GEÇMİŞİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GEÇMİŞİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Mart 2010

CAMDAKİ ADAM

















Bu sabah uyandım…  Yatağımdan kalkarken yüzümde bir gülümseme vardı. Mutluydum. Güzel bir uyku uyumuştum ve huzurluydum.  Yatağımın sol yanında uyandım. Yatağımın sol yanı uzun zamandır boş. Sahibini bekliyor.

O olmasa da, masadaki sandalyesini boş bırakan bir anne tanıdım, oğlunun gelmesini dört gözle bekleyen. Her yemekte bir sandalye, bir tabak onun için de konurdu masaya. Günler sonra, oğlu gelmese de kızım dediği gelini gitmişti oğlunun yanına. Uzaklardaki bir masada oğlunun yalnız olmayacağını bilmek mutlu etmişti son günlerinde onu. Nerededir o çift şimdi kim bilir?

İnsan aklı nereden nereye…

Yatağımın sol yanını anlatıyordum. Dün gece ilk defa yatağımın sol yanında uyudum. Yastığa sarılmadan. Sadece kafamı dayadım. Güvenli, sevgi dolu bir göğse yaslar gibi huzurluydum. Sabaha kadar öylece uyumuşum. Sabah ilk defa yatağımın sol yanında uyandım. Dedim ya mutluydum. Mutluluk ne kısa ne uzun bir duygu. Anlık, o an var sonra o an aklına gelince gene var. Ama hüzün öyle mi… Hep içimde. Bir köşede sinsice bekliyor. En mutlu zamanda bile kendini hatırlatacak küçük bir ayrıntı buluyor. Mesela, tam da o uzun zamandır beklediğiniz öpücük size doğru geliyor. Kalbiniz çarpıyor, ağzınız kuruyor, kan öyle hızlı dolanıyor ki damarlarınızda; içinizde tuhaf bir korku…

Ve işte sahnede gene o görüntü:

Bir adam camdan dağın yamaçlarında kurulmuş şehre bakıyor, üzerinde küçük siyah bir şort. Bedeni çıplak, elinde bir sigara. Şehir gözle görünür mesafede, sabah ayazında üzerinde bir çiy. Kadın yattığı yatakta adamın keyifle sigara içtiğini düşünürken; adam yitirdiği kadına ağlıyor.

Neden sürekli bu görüntü gözüme takılıyor.  Neden beni o adamın ve kadının hali hüzünlendiriyor. O adam kim. Ben miyim yatakdaki kadın. Peki neden o yataktayım. O ev. O yamaç… İki yanı ağaçlarla çevrili bir ormana girer gibi dar bir yol.

Öpücük artık beni ilgilendirmiyor. Kafam o yolda. Korkuyorum oradan ileriye, yolun sonundaki eve gitmeye. Karşı evde kocaman bir köpek. Dost olduğumu anlar mı?

İçeride beni neyin beklediğini bilmiyorum. O adam hala pencerede mi ki? Sorsam, neden her heyecanlandığımda camın önünde duruşunuz geliyor gözümün önüne desem. O kadar gerçek ki görüntü aklımda. Bari diyorum bir kahve içimlik uğrayayım yanına. Bulur muyum yolu acaba? Ya da aradığım cevabı bu adamda. (06.05.2007)




___________________________________

Fotoğraf / deviantART
İlk Yayın Tarihi : Mayıs 2009

02 Mart 2010

HİSSETMEK


Genç kadın boynunu büktü ve "insan bazen ne aşk ne meşk istiyor" dedi; "tam doğru kelimeyi bulabilir miyim bilmiyorum ama insanın bazen tek istediği birazcık olsun övülmek, beğenilmek falan!" Güldük.. Galiba anlamıştım onu. Karşındaki sana "iyi ki varsın!" duygusunu hissettirmiyorsa, "seni seviyorum"ların pek anlamı olmuyordu. Böyle zamanlarda aklıma hep pek sevdiğim psikanalist ve düşünür Adam Phillips'in söyledikleri gelir: Phillips terapi için başvuran sadakatsiz çiftlerin çoğunda sadakatsizliği "affetme" duygusunun ağır bastığını belirtir. Çiftlerin asıl affedemedikleri şey bir tutumdur! Peki nedir o tutum? Birbirlerine hayatlarında ne kadar önemli bir yere sahip olduklarını hissettirmiyor oluşları...

Gece uzun, gece yalnız... Dolanıyorum yine kelimeler arasında. Aklımla yüreğimin oyunlarından yorgun, susuyorum. Kelimeler arasında kuruyan duygularımın, hırçın çıkışlarını sevmiyorum. Kendi kabuğuma çekilip, görünmez olmak istiyorum.

Haşmet'in yazısını okurken, bir cümlenin altını kalın kalın çizdiğimi fark ediyorum:

Birbirlerine hayatlarında ne kadar önemli bir yere sahip olduklarını hissettirmiyor oluşları...

Aklım o cümleye takılıp kalıyor, yüreğim o cümlenin altını çizmeme sebep anlarda dolanıyor. Ruhum sıkkın. Ruhum bedenimi terk edip, sokağın köşesini hızla dönüyor. Onunla karşılaşmayı umuyor. Oysa o, çok uzaklarda....

Anılarım, ruhumun kaçışından memnun teker teker geliyor önce, ürkütmeden, korkutmadan, kapıyı kapatıp, kuytularıma kaçmaya fırsat tanımadan, teker teker, yavaş yavaş, temkinli...

Ben anıları, kah gözü nemli, kah yüzü gülümsemeli karşılarken, ruhum geri dönüyor, çok uzakta zannettiğim O'nu da alıp gelip kuruluyor karşıma. Nasıl bir iç sıkıntısı ile, nasıl da karanlık ormanların orta yerinde hem de gece yarısı hem de fenersiz kalakaldım...

Gözümün önünde kare kare anlar, yüreğimde onlarca iğne olup saplanan kelimeler... Nereden geldim ben bu hale... Ruhum O'nu getirirken yanında başka neleri getirmişti. Oysa, düşündüğüm tek şey;

Birbirlerine hayatlarında ne kadar önemli bir yere sahip olduklarını hissettirmiyor oluşları... 

Bir ilişkinin olmazsa olmazı... Arkadaşlık, sevgililik, evlilik fark etmiyor, çocuk ya da anne baba olmak fark etmiyor, çalışan ya da patron olmak da... Önemli olan tek şey, onların hayatlarındaki öneminiz... Önemden kast edilen kişiden kişiye değişir elbet...

Beklentilerin yüksek der Şuşum bana. Öyle midir gerçekten, hep düşünürüm. Derdi sevmek ve sevilmek olan biri için bu iki kriter çok mu yüksektir. Beklentimin yüksekliği, kendi yüreğimin verebileceklerinden midir yoksa... Yoksa ben karşılıksız sevmiyor muyum? Yoksa bu kadar karşılıksız olup da hala önemsenmediği için mi duygularım, yüreğime iğneler batıyor. Mesele galiba "hissetmek"te. Geçenlerde bir blogta okuduğum yazıda vardı, not almamışım kimin, aklımda kalanıyla şöyleydi cümle:

Seven ne kadar sevdiğinden emindir de, sevilen ne kadar sevildiğinden hep şüphe duyar...

Buradan yola çıkınca, yukarıdaki cümlenin altını neden kalın kalın çizildiğimi fark ediyorum. Salonun orta yerinde, O'nun O'nunla konuşmasını uzaktan seyrediyorum.

Ruhum bedenime geri döndü. Yüreğimdeki iğneler, kurumuş yapraklar gibi teker teker düştü. Tek bir iğne duruyor, o iğne hep duracak. Sen hayatını bana adasan da, bensiz yaşamayacağını söylesen de, bu yürek hep sızlayacak...

Bazı sözlerin doğru olsalar da tutulamayacağını öğrendi bu yürek, çok zaman önce...
O iğne bu yüzden hep duracak...









Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Fotoğraf / deviantART




13 Şubat 2010

BAZEN DAHA FAZLASIDIR AN / MORNA

Konsere gidelim mi dedi, hasta yatağından tuvalete gitmek için bile yardım alırken, elinde İş Sanatın o ay ki programı, bıraksan yürüyerek gidiverecek gibiydi... Gözlerindeki ışığı gördüğümde, hayır diyemedim. Eşi ve benim eşim o gece için hazırlanıp keyifle o konsere gidecektik. Heyecanlıydık, eşim daha önce yurtdışında da seyrettiği çıplak ayaklı divayı bir kez de Türkiye'de seyredecek olmaktan yana mutluydu. Bense divayla ilk defa tanışacaktım.

Akşam yemeğini, Kuledeki Sushico'da yemeğe karar verdik. Benim en sevdiğim Çinlilerden biriydi İstanbul'da yaşarken... Bak şimdi İstanbul deyince, gözümün önüne Mezzaluna geldi. O bir İtalyan... Onu da çok severdim. Ama Çinlinin yeri gönlümde bambaşkaydı. Yola koyulduğumuzda konsere iki saat kalmıştı. Arabayı eşim kullanıyordu ve o ön koltukta oturmuş neredeyse 40 yıl gittiği mekanına, özellikle de bir dönem yaşamını etkilemiş bir sanatçıyı dinlemek üzere gidiyor olmanın keyfini sürüyordu. Mutluydu. Heyecanlıydı. Enerjisinin giderek çoğalmasını seyretmek eşinin zaten parıltılı mavilikteki gözbebeklerini uçsuz bucaksız denizlere çeviriyordu. Geçmişi yaşayarak bir kez daha, bir kez daha anlatıyordu dayı... Dayı derdik ona, kızım ve oğlum derdi bize... Çok severdi, hissederdik. Ziyaretine sıklıkla gelemeyen oğlu ve kızı yerine mi koymuştu bilmem ama seslenişindeki sıcaklığını  ve içtenliği her seferinde hissederdik. O kadar heyecanla konuşuyordu ki, kelimeleri hiçbir yere sığmıyor, bir bahar akşamının ılıklığında esen rüzgara karışıp boğazın sularına bırakıyordu kendilerini...

İş Kulelerini anlattı bize, 1998 yılına kadar uzandı anılar... Sendika'da olanlar; Türkiye'nin siyasi ve ekonomik durumu üzerine göndermelerle süslenmişti... Anılar... Anılar...

İş Kuleleri, antik tapınakları andıran granit yüzeyli, kahve-bej renklerin hakim olduğu başlangıç katları ile tezat oluşturan metal-cam karışımı mavi-gri kulelerden oluşmaktaydı. İlk defa içeri girenlerin bu tezatlıktan etkilenmemesi mümkün değilmiş gibi gelmişti bana. Bu postmodern mimaride, bir Çinli... Keyifli olacaktı, belliydi. Masaya en son gelen ballı kavrulmuş ceviz hem ağzımızın tadını katmerlemiş hem de bize konser saatinin çok yaklaştığını hatırlatmıştı.

Biletlerimiz neredeyse, divanın yanındaydı. Öyle yakın öyle içiçeydik ki; ben henüz bunun ne demek olacağının tam olarak farkında bile değildim. Orkestra yerini aldı... Bir kadın, çıplak ayaklarıyla sahneye doğru yaklaşırken bile salon alkıştan yıkılmak üzereydi. Duru bir ses, ama nasıl sıcak, ama nasıl yakıyor...

An duruyor, gözgöze geliyoruz, elini uzatıyor; öyle ki beni elimden tutup sahneye çıkartıyor. İlk defa dinlediğim şarkıları onunla söylüyorum. Ünlenmesi 50li yaşlarını bulmuş bu divanın, kendi deyimiyle "aç insanlarla, dünyanın fakir halklarıyla dayanışma içinde olmak amacıyla" sahneye gösterişli ayakkabılar yerine çıplak ayakla çıkmayı tercih edişinin niyelerini, kendimi çocukluktan beri Afrikaya bağlı hissettiğimden olsa gerek, anlıyorum.

Afrika'nın kuzey batısında, okyanusun turkuazında, kendimi adalar ülkesi Cape Verde'nin puzzle topraklarına bırakıyor, bir adadan bir adaya çıplak ayak dolanıyorum. Cesaria Evora'nın sesinin tınısında, yüreğimin derinlerindeki Afrika çağrısnın köklerini bulmaya gidiyorum.

Konser bitiyor... Herkes ayakta... Herkes ayakta ve o teninin karalığında kızarıyor. Diva yerini, yüreğince insana bırakıyor, gözümde daha da büyüyor... Bis için sahne aldığında, salon kulaklardan kolay kolay silinmeyecek bir sessizlikte; o duru sesiyle şarkısına başlıyor, havada öylece süzüldüğünüzü hissediyorsunuz; huzur, tüyden kanatlarında turkuaz bir sonsuzluğa bırakıyor yüreğinizi; sonra Afrika'nın karalığında, doğasının yeşilinde, yer altı zenginliklerinin sarısında ve özgürlük uğruna akıtılan kırmızısında, onunla birlikte akıyor sesiniz gürül gürül: Sodade sodade diye diye...






___________________________________________________
Morna / Hüzünlü Şarkılar
Fotoğraflar / İnternet

02 Şubat 2010

AKLINA GELMEYEN









En acısı neydi biliyor musun? Kal bile demedi...
Belki git diyememiştir, hiç düşündün mü?


Bir sohbetin ortaya yerindeyiz, nasılsın diye soruyor, iyiyim diyorum; galiba...
Ne oldu ki diyor, anlatıyorum olanı biteni, yüreğime değenleri...
Ben uzun bir sessizlikten sonra, sorumu soruyorum o beni başka bir soru ile yanıtlıyor.
Ayrılıyoruz caddenin duraklarından birinde, o karşıya geçip kendi yönünce ilerliyor.
Ben kalalalıyorum.
Hiç aklıma gelmeyenle başbaşa, yürüyorum.
Yol uzun, söylenen çok.
Tüm söylenenler içinde, ben daha çok bir iddaaya takılıyorum.
Sana söyleyeceğim ve son olacak...
Kendimi düşünüyorum da, hiç büyük iddaalarım olmadı benim.
Sadece sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...
Oysa sen öyle miydin; sen sonsun, senden sonra gözüm görmez, kulağım işitmez, yaşamak bile boş ve anlamsız derdin. Bilirdim, son olmadığımı, gözünün benden sonra da göreceğini ve yaşayacağını dolu dolu. Öyle de oldu, ben daha yaralarımı saramadan, evleneceğin haberi geldi, hemen akabinde bir çocuğunun olduğu.
Ben senin gibi iddaalarla sevemedim seni.
Ama sevdim, çok sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...

___________________________________________
Fotoğraf / Neslihan Öncel

01 Şubat 2010

ZAMAN GEÇERKEN DENİZ BİN DEFA TAŞAR

Yolculuk nasıl geçti diyorum, önce iyi diyor, sonra bana Bay E'den bahsediyor... Uzun uzun dalıyor gözleri... 15 yıllık evliliğin ardından 24 saat bile sürmeyecek bir ayrılığın içine sığdırılan 7 telefon konuşmasının yürek arasına sıkıştırılmış kelimelerini koyuyor masanın üstüne. Şeffatle dokunup her birine, ilk çıktıkları ağızdan nasıl çıktılarsa aynen öyle söyleyebilmek için çaba harcıyor, gözlerinde bir damla yaşa dur diyemiyor.  Bayan N, güzel kadın; ellesinde, kızıl saçları, 175cmlik boyu, ince ve biçimli bedeni ile bir çok erkeğin düşünü kurmaktan alıkoyamayacağı biri, hala... Ama o birinin düşü değil gerçeği olabilmek istiyor. Ne doktorlar, ne avukatlar istemiş hikayelerinin tek düzeliğinde yitip gitmiş koca bir hayat tek başına. O aşık olmak istiyor ve bir o kadar da sevilmek. O anlatırken düşünüyorum, aşık olmak ve sevmek, bir arada ne kadar zor bulunur iki hazinedir. Ve ayrı ayrıyken bile ne çok değerlidir.

Bir arkadaşımın, yıllar önce, aşık olduğu adamdan vazgeçip çok sevdiği adam ile evlenme hikayesi geliyor aklıma. Sürmezdi derkenki sesinin soğukluğunda bugün bile titrerim hatırladıkça. Aşk doğası gereği mi kısa, yoksa biz öyledir diye mi kısa kesiyoruz.

Oysa sevmek öyle mi, hiç sevmeyi kısacık zaman dilimlerine sığdıran birini tanıdınız mı, sevmek uzun solukludur; emeğin yoğun, beklentinin rafine hali midir sevmek gerçekten. Seven değer bilir demişti bir dostum, değer bilir... Değer nedir ki? Kimin değeri daha fazladır. Hayatımda olsun dediğinin mi, hayatımdaydı dediğinin mi yoksa hayatında hali hazırda var olanın mı? Hepsinin değeri farklıdır kuşkusuz ve her bir değer bir diğeri ile ölçülemez pahadadır ama hayat öyle midir? Yaşayıp giderken, bilir miyiz, bize değer verenin değerini... Yoksa herşey; geçmiş di'li zamanlara ait birer anı mıdır dost dertleşmelerinin o buram buram anason kokan masalarında?

Zaman akıp gidiyor, kahveler içiliyor, fallar bakılıyor. Bayan N, gözleri yaşlı, kendine ait olmayan ve olamayacak bir adamın yasını tutuyor. Bir cümlesi öyle içime işliyor ki, bana yüreğimi alıp kalkmak kalıyor:

İnsan en çok aşkı yaşayamadığına üzülüyor biliyor musun...
Sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu hiç bilememiş olduğuna...

Akşam eve dönerken, arabanın direksiyonunda dalıp gidiyorum kendi geçmişime. Anılar, anılara doğru yol alırken usul usul, bir Sezen şarkısı dolanıyor dilime ki; bazı albümleri kendi kişisel tarihimin en yaralı zamanına denk gelmiştir. Sezen şarkılarını kaç yol boyu dinledim, kaç gece bağır bağır söyledim hatırlamıyorum ama bugün o odadan ayrılırken; nasıl bir duygu olduğunu biliyor oluşuma (hali hazırda yaşadığım da düşünülürse) gülümediğimi biliyorum.

40lı yaşlarına merdiven dayamış bir kadın olarak yaşanmışlıklarıma selama duruyor ve bağıra bağıra  Sezen'e eşlik ediyorum:
 
Her ayrılık bir vurgun değmeyin yaşlarıma,
Benden selam söyleyin bütün aşklarıma...


Çiçeklerim dökülür her mevsim
Sonra yeniden açar
Ümidimin boynu bükülür
Sonra deniz bin defa taşar
Bin defa taşar









_________________________________________________
Fotoğraf  / Geometry of Wawes by ~ValentinaDorogan

29 Ocak 2010

ZAMAN, NEDEN DURUP DURUP VURURSUN Kİ...



Uzun zaman olmuştu, sabahın kör karanlığına uyanmayalı...

Uzun zaman olmuştu sessizliği delip geçen sabah ezanını dinlemeyeli... Bu sabah ilk defa fark ettim ki, sabah ezanını; makamının farklı olmasından öte, derin bir sessizlikte dinliyor olmaktan dolayı seviyorum.

Aklımda, gecenin keyfini sabaha taşıyan sohbet var ve kulağımda hemen ardında çıplak ses okunduğu anlatılan sabah ezanının sesi... Ve sen... Oturuyorsun havuzun hemen yanındaki derme çatma bankta... Ve ben seni seyrediyorum... Seyrederken bile düşlerde geziyorum. Hem seyrederken hem de düşten düşe dolaşırken büyük keyif alıyorum. Çünkü, içinde sen varsın ve ben varım... Gerisi boş geliyor, o kadar doluyuz ki seninle... Şimdi sabahın köründe aklıma neden geldiğini biliyorum: Her ayrılık birbirine benzer ya...

Bir sınır vardır hani, sürekli öteye kaydırırsın, aşk bu; haklısın yeri gelir sınırları bile kaldırırsın ama sonra bir an, tek bir an geçilmez bir sınıra dayanırsın... Kararsız beklersin sınırda, kendini ve onu acıtırsın, bilerek veya bilmeyerek, yaparsın bunu. İsteyerek veya istemeyerek...

İstanbul'da bir ajansta çalışıyordum, ajansın metin yazarı; her sabah koca kara gözlüklerle gelmelerime istinaden; bir sabah uyandığında elinde valizin çıkıp gideceksin demişti. "Demek ki hala zamanı var. Ağlamaktan vazgeç ve o ana kadar yaşa."

Ağlamak yaşamak değil midir diye çok düşünmüş, hiç sormamıştım ona. Eşinden yeni boşanmıştı, acısı tazeydi ve belli ki çok ağlamıştı, gözleri hala nemliydi.

Ah zaman, neden durup durup vuruyorsun ki...
Neden benzer sorularla insanı sınırlara sürüklüyorsun ki...
Neden bir çığlığın; üstelik birbiri ile çelişen en az iki nedeni var ki...
Soru niye olacaktı dimi?
Peki cevabı biliniyorsa sorunun ne önemi var ki!!!
Yani cevabı gerçekten biliyorsan, hani kendine dürüstsen aslında, beklediğin neyin zamanı ki...


______________________Bir Dip Not_________________________

Geçenlerde bir yazıya yorum olarak deneyimlediğim bir şeyler karalamıştım:

İnsan gidebilse, ne gitmeyi düşünür ne de gitmeyi dillendirir, insan gidebilse, gider sadece...

Demek ki zamanı var, beklerken yaşamı es geçme! (Derim ben, ben geçmiştim, kendimden bile vazgeçmiştim, sonrası zor oldu, tutunmak hayata, boğulmamaya çabalayarak çırpınmak hüzün denizlerinde ve yakıp da bitiren bir tutkunun ardından küle dönüşüp, tekrar küllerinden doğmak çok zor olmuştu... Sanırım yaş aldıkça, yaşamayı öğreniyor insan ve en çok öğrendiği de bu oluyor galiba)

______________________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

28 Ocak 2010

HÜZÜN DENİZİ

















                     Dimdik durdum ayakta
                                    Süzüldüler hüzünlerim
                                          damla
                                                damla


___________________
Fotoğraf

13 Ocak 2010

SABAH SABAH




Sabah sabah acıyla uyandım güne… Oysa ne güzeldi gecemiz. Sen hiç olmadığın kadar anlayışlıydın bana. Hatta bir ara kalkıp masayı toplamama bile yardım ettin. Bir tuzluk taşıdın ama olsun… Dışarıda yağmur yağıyordu. Loş bir ışık eve huzur veriyordu her zamanki gibi. Evdeki mumlar titrek ışıklarıyla eşlik diyordu gecemize, garip bir tedirginlik vardı mumların ışığında. Fonda o hep tanıdık tını… Mutluydum ben ve sen hiç olmadığın kadar yakındın bana. Yüzümü okşadın önce, elimi tuttun sonra ve ayağa kaldırdın beni. Sıkıca belimi kavradın ve başladık dans etmeye.

Teninin kokusunu çektim içime. Sen baktın gözlerime. Şarkıyı mırıldanıyordun belli belirsiz. Sonra döndürüyordun beni defalarca. Bir şey söylemek istiyordun da sanki sözcükler çıkmak istemiyordu. Müzik bittiğinde beni şöyle bir döndürdün etrafımda. Kendine çektin sonra. Hiç öpmediğin gibi öptün beni. Bir şey olacaktı o gece ben hissediyordum, sen biliyordun. Ama geciktiriyorduk her ikimizde…

Oturduk koltuğun köşesine. Sen sarmaladın beni kollarınla sanki son kez sarılıyormuşçasına. Öptün öptün öptün saçımın her telini. Parmaklarımı, tenimi. Bakışlarını kaçırıyordun hissettim. Sırtımı sana yaslamıştım. Güven duymadığın anlar vardır ya… Hani derdin sen bana “Bir şey söylemene gerek yok, sen gel yaslan bana. Ben senin limanınım bunu hiçbir zaman unutma” Yok bu sefer öyle güçlü durmuyordun arkamda. Hatta kendi bedenimi taşıyabileyim diye geriye atıyordun bedenini usulca. Hem anlaşılmasın istiyordun hem de fark edilsin. Nasıl olacaktı ki bu söylesene bana.

Sonra sen yüzümü yüzüne çevirdin. Baktın gözlerinle söylediğini ben anlatayım diye yalvardın bana. Bildik bir cümle döküldü dudaklarından belli belirsiz. “Sen çok iyisin… Sen bana karşı her zaman sabırlı, her zaman anlayışlıydın” Sustum sadece ve susmanı diledim sessizce. Sen sustun. Bir şey söylemeyecek misin dedin. Hiçbir şey söylemeyecektim. Ama içim haykırıyordu avazım çıktığı kadar; bağır bağır bağırıyordum ben sana. Ama kıyamazdım ki sana. Sesimi yükseltip incitemezdim ki erkeğimi. Sustum. Bir an önce o kapıdan çıkman için yalvarıyordu gözlerim.

Sen fark etmedin ama o son bakışında: Elimi tuttun, avucuma bir şey bıraktın. Al bunu koy yüreğine dedin. Unutma beni. Öyle parlaktı ki o anda ne olduğunu anlayamadım. Aldım yüreğime koydum. Bir ağrı saplandı anlayamadım. Ben acının nerden kaynaklandığını bulmaya çabalarken… Çıktın. Sen gidince mutfağa attım kendimi, bulaşık yıkadım önce, sonra mumları söndürdüm ve ışığı açtım en parlak haliyle. Etrafı topladım. İçimdeki sesi duymamak için müziği en sonuna kadar açtım. Geceydi, geç olmuştu ama umursamadım. Neden sonra anladım, avucuma bıraktığın her neyse yara açtı içime. İçimde açılan yaranın çapı küçük olsun, yüzeysel olsun bir de çok acıtmasın diliyordum sadece.

Öyle olmadı… Günler geçtikçe derinleşti yaram. Acısı oturdu yüreğime. Yüreğim atmadı sonra bir ara. Kanım çekildi. Günlerce yatağımdan çıkmadan bekledim sessizce. O günden sonra… Sesin sesime değmedi… Yüreğin yüreğime… Tenin tenime…

Günler sonra bir sabah uyandım ben içimde tarifsiz bir acıyla...
Ne oldu, bu da nereden çıktı derken...
Bir şiir geldi aklıma;

“Eski bir aşk, yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır” (*)





__________________________________________________________
Fotoğraf
(*) Yılmaz Odabaşı – Bir Aşk Yara
İlk Yayın / Ocak 2009

10 Ocak 2010

SINIR ÇİZGİSİNDE BİR BİLGE KİŞİ

Sınırları vardı, her insan gibi onunda kendi sınırları. Öyle çok sevdi ki, öylesine inandı ki, bir gün; gerekli olduğuna inandığı tek bir gün, sınırlarından birini biraz öteye taşıdı. Değişmek biraz da sınırlarını aşabilmekle ilgili değil miydi? Sınırlarını aştı... Ulaştığı yeni topraklarda kendine yepyeni sınırlar çizdi, geliştiğini, büyüdüğünü ve değiştiğini düşünüyordu. Mutluydu. Ta ki, yeni sınır çizgisinin yerini de değiştirmek zorunda kalıncaya kadar. Bir an düşündü: Sınırları değiştirmek, gelişmek miydi, kendinden ödün vermek mi?

Kafası karıştı... Bilge kişiye gitti, uzun uzun olup biteni anlattı. Bilge kişi onu dikkatle dinledi. Sorular sormadı, cevaplar vermedi. Sadece dinledi. Ne kadar anlatılırsa o kadarını dinledi. Bilge kişinin yanından uzaklaşırken, aşk için dedi bazen sınırsız topraklarda dolaşmak gerek... Bunu bilge kişi falan söylememişti. Zaten bilinen bir bilge kişi falan da yoktu. Herkesin bilge kişisi; yüreği, aklı ve vicdanından oluşan bir sac ayağıydı. Biri eksik kalsa bilge kişi bilge kişi olmaktan çıkardı. Bunun altını burada çizmekte fayda var, herkesin bilge kişisi kendineydi. Mutlak bir doğru yoktu, mutlak bir sınır da... Yani herkesin kendi doğrusu vardı ve herkesin kendi sınırı...

Sınırlarını gün geçtikçe biraz daha öteye ve biraz daha öteye taşıdı. Mutluluk yerini, huzursuzluğa bıraktı, huzursuzluk mutsuzluğa... Onlarca soru cevapların beklerken, onlarca soru daha mitoz bölünme ile çoğalıyor ve onu boğmaya başlıyordu. Bütün bunların bir sonu olmalıydı, bir yerde hala korunan ve geçilemeyecek bir sınır. Telaşla etrafına bakındı; ilkelerine: Ne zaman vazgeçmişti ki bir çoğundan... Ya savundukarı: Onları da bırakmıştı geçmiş zamanın akan giden telaşında bir çitin ardında... Şimdi, hepsinin yerini garip bir sızı doldurmuştu. Vazgeçtiği her bir sınır, yerleşik bir acıya dönüşmüştü. Kuşkusuz herkesin deneyimi böyle sonuçlanmıyordu ama onunki acıtıyordu. Bir sabah, sabahın erkeninde, kalın duvarları olan, güçlü bir duvar çizdi. Bu geçilmesi kolay olmayan bir sınırdı. Sınır onu mu içeride tuttu, yoksa herşeyin dışında mı bıraktı hiç sorgulamadı. O sınıra ihtiyacı vardı. Bazı sınırlar daha fazla zorlanmamalıydı... Bazı sınırlar hiç kaldırılmamalı...  Bazı sınırlar hiç olmamalıydı...

Sınırın nerede, ne  zaman, ne için, ne kadar olacağına ise, bilge kişi karar verirdi. Bilge kişi, kısa bir bocalama sonunda kararını verdi. Sınır buraya kadardı.



____________________________________________________________

Fotoğraf/deviantART

09 Ocak 2010

SENİNLE KONUŞTUM







~ Uyuyamadım bütün gece…
~ Gene ne oldu ki?
~ Bilmem aklıma düştün gene. Sen iyi değilsin biliyorum. Biliyorum benim yapacağım bir şey yok sen istemedikçe ama elimde değil aklım kalıyor sende.
~ Sen işine baksana ne karışıyorsun bana. Ben sana karışıyor muyum? Müdahale ediyor muyum? Endişe duyuyor muyum?
~ Duymalısın belki de. Ben de iyi değilim sana söyleyemiyorum daha da kötü olma diye. Hem ne bu sinir bu öfke.
~ Karışma bana. Yaptım bir hata şimdi de cezasını çekiyorum. Hem ne var biraz yalnız kalmak istedimse. Ne var yani kimse bana ulaşamıyorsa. Ulaştı da ne oldu. Sen biliyorsun bunu en iyi. Birlikte yaşamadık mı tüm o heyecanları, üzüntüleri, kırgınlıkları, kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını. Ben sen değilim. Unutamıyorum senin gibi bir günde.
~ Bir gün mü? Farkında mısın 2 yıl bitti. Koskoca iki yıl. Değer mi?
~ Senin verdiğin değerle benim ki bir değil diye sakın ola ki yargılama beni. Hem sen git ne istiyorsan yaşa. Engel mi oluyorum ben sana.
~ Engel değil de…
~ Ne?
~ Sen olmayınca olmuyorum. Denedim biliyorsun. Sensizken 1-2 kere denedim. Mutlu etmedi ki anlar beni. Seni istedim. Sen de ol.
~ Olamam. Benim yaram iyileşmedi. Hem ne diye dürtüp duruyorsun beni. Demedim mi ben ararım seni. Gelme üstüme. Bak tekrar diyorum. Sen git ne istiyorsan yaşa. Beni düşünme. Yalnız bırak. Ben daha iyiyim inan. Ama öyle senin istediğin gibi taşıp coşamam. Yavaş yavaş. Doktor bile dedi. Heyecanlara ve endişelere dikkat et diye. Sen bir de beni düşünüyormuşsun gibi hadi diyorsun yeni heyecanlara yeni aşklara. Oldu küçük hanım, mümkünse bir süre daha görüşmeyelim.
~ Bir dinlesen beni…
~ Dinledim de ne oldu. Teslim oldum. Kendi çıplaklığımla kalakaldım. Hem sen okudun mu bugün Aydan Atlayan Kedi’nin yazısını.
~ Okudum
~ Ne anladın?
~ Ben çorbayı hatırlıyorum…
~ Ve ben…
~ Tükürüğü.
~ İşte gördün mü? O nedenle git ve ne yaşarsan yaşa ama benimle uğraşma. Beni rahat bırak.
~ Peki ya herkes onun gibi değilse. Yani çorbayı aşkla pişiren biri varsa… Sunmak için birini bekliyorsa… Hadi inat etme. Gel benimle, sensiz olmaz biliyorsun, boşuna inat ediyorsun. Şu evrende var olmazsan nefes almak neye yarar söylesene... Sensiz yaşanmaz ki yüreğim. Sensiz olmaz ki anlasana...


_______________________________________________________________

Inconsolable © Sharon Hammond
İlk Yayın / Ocak 2009

07 Ocak 2010

YALNIZLIĞIM VOL4



Senle kendi dünyamın kapılarını daha fazla aralar oldum. Acımla yüzleşmeyi ve dönüp yalnızlığıma sarılmayı da seninle öğrendim. Freud'un “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi”ni okuyorum yeniden; fal baktım ikimize… Sana tedirginlik, bana farkındalık, ikimize yanılsama çıktı falda. Zaten ondan sonra yazılmaya başlandı bu satırlar sana...

Sana hızlı bir trenden atlamak zorunda kaldın mı hiç diye sorduğumda, belki de tren sensin dedin ve ben o zamandan beri daha fazla sorar oldum kendime; sen bana içinde bulunduğum duruma dair hiç farkında olmadığım bir pencere açtın hatta bakmamı sağladın inatla.

Aslına bakarsan canım; sen yokken karşımda kolay her şey, sana seslenmek, seninle dertleşmek seni sevmek, çünkü zamanın ve mekânın; klişeleşmiş bütün durumların ötesinde yaşananlar, çünkü sadece sen varsın ve sadece ben; ikimizin oyunu bu kuralları olmayan… Şimdi korkuyorum bu oyunun bitmesinden, başlayacak olanın ne olduğunu bilmiyorum çünkü. Bilemem… Bilemezsin… Denemeden yazamayız geleceği, bir ertesi gün olduğunda geçmiş oluyor her şey… Seninle geçmişimiz; keyifli, heyecanlı, meraklı, şımartan bir geçmiş, böyle de kalmalı diye düşünmüyor değilim daha fazlasını eklemek mutluluk mu getirecek mutsuzluk mu bilmiyorum.

Ne olursa olsun canım, biz bu oyundan yenileni olmadan yenerek çıkmalıyız seninle çünkü serseri bir kadından ve deli bir adamdan daha fazlasıyız. Beklemek duygusunun bendeki yansımasını ancak ben anlatırsam bilebilirsin ve benim yüreğim dayanmazdı cumartesiyi beklemeye her telefon çaldığında ya da kapı (sanki kapıma gelme ihtimalin varmış gibi) yüreğim çıkacak gibi olacaktı. Ve her telefon çalmayışında ve kapı çalmayışında ve dakikalar saatler gibi gelmeye başlayınca gün bir türlü kavuşmayınca geceye ve gece bir türlü uzanamayınca güne, içimden çıkmayacaktı acı ve ne yazık ki bu sefer müsebbibi sen olacaktın acının; yüklemek istemedim sana böyle bir yükü, sendeki bana bile olsa… Gitmek istemem bundandı uzaklara… Ve ben her yalnız kaldığımda geleceğim sana; sen bilmeyeceksin, anlamayacaksın ve karşılık vermeyeceksin belki ama yüreğimdeki yerin bozulmayacak asla…
-----------------------------------------------------------------------------------------

 "Yalnızlığım " başlığı son kez kullanılmıştır bu satırlarda...
Yalnızlığım bir çığlıktır vol.1'de,
Kabullenmedir vol.2'de,
Aşka davettir vol.3'de,
Ve bir vedadır vol.4'te.

Bir dörtlemedir ve dörtlemenin son parçası bu güne kadar yayınlanmamıştır.
İçimden geldiği gibidir, içimdir, iç hesaplaşmayla başlayan merakın, içtenlikli sonudur.

---------------------------------------------------------------------------------------

VEDA

yanlış zamanların uzak mekanlarında paylaşılamayan bir duyguydun sen
senden başka kimsenin bilmediği öpücüklerini koydum yüreğime
ilkini bu akşam yatarken alnıma koyacağım senle huzurlu bir uyku uyuyabileyim diye
ikinsicini yarın sabah yanağıma, tekrar hayata başlama gücünü bulayım diye
ve üçüncüsünü hep yanımda taşıyacağım bir gün düşersem beni ayağa kaldırsın diye...

sevgiyle... teşekkürle…

__________________________________________________________________

Fotoğraf / deviantART




06 Ocak 2010

YALNIZLIĞIM VOL3



Şimdi ben yalnızlığı dost yaptım ya kendime… İyi halt ettim… Geldi kuruldu yüreğimin başköşesine… Almanya’dan umut gelecekmiş, bir de mutluluk var evlendi ya o ya o oturacak diyorum, bana mısın demiyor.

Bak yalnızlığım tamam anladım ben nereye sen oraya ama bu kadarı da fazla gibi geliyor bana. Ayrıca biri bu yürekte olmayı hak ediyorsa o da aşktır tamam mı? Çık git artık hayatımdan senden dost falan olmaz bana. Aşk geldi kapımı çaldı, sen varsın diye giremiyor içeri. Kim sever yalnızlığı dost edinmiş birini. Hadi gel naz etme: Alalım şu kapıdan içeri girmek isteyeni. Bak söz de verdi; gitmeyecekmiş diğerleri gibi…
_____________________________________________________________

Fotoğraf
İlk Yayın / Ocak 2009

YALNIZLIĞIM VOL2





Ey yalnızlık duy sesimi,
Karar verdim seninle dost olmaya
Korkunun ecele faydası yok
Erkeksen çık karşıma ve hatta cesaretin varsa beni bırakma...





Belki güneş bir gün ikimiz için doğar
Belki korkuları hayallerimiz boğar
O masal günü gelinceye kadar; susuyorum
Susadıkça yüzün düşer aklıma
Korkar oldum düşlemekten
Adını anarım çoğalır sesim
Konuşmaktan düşünmekten özlemekten
Kimse kimsenin herşeyi olamaz-mış
Di'li geçmişten tek yaramsın sen
Sensiz kimse mi kimsesiz miyim bilmem
Hiç bilmek istemem;
Hatta düşünemem
Gel bak bir elimde gökyüzü var hala
Ötekinde kayıp giden yıldızlar
Korkular da benim umutlar da
Beni bırakma


Feridun Düzağaç









__________________________________________

Fotoğraf
İlk Yayın / Ocak 2009

05 Ocak 2010

YALNIZLIĞIM VOL1



Yalnızlığımı büyütüyorum, bu adamla bu evde büyütebildiğim tek şey yalnızlığım. Çıkmaz bir sokaktayım. Ne geriye dönüp yeni yollar arıyorum ne de ileriye doğru adım atabiliyorum. Kafamı kaldırıp parıldayan gökyüzünü görmek bile içimden gelmiyor. Giderek yalnızlığıma alışıyorum. Bataklığım benim koca yalnızlığım…

Yazdığı her şeyi sildi. Kağıdı buruşturdu yere attı. Yerde biriken kağıtlara baktı. Ne çok şey yazmış ama beğenmemişti. Gazete ekine söz vermişti. Yalnızlık üzerine bir yazı yazacaktı. Gazetede çalışan arkadaşı çıkaracakları yeni ekte ona da bir yer ayırmak istiyordu. 200 kelimeyi aşmamak kaydı ile yalnızlık üzerine bir şeyler yazıp göndersen ne güzel olurdu diyen arkadaşına bir de ahkam kesmiş yalnızlık uzmanlık alanım, istersen roman yazarım demişti. Hislerini yazacaktı bundan kolay ne vardı. Kurgulamasına bile gerek yoktu. Neredeyse bu teklif yapılalı bir hafta oluyor ve arkadaşının ona verdiği süre doluyordu.

Kalktı kendine sıcak bir içecek hazırladı. Saate baktı. En az 2 saatim var dedi. Salona geçti sallanan koltuğuna oturdu ve kendi yalnızlığında üşüdüğünü fark etti. Ne uzun zaman olmuştu birinin kollarında ısınmayalı başka bir tenin ısısı ile ürpermeyeli. Kalktı diz üstü battaniyesini aldı omuzlarına örttü. Gazeteyi eline aldı;


“Tony Takitani yalnızlık üzerine bir film. Fakat filmin bahsettiği, lafta bir yalnızlık veya cıvık aşk şarkılarının "terkedildim" hezeyanları değil. Doğumdan başlayıp bütün bir yaşama, neredeyse alıp verilen her nefese sinen bir yalnızlık, dümdüz ve buz gibi bir tek başınalık hissi. Ichikawa'nın minimal sineması öncelikle bu bağlamda işe yarıyor. Süssüz, kendi içinde müthiş bir simetri taşıyan ve boş gibi gözükse de aslında epey dolu olan çerçeveler, filmin bahsettiği bu yalnızlık halini cisimleştiriyorlar. Işık çalışmasının verdiği sonuç ise beyazın ve mavinin açık tonlarının ağırlıkta olduğu, neredeyse Kubrick filmlerini akla getiren bir sterillik. Tüm bu görsel tercihler filmin buz gibi yalnızlık hissini daha da keskin, daha bir can acıtıcı hale sokuyorlar. Önünde her daim saygıyla eğileceğimiz Ryuichi Sakamoto'nun müzikleriyse her zamanki gibi (ve filmin görsel üslubuna uyum sağlar şekilde) minimal ve mükemmeller.”(1)


Keşke filmi görseydim dedi. Kızdı kendine daha öğrenciyken bile film festivallerini kaçırmaz özel olarak İstanbul’a, Ankara’ya festivallere giderdi. İlk gençliğini özlediğini fark etti. Yaşlanıyorum deyip gülümsedi.


“Filmin finalini açık etmeyelim ama bus tercihin arkasında da Hitchcock'un Vertigo'sunu ister istemez akla getiren bir gönderme var. Ancak Tony Takitani yüksekten değil, yalnız almaktan korkuyor. En nihayetinde yendiği fobi de bu oluyor. Esasında hepimizin yalnız olduğu, hatta yalnızlığın ömür boyu sürdüğü gerçeğiyle barışıyor. Neyse ki bu esnada fazla ağlayıp sızlanmıyor, yönetmen Ichikawa ise mesafeli bir yaklaşımla filminin düzeyini ve ciddiyetini koruyor”(1)


Kendi yalnızlığına döndü. Ne zamandır yalnızdı. Yalnız kalmak en büyük korkusuydu. Fobi bile denebilirdi. Galiba Tony Takitani gibi kabullenmeli ve yalnızlığın bir ömür boyu sürdüğü gerçeği ile barışık yaşamayı öğrenmeliydi. Hem ne demişti hayattaki tek dostu ona;


"...Yalnızlığımla savaşacağıma onu kabullenirsem durum değişir belki. Yalnızlık, ne kadar bastırmaya çalışırsak o kadar güçleniyor, ama yok sayarsak gücünü yitiriyor, bunu farkettim."

Ben yazmadım tabii ki :) Üstat Coelho'dan. Dün gece Portobello Cadısı'nı okurken rastladım.


Yalnızlığını yok saymak üstüne bir yazı yazmaya karar verdi ve aldı eline kalemi…


Yansımamı dost yaptım kendime, Narkissos’a özendiğimden değil,
yalnızlığımdan delirmeyeyim diye...



_________________________________________________
(1) http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=4901
(2) http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji)
(3) Fotoğraf
(4) İlk Yayın / Ocak 2009

01 Aralık 2009

KULAĞIM BİLE ANLADI


Ayşe Arman bugün Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesine Evren Yiğit’in bir yazısını aktarmış. Ben de bloguma taşımak istedim. Önce adı çekti ilgimi: Evren…

Ben yaşlarında olmalı diye düşündüm. Ben yaşlarında Evren isminde kız sayılıdır. Seksenlerle birlikte akın akın doğan Evren isimli erkek çocukları ile karşılaştırılamazlar bile.

Öyle midir acaba???
Sonra "google" da bir "search"

1978 doğumluymuş ve de erkekmiş. “Denizkızı”na ne oldu peki..? Sonra onun başka biri olduğunu fark ettim. Bir Evren Yiğit daha var ama onun bir de soyadı var: Geniş. Sonra başka sitelere de bakınca anladım. O Küstah dergisinin kadın kahramanıydı.  Kadındı… Belki benim yaşlarımdadır düşüncesi beni gülümsetti. Neden takıldım ki buna kadar…

Bir de tanım vardı onunla ilgili ekşi sözlükte; “Bond kızı karizmasında olup da Türkan Şoray ağırlığında olan.” Tekrar gülümsedim.

Sonunda öğrendim çok çok genç ama sıkı bir yetenek olduğunu.

Ve şimdi sıra yazıda.
Yazının bir başlığı var mıydı bilmiyorum ama ben ona bir başlık uydurdum burada…


_______________________________________________________________
KULAĞIM BİLE ANLADI

Kulağımın içi kaşınıyor.
Felaket.

Önce azar azar başlıyor kaşıntı, geceleri. Sonra artıyor. Kaşımak da bir zor ki kulağın içini. Bir türlü geçmiyor.


"Ne yapsam acaba?" diyorum. Günler geçtikçe daha da artıyor. Doktora gitmeye karar veriyorum. Arkadaşlarıma soruyorum "Tanıdığınız iyi bir kulak burun boğazcı var mı?" diye. "N’oldu ki?" diye soruyor arkadaşlarım. "Kaşınıyor kulağım" diyorum. "Uyuyamıyorum geceleri, kulak kaşınmasından!" Bir doktorun adını söylüyor bir tanesi. "Çok iyi doktordur" diyor. "Kimsenin çözemediğini çözer, iyileştiremediğini iyileştirir."


Gidiyorum doktora. Gözlüklü, şirin bir amca. Elinde bir büyüteç, kulağıma bakıyor.


Şaşırıyorum önce. "İçinde kaşıntı var" diyorum. "Öyle büyüteçle ne anlayacaksınız ki?"

"Yok" diyor, "Ben çoktan anladım ne olduğunu da, şimdi daha iyi görmek için bakıyorum." "Nedir?" diyorum doktora.
"Eski sözler kaçmış kulağınıza" diyor.
"Nasıl yani?" diyorum. "Kimin sözleri?"
"Bakacağız" diyor. Sonra bir alet çantasından kocaman, ucu ince, cımbıza benzer bir alet çıkarıyor. "Yan durun. Kıpırdamayın" diyor bana.
Biraz irkiliyorum."Eski sözler" diyorum, "Ha?" Cımbızın ucu kulağıma giriyor, canımı acıtmıyor nedense.
"Bir erkek sesi bu" diyor. Sanki bir uğultu duyuyorum. Cımbızı çıkarıyor kulağımdan. "Yalan kaçmış kulağınıza!" diyor doktor.
Yalana bakıyorum.
Küçücük bir şey gibi gözüküyor. "Vay be! Günlerdir kulağımı kaşındıran bu muymuş?
Hangi yalan peki?" diyorum. "Durun, bekleyin" diyor doktor. "Dikkatli olmamız lazım.
Tekrar kulağınıza kaçabilir. Önce şu deney tüpünün içine koyalım. Sonra serbest bırakırız." Yalanı tüpün içine koyuyor. Kapağını da kapıyor tüpün.
Serbest kalıyor yalan.
"Seni seviyorum" diye cılız bir ses geliyor tüpün içinden.
"Yalanmış ha?" diyorum.
Kulağım bile anlamış, kalbim hala anlamıyor...


_______________________________________________________________


Böyledir yüreğinde sevgiyi büyütebilenler.
Göz görür, kulak duyar, ten hisseder ama o koca yürek anlamaz.

Umarım yüreğinize inanan biri sevmiştir sizi.
Yoksa çok yazık: Hem size... Hem yüreğinize…


______________________________________________________________

İlk Yayın Tarihi  / 29.05.2006
Görsel / deviantART
Haberin Orjinali İçin / Hürriyet Arşiv

29 Kasım 2009

UMUT




Ne güzeldir sonbahar. 
Biraz hüzünlü, biraz yalnız…

Şaşırtır sizi, hatta bazen hazırlıksız yakalar. Biraz insanlar gibidir sonbahar. Güneş var diye güvenir ince giyinirsiniz, çok geçmez hava kararır ve yağmur başlar. Kızarsınız. Kendinize. Onun güneşli yanına güvendiğiniz için.

***
Bugün geldi bu fotoğraf, sevdiğim sonbaharın terkedilmişliğinin resmi gibiydi.

Biraz hüzünlü, biraz yalnız.
Sevdiğini bekler hali etkiledi beni.
O nedenle biraz da umut gibi....

_________________________________________

İlk Yayın Tarihi / 16.11.2006

25 Kasım 2009

ELBET / EVET



sen baktın bana uzaktan,
gördün elbet...
ben baktım uzaktan,
gördüm evet...

söyleyenecekler
takılıp kaldı gözlerde
vazgeçtik içimizden yükselenden

GEÇTİM SENDEN
GEÇTİN BENDEN
KALDIM ELBET
KALDIN EVET

_________________________

İlk Yayın Tarihi / Mart 2009

KAYDIMI SİLDİRMİŞTİM BEN





Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim ilkokulu
Herkes kitaplardan öğrenirken a-b-c-yi
Ben İlhan Selçuk okurdum mesela
Ablalar ağabeyler oynarlarken birbirdir ve saklambaç
Ben kaybolurdum hayat denen sinemanın ışığında

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim liseyi
Herkesin bir sevgilisi vardı öptüğü
Ben Denizleri öptüm bir dar ağacında
Ablalar ağabeyler tüylerini dökerken aşk bahçelerine
Ben kaybolurdum hayat denen karanlıkta

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim üniversiteyi
Herkes bir rol kapma heyecanıyla otururken sıralarda
Ben Tutanamayanları okuyordum ısrarla
Ablalar ağabeyler içli içli gülerken akşamdan kalma sevişmelerine
Ben kaybolurdum hayat denen yalnızlıkta

Biliyor musun ben gene dışarıdan bitiriyorum hayatı

Kaydımı aldırdım bu sabah okuldan
Herkes pis oyunlarını oynarken içi boş canımlarla
Ben ağlıyordum yüreğe ve inanmışlığa
Ablalar ağabeyler akşamdan kalma aşk naralarını atarken şehrin en afilli orospusuna

Ben kayboldum hayatta…




________________________________________

İlk Yayın Tarihi / Şubat 2009
Fotoğraf / 1x.com

20 Kasım 2009

ARDINA SAKLANMAK KENDİNİN



Yazıp siliyorsun…
Ne yazacağını bilmiyorsun.
Ne yazmaya kalksan ya onu yazıyor, ya onunla yazıyor ya da ona ithaf ediyorsun.
Onsuz mu olamıyorsun...
Onsuz olmamayı mı tercih ediyorsun...
Onsuz olmamak işine mi geliyor bilmiyorsun...
Bu sorulardan iyi çalımlarla kaçıyor,
Olur da çalımdan kaçayım derken yeni bir soru ile karşılaşırsan da cevabı geçiştiriyorsun.
Akıllısın ya…
Sen bunu uzun zamandır yapıyorsun.
Ben farkındayım da sana bunu söylemek ilişkimizi etkiler mi onu kestiremiyorum.


Ben seni, o varken tanıyamıyordum; o gitti artık ulaşamıyorum...
Sen duvarlar örüyor,
Kozalarda uyuyorsun.
Hadi diyorum bir metamorfoz çıkar kabuğundan, kabuk çatlıyor...
Hah tamam artık çıkıyor diye umutlanıyorum,
Hemen yeni bir tane daha örüyorsun.
Kendinle yüzleşmekse korkun
Ya da benim söyleyeceklerimse seni ürküten...

Yapma…
Bunu kendine, bana, seni sevenlere, dostlarına, anne-babana ve hatta hayatına yapma.
Okumayacaksın biliyorum.
Boşuna bu yazmalar!
Tıpkı aramalarımın cevapsız kalışı gibi...
Yazmalarım da karşılıksız...
Ama biliyor musun ben seni seviyorum kendim,

Sen ne kadar suçu kendin de arasan da,
Duvarlar örüp arkasına saklansan da,
Kozalar örüp uyusan da,
Sen ne kadar benden kaçsan da,
Asıl bensiz olamazsın...
Sen asıl onsuz daha bensin!
Daha içten,
Daha güzel,
Daha akıllı,
Daha insan,
Sen ne kadar benden kaçsan da...
Geride bırakırım hevesi ile hep arkana dönüp baksan da...
Ben hep yanındayım tam da yanı başında.



_________________________________________________

Fotoğraf / 1x.com 
İlk Yayın Tarihi : Ocak 2009

19 Kasım 2009

LÜTFEN!.. LÜTFEN YETER

Oturmuş koltukta hayıflanıyorum bir günün daha bitişine... Oysa güzel bir gündü, keyifli... Anlatacağım başka bir yazımda. Balkondayım Beklerim adıyla... Ama içimden gelmedi o yazıyı düzenlemek, resimler koymak, süslemek... Oturdum evin köşesindeki koltuğa, kırdım dizlerimi, açtım bir Norah Jones, yumuşak yumuşak dinliyorum. İçimdeki tarifi olmayan - üstelik malzemesi bile belli değil - sıkıntıyı atmaya çabalıyorum. Atılmıyor. Balkona çıkıyorum. Sevdiğim, gülümseten bloglarda geziyorum. Dağılmıyor. Giderek boğuluyorum.


Kendimin en kuytusuna gidip oturuyorum. İçimde bir sıkıntı. Bugün aldığım haberden belki. Belki kendime dokunan ucundan. Belki hayatı sorgularken takılıp kaldığım bir andan... Sebebi çok, sebebi yok hallerimdeyim.

Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Güvenimi aldı benden, geceleri rahat uyumalarımı ve sabahlara mutlu uyanışlarımı

diye haykırıyordu, kendisine tecavüz eden adamla mahkemede karşılaştığında. Dizinin senaryosunu yazan daha önce tecavüze uğramadıysa nasıl olur da yazabilirdi tecavüze uğrayan bir kadının haykırışlarını diye düşünürken yüreğime edilen tecavüzün sonrasında benzer kelimelerle boğuştuğumu fark ettim.

Uzun zaman oldu. Tedavisine geç kalınmış bir hastalık şimdi bendeki... Oysa tedavi oldum sanıyorsun. Hazırım diyorsun. Çevrendekileri kandırıyorsun bir süre. Seni tanıyan dost arıyor, mutsuz, temkinli, kızgınlığını gizlemeye çalıştığı düşük tonlu sesi ile...

Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edeceksin. Daha ne kadar onarmadan ruhunu dayanabileceksin. Daha ne kadar yüreğini acıtabileceksin. Daha ne kadar acını saklayabileceksin. Daha ne kadar yaralı yüreğini onaracak birini arayacaksın. Gönüllü olur mu sanıyorsun sana biri...

demiyor da sen o telefonu kapattıktan sonra sorularla kalıyorsun başbaşa. Oysa dostun sadece "lütfen diyor lütfen yeter..."

________________________________________________________

Gün geliyor, yetiyor, geçmişi arkanda bırakıp, bir kapının aralığından ileriye bakıyorsun, içinde garip bir heyecan ve bir telaş, yüreğin sıkışıyor ama bu sefer mutluluktan... İleriye bakıyorsun, endişe gelip tutuyor omuzundan, endişen aslında; gelecekle ilgili değil, geçmişin omuzlarında bıraktığı gri bir toz... Elinin tersi ile alıyorsun omuzlarındaki tozu, üflüyorsun boşluğa, kapıdan geçip koşar adım devam ediyorsun ileriye, mürdüm eriklerinin hemen altında seni bir ömür bekleyen, güzel bakan güzel gören güzel gözlere: Dalıyorsun yepyeni düşlere...

Yeniden güveniyorsun,
 geceleri rahat uyuyor ve sabahlara mutlu uyanıyorsun...
Bu bir mucize desen de artık sihirli lambalara inanıyorsun...


_____________________________________________________
İlk Yayın Tarihi : Mayıs 2009Okuyucuya Not: Balkondaki o keyif henüz yayınlanmadı. Duıruyor taslaklarda... Belki bir gün...
Fotoğraf / 1x.com