doğru gidiyoruz. Kilisenin içinde birbirinden güzel tablolar  ve mozaikler olduğunu okumuştum ancak ziyarete  o esnada açık olmayan kiliseyi dışarıdan görmekle yetiniyor, tüm adayı tam tur dolaşmayı tamamlayarak yeniden motorların bizi bıraktığı noktaya geliyoruz. Motorun kalkması gereken süreye biraz vaktimiz olduğundan, birer soda alıp, gölü seyre dalıyoruz.  


 
Dönüş yolunda kalabalık olmayan motorumuzdan yüz bin milyoncuk balonlar kıvamında fotoğraf çekiyor, tepe noktada tüm ihtişamı ile bizi karşılayan eteğinde ulu çınarları ile dimdik ayakta duran Fethiye Cami'ye hayran oluyoruz.


Ana karaya dönmemiz ile yorgunluğumuzu iyiden iyiye hissediyoruz, biraz soluklanmak için bir bankta oturuyoruz, annemle eve biz ise çarşısına gitmek istiyoruz, zaten akşam için plan öğlenden belliydi, on dakikalık mola sonunda annemler hemen güney kapıdan eve gidip şarabı soğutmak üzere eve doğru hareket ederken, biz de kaleye doğu kapısından girmek üzere gölü sırtımızda bırakarak yukarıya çarşıya gidiyoruz, bir atasözü der ki, peynir beklemez! Plan basit, akşama ayakları uzatıp, serinletilmiş Merlot ile günü değerlendireceğiz ki bence gezilerin en güzel sohbeti de o anlarda oluyor.  

Peynirler, etler derken bir torba lezzet ile dönüyoruz eve, günün kaynar suyunu unutmuştuk ne güzel,  ama hemen evin önünde duran maviş kel kör haliyle bizi karşılayınca birbirimize bakıyoruz, ikimizin de içinden geçen belli, gözler "yarın ola hayrola" diye bakıyor. 

Sesler dışa vuruyor:

"Olur di mi?"

"Olur olur :)"


21 Temmuz 2022

Sen Yola Çıkarsın, Bahtın da!

Günlerden Çarşamba 4 Mayıs

İnanılmaz bir yağmura uyanıyoruz o kadar feci bir yağmur var ki hemen kapımızın yanında duran Mavişe tam tekmil kıyafet giymek zorunda kalıyorum. Eşyaları taşımak için gönüllü olan ben, bu kararımdan pişman olmak üzereyken, babam sırasıyla herkesin çantalarını arabaya getiriyor, ben yerleştiriyorum. İşler imece usulü kolaylıkla tamamlanıyor. Yağmur o kadar göz açtırmıyor ki bir ara kayrak taşının üstünde hafifçe kayıyorum. O anda gökyüzü ile göz göze geliyoruz bulutlar dağılmak üzere yani hala umut var aslında. Bu sabah büyük Meteora'yı gezeceğiz plan bu ama çok geçmeden çok sevdiğimiz yerlerde yaptığımız bir şeyi yapıp orayı bir sonraki geziye bırakmaya karar veriyoruz, böylece bahanesi hazır nur topu gibi bir gezi planımız daha oluyor, belki seneye belki ondan sonraki seneye ama ille bir gün geleceğiz yeniden bu güzellikleri görmeye. 

Yağmur dinmek üzereyken ve bulutlar rengini koyu griden açık griye ve yer yer pembeye döndürmüşken, Yanya için yola çıkmak üzere tüm hazırlıkları tamamlıyoruz.




Önce bulutların ve sis perdesinin arkasında kalan Kalambaka şehrine ve manzara tepesinden görebileceğimiz o sonsuz güzelliğe bir kez daha bakmaya karar veriyoruz. Yol kıvrılırken, sanki ilk kez görmüşüz gibi hayranlıkla bakıyoruz kayalara.




Şehir ve kasaba o griliğin altında bile insanı hayaller kurduracak kadar muazzam bir görsel şölen sunarken, hepimiz birer kere daha fotoğraf çekiyor ve birbirimize sürekli 1000 tane fotoğraf çektik gene de buranın güzelliğini ve mistik havasını hissettirebilecek miyiz emin değiliz diyoruz. Çünkü Meteora, anlatılmaz yaşanır bir mistisizm vadediyor.




Kalambaka şehir merkezinde kısa bir mola vermeye karar veriyoruz şehirde şöyle bir yürüyüş yapıp çiseleyen yağmur altında kenti tanımaya çalışıyoruz evet evet bir kez daha gelmek için elimizde birçok sebep var artık, yavaş yavaş dönüşe geçerken, fısıldanan planlar evrene saçılıyor.

Dağ yolu ile otoban arasında kararsızız. Hangisi kısa, hangisi zahmetli derken otoban sapağını kaçırıyoruz, yaklaşık 1 saat dağ yollarından gideceğiz, sevdiğimiz için hiç tasalanmıyoruz, bir ara geri dönmeye niyetleniyor, bir benzinlikte duruyor, o durduğumuz benzinlikte lastiğimizin indiğini fark ediyoruz, lastiği şişirip yola devam ediyoruz, yaklaşık 15 dakika sonra lastiğimiz yeniden sinyal vermeye başlıyor.  Dağ başında en derin vadilerin yer aldığı yol üstünde 12 volt şarjdan çalışan el pompamızla lastiğimizi şişiriyor ve yola devam ediyoruz, bir 10 dakika sonra bir sinyal daha geliyor, bu sefer lastik tamamen inik durumda. Bir kez daha şişirip ilerlemeye devam ediyoruz, çok temkinli ve tedirginiz, umuyoruz ki yol üstündeki köylerden birinde lastik tamir edebilecek bir yere varalım. 


Yol bizi üzmüyor yaklaşık 5 kilometre sonra bir köy girişinde yer alan benzinlikte bir adam imdadımıza yetişip lastiğimizi tamir ediyor, içimiz rahatlamış bir şekilde iyi ki otobana girmedik otobana girseydik her şey çok daha ters gidecekti diyerek, başımıza gelene her şeyde bir hayır vardır lafını hatırlayarak, iyi ki o sapağı kaçırmışız diyoruz. Yol boyu gördüğümüz köyler ve mevsimindeki erguvanlar baş döndürücü hayaller kurdursa da, imkansızı istemek gibi bir huyumuz yok. Elimizdeki ile mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz, elbet var bir hayalimiz, yoksa gerçekler nereden ilham alır değil m?



Yanya'daki bir gece hariç Pazartesi gününe kadar plansız ilerleyeceğiz, nerede kalmak istersek orada, nereden dönmek istersek oradan dönüp devam edeceğiz. Tamir olmuş lastiğimiz ile dağların keyfini sürerken uzaktan otoban inişini gözüyoruz. Otobandan ilerlerken kısa bir süre sonra  Yanya gözüküyor, göl içinde yer alan ada ve gölün etrafından konumlanan şehir davetkar. Sol yanımız karlı dağlar, sağ tarafımızda Yanya ve göl manzarası eşliğinde, tüm aksiliklere rağmen gün ortasında varıyoruz Yanya şehrine. 


Eski kale içinde yer alan evimiz bir evin giriş katı, kale boyunca ilerleyip, önce gölün kenarına kadar iniyor daha sonra eski kente giriş yapıyor, arabamızı tam park etmek üzereyken, park etmeyi planladığımız yere park eden kırmızı arabaya biraz gıcıklanmış gülümserken içeriden inen kadının da bize gülümsediğini fark ediyor ve anlıyoruz ki ev sahibimiz bizi karşılamak üzere tam zamanında apartmanın önündeymiş meğerse. Neyse ki arabamızı park edecek uygun bir yer buluyor, ev sahibine buranın uygun yer olup olmadığını teyit ettiriyor, ondan aldığımız evrakı arabanın ön camına dışarıdan görünecek şekilde yerleştiriyor ve eşyaları alıp evimize doğru yol alıyoruz.


Ev sahibimizin kendi halinden edindiğimiz ip uçları bizi yanıltmıyor, evimiz pek süslü. Eşyaları bir yere koyduktan hemen sonra o süsleri kendime göre yeniden yerleştiriyor ve geldiğimiz hızla evden ayrılıyoruz. Akşam için sulu yemekleriyle pek ünlü olan restorana doğru eski kale içinden yürüyoruz, bu yürüyüş eski kentlerle olan bağımızı güçlendiriyor.



Belli ki Yahya'yı seveceğiz, ama bir gece burası için yeterli gelmeyecek, yolda ev sahibini arıyor, kaldığımız ev için ikinci gece opsiyonunu soruyor, hayır cevabını alıyoruz, ev sahibi bizi çok seviyor, normalde 2 kişilik olan diğer daireyi ek yatak koyarak rezervasyon yaptırabileceğimizi söylüyor, pek sevinçle bir sonraki gece için oraya rezervasyon yaptırıyorum. Lastiğin geçici tamiratı yola devam etmek için güvenli gelmiyor eşime, lastik tamiratı için yaklaşık 2 saatimiz var, bu nedenle önce yemek sonra tamirat deyip, kalışımızı da iki geceye çıkarttığımızdan içimiz rahat bir şekilde yemeğimizi yemek üzere puanı çok yüksek olan ama lezzeti bakımından bize asla tatmin etmeyen ev yemekleri yapan yere varıyoruz.



Kale çıkışında çarşı içinde babam tavuk şiş yapan bir yer görüp, "yarın kesin burada yiyelim" diyor, "ah ah keşke akşam da orada yeseymişiz" diyeceğimizi henüz bilmiyoruz. Türk oluğumuzu konuşmalardan anlayan restoran sahibi, hayranlığını ve sevgisini defalarca dile getiriyor. Birlikte bir foto çektirmek, bir nevi teşekkür demek oluyor. Yemekten sonra oradan aldığımız tüyo ile lastiği tamir ettirmek üzere annemlerden ayrılıp, google haritalar yardımı ile kolayca mekanı buluyoruz. Annemleri göl kenarında keşif için eski kentte bırakıyoruz. 


Şuraya harika gezginler yolda2yolcu ile gezmekten mutlu bir anne baba bırakalım. 




Neyse ki işimiz rast gidiyor, 10 Euro'ya lastiği çok profesyonel bir yerde tamir ettiriyoruz. Prensipte eşimle hem fikir olduğumuz üzere yolda bizi dertlendiren aküye yine yolda bulduğumuz çözümle idare edeceğiz, ne oluyorsa lastik tamircisinden çıkarken oluyor ve lastiğin tamirini yapan çocuğa bildiği iyi bir oto elektrikçisi olup olmadığını soruyorum, güdümlenmiş gibi verdiği adrese doğru yol alıyoruz. Orijinal parça bulmazsak asla yaptırmayacağız hem fikiriz. Oto elektrikçi güven vermiyor. Ama dedim ya güdümlü gibiyiz, üstelik dil problemine rağmen el kol hareketleri ile sorunu anlatıyor ve adamın "okey, okey" sesleri arasında atölyenin arka kısmında akünün 12 volt girişine bir parçayı japon yapıştırıcısı ile yapıştırmasını hayretler içinde seyre dalıp orijinalliği bozulan parçaya ağlamak üzereyken resmen şimşek çakmış gibi aniden ayılıyoruz, ne yaşadık biz!

Eve kadar neden, nasıl, niye soruları ile boğuşuyorum. Eşim beni sakinleştirmeye çalışıyor. "Sorun şimdilik çözüldü" diyor, "üzülme alırız orijinal parçayı" diyor. Ben kendime öyle öfkeliyim ki, eve varınca arabayı ev sahibinin gösterdiği yere park edip, eve girmeden önce kale dışına çıkıp, merkezde şöyle bir tur atıyor, çarşısında geziyor, daha sonra gölün kenarına iniyor, akşam için güzel bir şarap açıp böylece az da olsa yorgunluk ve gerilimi azaltmaya karar veriyoruz. Şarap kesinlikle iyi bir fikir oluyor. Ama belli ki bugün benim sinirlerde bir bozukluk var. Bir anda tansiyon yükseliyor, annemle anlamsız bir konu üzerinden tartışıyoruz. Eşim her zamanki gibi ara bulucu rolünü üstlenip, gece yürüyüşü için beni ikna ediyor.



Babam da katılıyor yürüyüşe, gecesi ayrı güzel Yanya'da göl kenarında sakinleşmek için yürüyoruz. Yok! Bendeki ruh hali geçecek gibi değil. Belli ki stres boşalması falan yaşıyorum. Babam bir süre sonra dönmeye karar veriyor. Barların yer aldığı tarafa geçip, içinden bir tanesinde bahçe kısmında göle nazır bir iki kadeh daha bir şeyler içmek için eşimle oturuyoruz, ben bol bol ağlıyorum. Arınma seansım sırasında eşim destek hizmetleri genel müdürü olarak tüm yetkisini kullanıp, ben susana kadar sabırla sırtımı sıvazlıyor. 


Omzunda döktüğüm onca göz yaşından sonra,  gecenin ıssızlığında ve ağlama seansımın nihayetinde vardığım sessizliğimde kaleyi dıştan yürüyerek tavaf ediyoruz.


Sabah güzel bir gün olacak, stres, sıkıntı, nazar, göz ne varsa göle karıştı.

Sabah ola hayrola deyip uykuya dalmaya çalışıyorum. Bu gece stres yaşadığımı sanıyor, atlattığım için içimdeki huzuru parlatıyor ancak henüz yarının getireceği stresten habersiz olduğumdan, uykuya tasasız bir şekilde dalıyorum. 

26 Haziran 2022

Boşlukta Asılı Kalan Manastırlar



Tam zamanında Kalambaka şehrine giriş yapıyoruz. Havadaki siyaha çalan gri bulutlar, sis perdelerinin arasından Teselya ovasından geçip, Pindos dağlarının 550 metreyi bulan heybetli kayalıkları ile bizi karşılayan şehre şimdiden vurulduk. Çiseleyen yağmur romantik bir şarap gecesinin sinyallerini veriyor. Dağın yamacında kayalıkların tepe noktalarında kurulu manastırlardan oluşan ve Unesco tarafından da korunmaya alınmış ve Dünya Mirası listesine eklenmiş olan bölgeye Meteora deniliyor. Yunanlılar için ve özellikle Ortodokslar için kutsal bir nokta, o nedenle Yunanlılar tarafından bozulması ve değişmesi mümkün olmayan yer olarak adlandırılması şaşırtıcı değil. Bu

Burayı bir belgeselde görmüştüm, İngiliz bir gezgin kutsal Meteora'da Manastırlarda kalmıştı. Google Haritalar uygulamam, gezdim, görmek istiyorum, kamp alanı, yemek, kalacak yer, yürüyüş rotası gibi başlıklarla ve elbette bu başlıklar altında onlarca yer işareti ile doludur. Tahmin edersiniz ki bu bölge de gezmek istediğim yerler listemdeydi. Ön araştırma yaparken Kalambaka kentine 2 km uzaklıktaki Kastraki Köyü'nden uygulama üzerinden bir kaç ev işaretliyorum. Google bilgilerinden Kastraki'nin, Yunanistan'ın Trikala bölgesine bağlı Kalambaka belediyesindeki köylerden biri olduğunu, Kalabaka'nın ana kasabasının hemen kuzeybatısında, yürüme mesafesinde yer aldığını ve nüfusunun 2011 yılı itibarıyla 1172 olduğunu ve köyün 47.9 km²'lik bir alanı kapladığını bilgisini cebime koyuyorum. İşaretlediğim evlerden bir tanesi o dev kayalardan üçünün altında küçük bir modelinin de hemen dibinde, üstelik Meteora Kutsal Bölgesi tırmanış patikası ve araba yolunun hemen başında ve köyün neredeyse son noktasında yer alıyor. Niyetim o ev ama kısmet diye de bir şey var. Google araştırmalarım devam ederken küçük notları da cebime atmaya devam ediyorum.



Meteora’ nın tarihi 9. yüzyıla dayanıyor, dünya nimetlerinden elini çekmiş olan bazı rahiplerin buraya yerleşip kayaların içlerindeki oyuklarda yaşamaları ile başlıyor. Burada yaşayan rahipler genelde yalnız kalıp dua etmeyi tercih etmişler, sadece Pazar günleri ve özel günlerde diğer insanlarla kayadan yapılmış küçük şapellerde bir araya gelerek dua ediyorlarmış. Bölge 11. yüzyıldan itibaren özellikle Ortodoks rahipler tarafından korunaklı ve ulaşılması zor olması nedeniyle de ibadet yeri olarak kullanılmaya başlanmış. İlk zamanlar keşişler tırmanarak ulaştıkları bu tepelerde ibadetlerini ülkenin çalkantılı siyasi hayatından uzakta kalmak için tercih etse de zamanla bu dev kayalıklara manastır inşa etmeye başlamışlar. Manastırlar ortalama 300 metreyi bulan kayalıklar üzerinde yer aldığından kaldıraç sistemi ile kurulan ve halatlara bağlı filelerle taşınan malzemelerle inşa edilmiş ve güzümüzde ziyaretçiler için merdivenler eklenmiş olsa da halen bu sistem ile rahipler ve malzemeler taşınmaya devam ediyor. Rivayete göre ise, bu halatlar sadece "Tanrı kopmasını isterse kopuyor ve ancak o zaman yine Tanrı izin verdiği için değiştirilebiliyor." Bu türden rivayetlerin, öykülerin ben de uyandırdığı şudur: İnanç, dünyanın her yerinde ayakları yere basmayan rivayetlerin nesilden nesile ulaşmasını sağlayan önemli bir araçtır.





Bu kadar google bilgisi sonrası kaldığım yerden yola devam edeyim. Tam zamanında Kalambaka şehrine girdiğimiz gibi, tam zamanında Kastraki Köyü'ne de giriş yapıyoruz. Öyle büyülenmiş durumdayız ki, istediğim evi tutmuş olmama ve elimizle koyduğumuz gibi evi bulmamıza, saat 4'de bize söylendiği gibi ev sahibimize mesaj atmış olmamıza rağmen, sanki ters giden bir şey varmış gibi ya gezemezsek endişesi bir kara bir bulut gibi peşimizde... O sıra kafamı kaldırıyorum gökyüzü saate rağmen simsiyah... Peşimizdeymiş gerçekten de! Ne endişesi yahu diyorum kendi kendime, bu bildiğin kara yağmur bulutu. Hava tahmincilerine göre 3 gün aralıksız sağanak yağmur. Bu bölge için bundan daha kötüsü kavurucu öğle güneşi altında kalmak olurdu herhalde. Moral bozmuyoruz, gezgin acıkmaz, gezgin uyumaz, gezgin yorulmaz, gezgin ağlamaz. Üstelik kötü hava yoktur, ona göre giyinmemiş insan vardır.



Genç ev sahibimiz Dimitris'in genç annesi Teselia karşılıyor bizi, nasıl güleç bir yüz. Bölgenin adından almış adını. Onun yönlendirmesi ile daracık çıkmaz sokağa giriyoruz, Mavişi olabildiğince eve yapışık park edip, yürüyerek geçmek isteyen olursa diye bir adımlık yer bırakıyoruz, başka türlü oraya park etmemiz mümkün değil. Tedirgin oluyoruz, tuhaf oldu çünkü, kayrak kayalık dibinden yürüyerek geçmek zorunda kalacak insanlar, başka bir yere park etmeyi teklif ediyoruz, burası onun evinin park yeriymiş, sorun yok diyor, eyvallah deyip eve giriyoruz. Eşyaları alıp odalara yerleşiyoruz, evimiz çok güzel. Vakit kaybetmeden kısa bir köy turu ile sabah nasıl ve nereden bölgeye gideceğimizi tespit ediyoruz. İyi bir yemeği hak ettik. Yorgunuz, erkenden odalara çekiliyoruz. Telefon ışıkları bir süre daha kapı aralarından sızıyor. Kepenkler geceleri kapalı olmalı demişti ev sahibimiz, güvenlik değil de, mahremiyet açısından önemli demişti. Söz dinliyoruz. 



Günlerden Salı 3 Mayıs

Sabah yedi gibi kalkıyoruz, yağmur dinmiş gibi, hızlı kahvaltı sonrası açan güneşle umuyoruz  ki 2-3 saatimiz var, teknoloji de destekliyor umudumuzu. Tedbirli kıyafetlerle soluğu Maviş'te alıyoruz. Yürüyerek gitme planımız olası hava muhalefeti ve annemin ağrıları ile başka baharlara kalıyor. Evden çıkıp sağa döner dönmez devlet ülkesinde hissi yaratan kayalar tüm heybeti ile karşımızda duruyor. Nefessiziz, yolun başında durup kayaların heybetine saygı duruşunda bulunuyoruz. 15 kmlik yolu belli ki bu şaşlınlık ve hayranlık ile 5 saatte falan alacağız biz. Nereden mi anlıyoruz, fotoğraflarda ağzımız hep açık. Bugün için bir manastır gezisi ve manzara noktası belirledim, ertesi gün hava yağışsız gözüküyor, üstelik gezmeyi planladığımız manastırlardan biri pazartesi günleri kapalı, o nedenle sabah birbirine yakın olan iki manastırı gezip, Yanya'ya doğru yola çıkacağız, Yanya bulunduğumuz yere yaklaşık 2 saatlik mesafede. Plan iyi gibi gözüküyor. 




Havada asılı manastırlardan 2-3 tanesini uzaktan görüyoruz. Kayalar öyle heybetli ki... İnsan büyüleniyor. Buranın milyonlarca yıl önce iç deniz olduğu ve deniz dibinin yer yüzüne çıktığı ile ilgili bir bilgi var, doğruluğundan emin olamadığım ama ihtimal dahilinde olduğuna neredeyse emin olduğum. Bu manastırların inşaatına 1356 yılında başlandığı söyleniyor. Keşişlerin inzivaya çekilmelerinin ise 9. yüzyıl başlarında olduğu varsayılıyor. 




Yolda ilerlerken tüm görkemi ve haşmeti ile bizi büyüleyen kayalara hayran hayran bakarken, ilk gördüğümüz manastır Saint Nicholas Anapausas oluyor. Bu manastırı geçer geçmez duruyor ve dev kayaların yarattığı muazzamlık karşısında donuyoruz. Neyse ki rehber yanım tetikte, zaten zaman kısıtı yaşadığımız bu gezide bir de dur kalk dur kalk nereye kadar.



1356 yıllarında yapılan manastırların sayısı zamanla 24'e ulaşmış, günümüzde sadece 6 tanesi gezilebiliyor. Çok sayıda kalıntı varmış hatta bazı yürüyüş rotaları bu kalıntılar için yeniden planlanmış. özel bisiklet, yürüyüş ve tırmanış turları düzenleniyor. Üzerinde manastır olmayan kayalara ise tırmanışlar düzenleniyor ki bir tanesine denk geldik, yürekler ağızda izledik ama itiraf edeyim, azıcık daha genç ve cesaretli olmayı dilemedim de değil. Biz ancak yaşımıza uygun başımıza denk araba yolu üzerinde bulunan ve gezilebilir olanlardan 2-3 tanesini görebileceğiz. Manastırlara yaklaştıkça, kaya ile birebir uyumlu olduklarını, bir düzlüğe inşa edilmediklerini fark ediyoruz. Kayanın şekli nasılsa, manastır binalarının zeminleri de o şekli almış.




Hayali düdüğümü çalar çalmaz yeniden yola koyuluyoruz, ikinci durak noktası Rousanou Manastırı oluyor. Gezmeyeceğimiz halde manzaranın çekiciliğine karşı koyamıyoruz. 16. yüzyılın sonlarına doğru yapılan manastır II. Dünya Savaşında ağır hasar almış ve Almanlar tarafından yağmalanmış. Kadınların erişimine yasak olan manastır, onarımı ve suyun temininde halkla birlikte çalışan Kastraki Kasabasından sevilen bir rahibeye sunulan şükran vesilesiyle 1988’de rahibelere de açılmış, Aziz Barbara Manastırı olarak bilinmesine rağmen manastıra neden “Rousanou” isminin verildiği de bilinmiyor. Bir zamanlar keşişlerin halat merdivenler ve ağlarla tırmandıkları manastır şimdi merdivenler ile kolay ulaşılır hale getirilmiş yine bir kayalıktan uzanan 1868’de yapılan ahşap köprüsü ise 1930’da sağlam bir köprü ile değiştirilmiş. Manastırda duvar resimleri, ahşap ikonlar yanı sıra yine eşsiz bir manzaranın bizi beklediğini bilmemize rağmen ulaşımı en güç bu manastırı bu turda es geçmeye karar veriyoruz.





Hemen manastır altında vadiye bakan tepeden bir kaç fotoğraf çekimi sonrası, "Gün Batımı" tepesine ilerliyoruz, sabah erkenci horozları olarak tepeyi oldukça boş buluyoruz. Yağmur bulutları ara ara güneşin kollarına izin verse de genel olarak hava kapalı. Manzara büyüleyici, insan buradan gün batımı keyfi yapmadan dönmek istemez tabi ki, Atina'dan Selanik'ten düzenlenen gün batımı turlarının boşuna olmadığı belli. Biz ne yazık ki göremeyeceğiz. Ama manzara öyle büyüleyici ki güneşi de olmayı versin noktasındayız. Sanki başka bir hal içinde olabilirmişiz gibi.


Bulunduğumuz noktadan beş manastırı tespit ediyoruz ama altıncıyı bir türlü göremiyoruz. Uzun soluklu fotoğraf, video çekimleri sonrasında, günün rotasında olmayan altıncı kiliseye kadar araba ile devam etme kararı alıyoruz. İyi ki öyle yapıyoruz, akışına bırakmak, anda kalmak falan şahane şeyler değil de nedir? Üstelik hayat siz planlar yaparken kahkaha atmıyor muydu, biz de durmuyoruz, onun kahkahasına karşılık veriyoruz.





Monastery of St. Stephan'a varınca anlıyoruz neden altıncı kiliseyi göremediğimizi. Meteora'nın güney ucunda, Kalambaka üzerinde yer alan bu manastır kenti görebileceğiniz en güzel noktalardan birine sahipmiş meğer, üstelik ulaşımı en kolay olan bu manastırı gezmek annem için de çok kolay olacak. Mavişi park ettiğimiz yerde öyle bir tabela var ki, kurduğumuz hayalleri yıkmak için birebir: kamp yapmak yasak. Neyse ki gelecek yılların karavan turu hayallerine dair minik şoku hızla atlatıp, derdimizi pamuklara sarıp, usul usul sevip iniyoruz arabadan, daha önce okuduğumuz üzere kıyafet şartı var, uzun eteklerimiz olmadığından belimize bağlamamız gereken şallar yanımızda, yoksa 3 euro olan giriş ücretine bir de 5 euro şal parası ödemek zorunda kalacaktık. Google ve manastırda bulunan bilgilendirmelere göre keşişlerin bu kayalığın üzerindeki yerleşimi, 12. yüzyılın sonlarına tarihlenen çileci Yeremias'ın manastırı ilk kurduğu zamanlarda başlıyor. 14 yüzyılda manastır inşaatı başlıyor ve 16 yüzyılda tamamlanıyor. Manastıra daha sonra 18. ve 19. yüzyılda yeni yapılar ekleniyor. En son 1961 yapılan yurt binası ise kız öğrenci yurdu olarak da kullanılıyor. 






Manastır çıkışı,  bulutlar hala izin veriyorken, Büyük Meteoro Kutsal Manastırı'na doğru gitmeye karar veriyoruz, manastırlar bazı günler ve mevsimlere göre değişen saatlerde kapalı olduğundan planlama yaparken mutlaka buna dikkat etmek gerekiyor. Biz edemedik, mecburen Salı sabahını bu nedenle büyük manastıra ayırdık. Büyük Meteora adı gibi büyük olmasının yanında en yüksek noktada tüm heybeti ile insanı "küçük" hissettiriyor. 534 metre yükseklikteki bu erkek manastırı, “Platys Lithos” (Geniş Kaya) sırtının tepesinde yer alıyor. 4. yüzyılda Meteora'lı Aziz Athanasios tarafından kurulmuş. 


Kahve molasını burada vermek iyi bir fikir oluyor, manastır kapalı olduğundan belli ki  tur otobüsleri sabah şöyle bir "seyir" turu attırıp, açık olan diğerlerine doğru yığılmışlar. Önde Varlaam Manastırı, elde kahve, arka planda yer alan Rousanou Manastırına karşı bundan daha güzel ve huzur verici seyir ve dinlenme keyfi bulamayacağımıza eminiz. Anda kalıp, şükür etmekten öte yapılacak bir şey yok gibi. 

Yağmur bulutunun dağılmış olması bir manastırlık daha vakit sağlıyor bize. ertasi gün, iki manastır kuşağında yer alan manastırlardan mecburen açık olan Varlaam Manastırı'nı bugün görmek için inişe geçmeye başlıyoruz.








Varlaam Manastırı diğer adıyla All Saints Manastırı, sarp bir kayanın tepesinde  16. yüzyılın başlarında kurulmuş, ancak adını 14. yüzyılda kayaya yerleşen münzevi Varlaam'dan almış bir erkek manastırı. Bu manastırdaki arşivlerin kıymeti meşhur. Varlaam bu bölgenin ikinci en büyük manastırı, adından da anlaşılacağı üzere en büyüğü, Büyük Meteora Manastırı. 1617 yılından itibaren eklenen yapılarla birlikte Varlaam,  Üç Hiyerarşinin şapeli olarak anılmaya başlanıyor. Eski yemekhanesi, müze olarak  kullanılan bu görkemli manastıra, 1923 senedinde yapılan 195 basamaklı merdivenle ulaşmak mümkün ve evet, biz bu merdivenleri koşarak çıktık. 





Manastırlar halen şarap üretimine devam ediliyor ve daha da şaşırtıcısı, kaldıraç sistemi çalışıyor ve rahipler ve malzemeler manastıra bu sistemle taşınıyor. Biz tam fotoğraf çekerken bir rahip file içinde geldi ama ayıp olur diye fotoğraf çekemedik.








Yağmur bulutları uzak diyarlara doğru yol almış olmalı ki, sağanak denen yağmurdan eser yok. Güne köyde devam etmeye karar veriyoruz. Yağmurluklar belde aşağıya inerken hava birden bir bulutun tepemize gelip, alçalması ile kapkara oluyor, yüklü bulut bize bir kıyak geçiyor gene de, yaklaşık bir saat yağdı yağacak havada köyü turluyoruz, eşim Kalambaka'ya gitmeye kararlı, ben tedbirli davranıp, şeker gibi bir insan olmamdan mütevellit erime ihtimalime karşılık eve dönüyorum. Yarın ola hayrola... 



Şuraya gezerken ciddi takılan bir baba kız bırakalım.