YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var! 




17 Eylül 2013

Akıl Tutulması







Günlerden Salı... Tatilden döneli neredeyse 48 saat dolmak üzere. Oysa ben hala Patara koyunda yürüyorum. Sağıma bakıyorum Kaputaş plajı, soluma bakıyorum Phaselis... İçimde büyüyor  tatil. Tükenmedi yani. Tüketemedim henüz. Fener burnuna tırmanıyor bir yanım, aklımın bir yanı gidemediğim, seneye kısmet dediğim Gelidonya Fenerinde. Güzel yerleri güzel insanlarla gördüm. Güzeldi... Çok güzel. Anlatılacak değil de yaşanılacak türdendi her saat. Gece gündüze, taş kuma, güneş denize bıraktı güzelliğini... Sonra gece daha bi güzel oldu, taşlar daha da fazla... Ah o deniz, turkuaz oldu, sonra mavinin bin bir tonuna büründü bir anda. Koyu, en koyu lacivertte bile bağırdı arkamdan... Gene gel ey aşk... Gene vur beni aklımdan. 

Ve biliyor musun adam;

İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirmeyi gerektirir. *












































* Engin GENÇTAN

20 Ağustos 2013

Yol Notları #yolnotlari

Yola çıkmak... Plansız... Beklentisiz... Ne çıkarsa bahtınadan zevk alarak... Yola çıkmak... Heyecan... Yola çıkmak... Başlangıç... Yola çıkmak... Bi son!

Bu yıl hep böyle oldu. Hadi dedik... Dönüş yolunda hep bi "iyi ki" yi doladık dilimize... Yolun çıkmadığı zaman da oldu, yolun bi vahaya çıktığı da...  

Balıkesir'den çıkıp Gelenbe'ye doğru uzanan yolda bir benzin istasyonunda durduk, biraz tuvalet molasıydı biraz da nefes almaktı maksat... Kim nereden bilebilirdi ki yolun ilk "iyi ki"si ile karşılaşacağımızı... Naneli bir limonata uğruna gönlümüzü orada bırakacağımızı...



Sonrasında bir huzur denizi ile buluştum, 
yol bitmişti, 
durakların en güzeli anne baba yanında, 
güvenli bir limanda aldık en derin nefesi...


Sonrası hep bir güzellik, 
hep bi keyif, 
hep bi anne sevgisi, hep bi baba şefkati... 
Sımsıcak güvenli bir yuva sıcaklığı...




Dönüş vakti bi selam edip denizin en mavisine, 
en temizine ve şansımıza en sonsuzuna, düştük yine yollara...


Yol ulaştırdı beni dağ evinin rahat bir köşesine,
uzandım hayallere,
 yepyeni yolların, dağların, ağaçların, denizin ve suyun, toprağın ve insanların 
sıcağında uyudum bir süre...

Yol dedim, 
yol aldım,
yol verdim kendime...




10 Haziran 2013

Kısa Bir Gezi'nti



Günlerdir elde telefon -twitter-, gündüzleri işte, geceleri bulvarda, eve dönünce gözler halkın tv'sinde geçip gidedursun... umut yerini -eh be kardeşim, insan azıcık da kendi sesinin dışındakilere kulak kabartır- cümlelerine bıraktığı bir vakitte -hadi kalk gidelim- olduk! Dağ evinde sezonu geçen hafta yaptığım temizlik ile açmıştım. Bu seferki iş biraz daha karışık, biraz daha -faiz lobisini- ilgilendiriyor gibiydi. Meseleyi yerinde çözecektik. İnatçıydım. O evin çevresine o taş kaldırım ördürülecek ve çakıl taşları ile kütüklü yol ille de yapılacaktı. 

İki güne sığdırılan küçük çaplı araştırmada, bankalara kredi için başvurmayı gerektirecek kadar bolca paraya ihtiyacım olduğu gerçeği ile yüz yüze geldim. İnsan duvara toslayınca gerçeklik boyut değiştirir. Önce çakıl taşlı kütüklü yol hayalimden daha sonra da evin çevresini kuşatacak o taş kaldırımdan vazgeçtim. Taş kaldırımdan vazgeçince çakıl taşlı kütüklü yol daha cazip bir hal aldı. Ne de olsa yapısal bir oluşum değildi ve doğal çevrenin bir parçası olmaya adaydı. Üstelik parasal anlamda beni bunaltmama ihtimali vardı. Hal böyle olunca, ulan daha 5 dakka önce paran olsa izleyeceğin yol bambaşka olacaktı, dedim kendime. Çulsuz olmak da güzeldir bazen ve bazen paranın açamayacağı kapıları aralar insana... Ah doğa, nasıl da baş eğdirir, baş eğersin zamanla... 

Gün, otları biçelim, ağaçları budayalım falan derken, önce kızardı, sonra bulutlu grimsi bir hal aldı ve nihayet geceye devretti görevini. Kuşların seslerine çakallarınki karışınca düşündüm: Bu evi sırf doğal bir hayatın içinde olabilmek için ağaçtan yapmamış mıydık? O gece düşünü kurduğum her şeyin, beton binaların arasında sıkışıp kalmış hayatımı yeşillendirmek için olduğunu hatırladım. Oysa şimdi, şu anda, betondan ve betonun soğukluğundan çok ama çok uzaktaydım. Düşünü kurduğum yeşilin orta yerinde... 

İnsanın gerçekleri hayallerinden ilham alır sözünü severim. Motto ilan ettiğimden beridir, görüyorum ki, neyi düşlediysem hemen hemen yaşamışım. iyisini de em kötüsünü de... Uykuya dalmadan önce dağ evindeki yaşamı kendi doğal akışında bırakmaya karar verdim. İnsanın da inadı bir yere kadar değil mi? Doğal bir yaşamın parçası yeşile dokunmamayı -o köyde yaşayan kuşların, sincapların ve farelerin anılarına saygı duymam gerektiği bilinci ile- görev bildim. Meseleye üç beş çapulcu diye de bakabilirdim ama canlıya saygı ile başlayan ahlakı yaklaşımım din temelli öğretilerin neredeyse bütününü yok sayan aklıma iyi bir ders verdi. 3 yıl öncesine gittim: 

Ağaç -kütük değil bildiğin ağaç- evin güneş gören yüzünde kendine kaçak kat çıkmak sureti ile yuva yapan sincabın sabaha kadar çıkardığı gürültüden uyuyamadığım sabahlardan birinde karar vermiştim; yolu yoktu bu sincap bu evi terk edecekti. Şehre döndüğüm ilk akşam araştırmaya başladım. Kovuculardan zehirlere uzanan bir yolda uzun upuzun araştırmalar yaptım. Bu üçüncü yıl... Sincap ve ben aynı evin farklı duvarlarına başımızı yaslayıp uyumaya çalışıyoruz. Aklımdan zaman zaman -eh artık yetti- nidaları geçse de, o sincabın bir akşam üzeri, ağaçların dallarından zıplaya hoplaya evine dönerken, beni görüp de hızla geriye dönüşü ama evine gitmek için de çaba harcamaya devam edişi ve yavrularının çığlıkları ile beni takmayıp yuvasına gidişini hiç unutamam...  Sanırım ilk defa o zaman göz göze gelmiştik. Ve iddia ediyorum ki, ayran kafası bile olsa, vicdanı olan bir insan bir canlının gözünün içine bakıp da bir canlıyı öldüremez. Bana hiç bir zararı olmayan  o hayvana dokunamadım. Sırf kendi korkularım yüzünden onun yaşama hakkını elinden alacak gücüm var diye canını almadım. Bu bir tercihti ve asla benimki olmayacaktı. Olmadı da... yan komşum -yol ver gideyim, o sincabı ezeyim- dedi bir seferinde, sessiz kalamazdım, adama saatlerce doğanın dengesinden, yaşama hakkından ve nereden konuyu bağladım bilmiyorum ama direnişten bahsettim. Dağda çeken tek radyo kanalı olan TRTFM dinleyicisi komşum, uzun süreli bir şok tedavisi için şehre doğru yol alırken, ona TOMA'lara dikkat et dedim, suları dağlardan akanlar kadar berrak olmayabilir. Şaşkın şaşkın yüzüme bakan karısına gülümseyip, TOMAlara ve onların önünde duran ve henüz  ne olduğu belirlenememiş çocuklara da dedim. Gülümsedi kadıncağız, dağ başında uçmuş bu dedi... Eminim öyle dedi, uzaylı görmüş gibi bir hali vardı. Gözlerim yaşardı, havada gaipten bir biber gazı... 





05 Haziran 2013

Bu Kent Nazım'ı Sevdi




Tam da zamanı gibiydi... Tesadüfün böylesi başka nasıl açıklanırdı bilmem ama memleket sevdalısı memleketinde bir ağaç için başlayan direnişe ölümünden 50 yıl sonra destek verdi:

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"

Nazım Hikmet Kültürevi'nde açılan 'Alnımın Çizgilerindesin Memleketim' adlı sergide Nazım'ın resimleri yer alıyordu, attığınız her adımda Nazım usulcacık sırtınızı sıvazlıyordu. Öyle usul, öylesine aşkla...

Sonra konser başladı. Güleç  ve aydınlık yüzleri ile sahnede yerlerini aldılar: Nedim Yıldız, Erkoç Torun ve Ali Seçkiner Alıcı... Yani Üç Anadolu Topluluğu...

Sonra sesler karıştı yüreklere, yürekler karıştı birbirine... Umudun sıcaklığı, sevginin merhameti yayıldı konser salonuna... Soluksuzdu herkes. O sırada karıştı tava tencere sesleri ıslıklara... Coşkusu yükselen bir çift gözdü gördüğüm. AŞKLA...

Yunus Emre oldu herkes, Nesimi oldu, Muzaffet İlhan Erdost oldu sonra... Sonrası Rüştü Asyalı sesinden bir Nazım şöleni... Geri planda Nedim Yıldız besteleri... Şiirler söz oldu, şarkılar marş... Coşkusu yükselen bir yürek gördüm... Olanlar oldu... Tencere tava sesleri karıştı ıslıklara... Umut ışık, ışık sahne, eller ses oldu... Sesler bağırdı ardı ardına... Karıştı ağaçlar ormana...

"Yaşamaktı o gece olan biten... Yaşamak insan gibi, direnmekti insanca... Yani akrep gibi yaşamanın ne anlamı vardı değil mi ama..."

Güzel oldu... İyimserim Dostlar diye bitti konser... Islıkla karıştı havaya... Tencereler tavalar sonrasında... 

Sanki o anda durdu zaman, sanki iyimserdi bütün bir dünya...
Sonra yürüdük bir uzun yol boyunca... 
Sonrası alkışlar, 
sonrası aydınlık, 
sonrası yarınlar... 

Sonrası Moskova'da bir kış günü

Yüzüne yılbaşı ağacının telli pullu
aydınlığı vuran çocuk,
belli, bilmiyorum neden, ama belli
yaşayacak benden iki kere çok.
Kosmosa filan gidip gelecek. İş bunda değil.
Yeryüzünde görecek mucizenin büyüğünü :
tek insan milletini pırıl pırıl.
Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi...




03 Haziran 2013

Oradaydım



Biraz babam için oradaydım, biraz annem için... 
Biraz doğa için oradaydım, biraz özgürlük için... 
Biraz dayanışma için oradaydım, biraz karşı koymak için... 
Oradaydım.
Orada bir insan olarak dimdik durmak için... 

 #direngezi #bubirsivildirenis







görsel / google_direniş

03 Mayıs 2013

Maraz



Bu sabah her zaman ki gibi bir sabah olmasını çok isterdim ama ne yazık ki değildi... Akşamından belliydi sabahımın iyi olmayacağı... Sesim küçülmüş, enerjim düşmüştü. Üstelik senaryo yazmaya meraklı kafamın içinde dolanan cümlelerden kırbaç yapsam tilkileri bile kovalardım ama dedim ya enerjim yoktu böyle şeylere. Onun yerine köşe koltuğuma oturup bekledim. Bir süre sonra çalan telefondaki ses enerjilerini sevdiğim, birlikte olmaktan çok keyif aldığım ne hikmetse uzun zamandır bir araya gelemediğim arkadaşlarımdı, üstelik benim mahalleden geçerken sesimi duymak istiyorlardı. Ufaklığa park sözü verdikleri için onlar gelir gelmez parka doğru yol aldık. İki yaşında bir beyefendiydi karşımdaki, elimi uzattım "iyi akşamlar" dedim. Elini uzattı ve "İdi vidi" dedi. Akı babasının adıydı. Sıklıkla ona seslenip bu hiç de alışık olmadığı mahallede gördüklerini heyecanla babasıyla paylaşıyordu. Yürüyüş parkuruna gelince beraber koşmaya başladık. Enerjim yerine geldi. Hayatın mucizelerinden biridir çocuklar... Kaydıraktan tek başına kaymayı istediğinde saymaya başladı... "bir di al be ü" yani "bir, iki altı, beş ve üç" önemli olan üçtü adına yakışır bir şekilde "poyraz" gibi uçtu. 

Eve döndüğümde sehpa üzerinde duran telefonumda cevapsız bir çağrı gördüm: ruh annem de koşup gelmişti o gece... Biraz sohbetten sonra "ailenin davetiyeye ihtiyacı yoktur" dedim. " Geleceğiz elbet". Gülümsedim. "Sahi ne zaman büyümüştü de evleniyordu bizim mahallenin ufaklığı"

Gece uykum uyku değildi, ama neydi diye sorarsanız da bir cevabım yok. Sabah gri bulutları uyandım. Güneşe iyi geliyordu ama dedim ya bu sabah her zaman ki gibi bir sabah olmayacaktı. Uzun süre yatakta debelendim ve kahvaltı etmek fikri ile yataktan çıktım. Duş, hazırlık, kahvaltı derken saat geldi. Ayaklarınızın geri geri gittiği bir ilişkiniz varsa durma vakti gelmiştir aslında. Ama hayat durdurmaz sizi, bekleyen faturalar, borçlar, sorumluluklar biraz daha dayanayım demenize sebep olur. İşe koyulmak üzere merdivenleri teker teker indim... Üçer üçer geri çıktım. 

Otoparka gittiğimde parke taş üzerinde yatan iki kedi yavrusu gördüm. Hemen yanlarına gittim ve birinin çoktan ölmüş olduğunu fark ettim. Diğer kedi kafasından darbe almıştı ve kulağının çevresinde kanlar vardı. Nefes alıyor ve ağlıyordu. İş yerinden arkadaşım zaten öleceğini onu orada bırakmamız gerektiğini söyledi. Arabaya doğru yöneldim ama içime sinmeyince bagajda bir şeyler aradım. Ayakkabı kutusunu boşalttım ve bir torbayı eldiven yapıp kediyi kutuya koydum. Yol boyu ağlayan kediyi üniversitenin hayvan hastanesine yetiştirdim. Gerekli tedavileri yapıldıktan sonra belediyeye gönderiliyormuş. Bilmem hayatını kurtarmakla iyi mi ettim. Hani derler ya iyilikten maraz doğar... İşte ben orada biraz tereddüt ettim. 










11 Mart 2013

Mart Kapıdan Mı Baktırır Sadece



Siz onu tanır mısınız bilmem, ama ben izninizle ondan haberdar olmamı sağlayana bir selam göndermek isterim: Selam olsun sana ey güzel yüreği kahverengi gözlerinde ışıldayan adam. Nasılsın sahi? Ben iyiyim. Şükürler olsun ki, bazen hiç olmadık bir yerden vurduğunda hayat ağlamadan sızlamadan, durup bakmayı, yüreğimden geçenin ne olduğunu anlamaya çalışmayı öğrenmişim. Payın var bunda da, daha nicesinde olduğu gibi. Teşekkür ederim. 

***
Aklım ne zaman karışsa, yüreğim sıkışsa, boğazımda bir düğüm ne zaman beni nefessiz bıraksa... şarkılara sığınırım ben. Fal tutarım şarkılardan kendime... Bir de garip gelecek biliyorum ama fal bakarım olur olmadık zamanlarda... Fala kanma falsız kalmadır bu noktada inandığım cümle. 

***

Sabah erkenden bir kahve içtim. Selçuklu mutfağından örnek bir tabak denedik öğle yemeğinde, sabah içilen kahve kapatılmış vaziyette kaldı bir yerlerde. Kısmete ne çıkmıştı acaba... Odama döndüğümde bir şarkı tuttum kendime: Sıla / Zor Sevdiğimden 

"Niye gidemiyorum biliyor musun? Çünkü emek verdiysen zor
Meydan okuma öyle hemen, Dur neden diye sor
Niye susuyorum anlıyor musun? Çünkü anlattıkça zor
Bükme dudağını, Hemen otur o zaman hesabını sor
Çok sevdiğimden değil zor sevdiğimden
İyi günde burdasın dar günde yoksun neden

Güler ömür ağlar ömür
Farkında olmayız geçer ömür"

***

İnsan yüreğinin acıdığı zamanlarda daha da acıtmaktan ne zevk alır bilmiyorum. Eskiden çok eskiden çektirirdim bu işkenceyi kendime... Günler sürerdi acıdan sıyrılmam. Öyle dibe vurdururdum kendimi,, dip ne kadar dip anlamazdım bile... Ama büyüdüm. Büyüdüm ve kendimi daha fazla acıtmamak için şarkılardan fal tutmaktan vazgeçtim. 

***
Gazete okumayı denedim. Olmadı. Rapor yazmak için kafamın yerinde olması lazım ki... Kafa bugün bedende değil. Dolandım durdum bloglar arasında ne buldumsa aradığım değil... Sonra birden aklıma düştü: İrem Su... ne diyordu kim bilir mart ayı için... belki aradığım cevaplar tam da oradaydı... evraka misali bir gülümseme yüzümde. Google sağ olsun. 

Kişisel tarihim gibi mart ayı... Bana özel yazılmış gibi... Aradığım soruların cevapları gibi... Yok valla daha fazlası... Altını çizdim zaten aradığımın, belki de başından beri bildiğimin... Hani söylemek istemez ya insan bazen kendine bile... hani en büyük yalanı kendine söyler ya insan yeri geldiğinde... Öyle işte!


"Bir yolun sonunda veya bir kapının önünde Mart ne diyor bize ?

4 Mart tarihi Temmuz 2012 ve civarında adım atılmış, yürürlüğe konmuş, ancak daha sonra kafamızı karıştırmış, tekrar düşünmemize neden olmuş meseleleri hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kafamızı karıştırmasına izin vermeden akıllıca gözden geçirmemiz gerektiğini gösteriyor. Özellikle geçtiğimiz 15 Şubat tarihinden bu yana yaşanan gelişmeleri de tekrar dikkatli bir şekilde ele almamız gerekiyor..

5 Mart tarihi içinde bulunduğumuz meseleleri, durumları, ilişkilerimizi, hassasiyet içinde aşkın derinlikli olarak ele almamızı sağlarken, aslında bize zayıflıklarımızı hatırlatarak bunları tedavi edebileceğimizi gösteriyor. Yeter ki, biz kendimize özen gösterelim. Bunları kabul edelim.

7 Mart tarihi güçlendirici, gözlemde bulunmamızı sağlayıcı, kuvvetlenmemiz için bize destek oluca ve geçmiş ile gelecek arasındaki her şeyin aslında yaşadığımız anda gizli olduğunu gösteren bir ışık gibi.

8 Mart tarihi 27 Aralık 2012 ve civarında yaşanan, derlenip toparlanmaya çalışılan, güçlenmek adına odaklandığımız büyüme, gelişim anlamındaki her durumu tekrar ele almamızı sağlarken, aslında ilik-düğme misali birbirine uygun veya uygun düşmeyenleri fark etmemizi sağlıyor.

10 Mart tarihi Geleceğimizi doğru şekilde çizebilmek için geçmişe bakmayı ihmal etmememiz gerektiğini işaret ediyor. Yapıcı düşünmek ama her türlü olasılığı da gözden geçirmek lazım.

11 Mart tarihi çiçeğin tomurcuk hali açmaya hevesli,,biraz sabırsız ama öyle güzel ki, insan umutlanıyor, insan huzur buluyor insan hayatla barışmanın keyfini sürüyor...

12 Mart bir heves, bir telaş olmalı, olacak amacım bu, koşacak bu yürek ona ulaşacak...

14 Mart tarihi derinlemesine düşündüğümde hayallerimi ve farkında olduğumda gerçeklerin huzur buluyor ruhum, hayata umutla sarılıyorum... evet ben ne yaptığımı biliyorum, gelişmeliyim, büyümeliyim, ona göre kendime bir yol çizmeliyim... ne esiriyim bir şeylerin ne de çaresizim.

20 Mart işte ben işte yeni bir hayat..bir çocuk gibiyim hevesli...kendime güvendiğimde kazanacağım çoktan belli....

22 Mart değişime açık olanlar.. değişimden yana olanlar... hadi bakalım gösterin kendinizi artık durmak zamanı değil..duygular coşmuş, aşk kaygısız bir çocuk gibi, rota belli ise tam yol ileri... Belli değilse hala

27 Martı beklemeli, şaşmamalı terazi, anlamalı olan biteni...dengeli mi dengesiz mi ?

28 Mart tarihi 12 Şubatta yaşananları, düzeltilememiş olanları, karşımıza çıkanları, kafamızı karıştıranları tekrar ele almamızı sağlıyor.

29 Mart tarihi ayağım gaz pedalında hayatın, artık durmaya yok niyetim... Ah şu kafamı bulandıranlar olmasa işim daha kolay olurdu ama!

31 Mart tarihi ne olacaksa olmalı artık yenilenmeliyim.... işlemeyeni tamir etmeli, yolumu çizmeliyim..."






05 Mart 2013

Derde Bak Diyebilirsiniz, Özgürsünüz!

Sanırım hayatın akışını yavaşlatmakla ilgili bir derdim var. 22.Kasım.2012'de Evrenin Dünyasına yazdığım yazının başlığı ile 20.Şubat.2013 tarihinde Kazara Yazara yazdığım yazının başlığı kelimesi kelimesine aynı ve ne ilginç ki ilk iki paragrafları da... Ve daha ilginci bu örtüşmeyi, bugün "değer" kelimesini blogumda arattığımda fark ettim. Hafızam, Evrenin Dünyasına yazdığım yazıyı silmiş ve anladığım kadarıyla yaklaşık 3 ay sonra hızımı kesemediğim için yürek gene kaleme gelmiş.

Mesela ben hızlı yemek yerim, belki de bu yüzden yediğim yemek bir tat bırakmaz bende, -yani bırakır tabi damak lezzeti gelişmiş bir insan olmasam bu halde olmazdım değil mi? ama yine de nerede ve kiminle bağlamı daha bir akılda kalıcılık sağlar bana- hal böyle olunca yemekten çok mekan seçiyor olabilirim. Yani anlayacağınız hafızama kazıdığım güzel anıların güzel mekanları oluyor ve ben yemek yemek için oraları seçiyorum. Ve her halükarda yediğim yemekten keyif almayı beceriyorum. 

Haftasonu üç güzel mekana yaydık sohbetin koyuluğunu, dostluğun derinliğini, gülmenin hafifliğini... Kahve için vazgeçilmezim İstanbul Modern bir taşla iki - üç kuş vurmanın en güzel yolu... Öğle yemeği kaçamağı bu sefer Taksimde; yaşı yaşıma uygun Şimşek Karadeniz Pide Salonunda; pastırmalı, kavurmalı, yumurtalı pide ile... Ve akşamına bir boğaz klasiği olan Yeniköy'de Alekon'un Yeri Deniz Park'ta aldık soluğu... Ama ne soluk! Yazar Ali Rıza KARDÜZ'ün kaleme aldığı gibi;

"Terasın altı deniz, önü deniz... Yanı deniz... Arkada ahşap, tarihi bir bina... Yeniköy iskelesine yanaşan dolmuş motorları, şehir hatları vapurları, boğaz trafiği, mis gibi yosun kokusu.. Gerçekten İstanbul'da örneği bulunmayan, son Rum Lokantası'dır Aleko'nun yeri..."

Anlayacağınız yine çok güzeldi İstanbul. Yine aşk kokuyordu patlayan bahar dallarında. Bir ara dalmışım derinlere, aşk olsan çekilmezsin be İstanbul derken buldum kendimi...  Ama sonra öyle bir an oldu ki; öyle bir aşksın ki, gözüm kör, kulağım sağır yaşananlara deyiverdim bir solukta... Oysa en çok o acıttı beni, en çok o heveslendirip kursağımda bıraktı ne varsa... Ah İstanbul! Üzerine şarkılar, şiirler, romanlar yazılmış kent... Sen nasıl da güzelsin her köşe başında, nasıl da özel senin kaldırımların, gün batımların ve rüzgarın... Denizinin kokusu bir başka mesela... Peki ya erguvanlarına ne demeli... Mimozalarına... Adalarına ve vapurlarına...

Bu sefer aklımda kalansa; Kariye Müzesinin iç narteks güney kanadı, doğu lunet duvarını kaplayan mozaik tasvirde Kariye’nin Deesis sahnesiydi... Ayakta duran Tanrı Anası Meryem insanların günahlarından arınması için üzgün bir şekilde dua ederken ayakta olan İsa’nın sağında betimlenmişti... Yüzünde gene o bildik mahzun ifadeyle...

İnsan ve günah... Dua ve bağışlanma... Aşk ve ölüm...

Hikayesi 4. yüzyıla dayanan Khora'yı bir de masalsı bir anlatımla sunacak sanat tarihi meraklıları gençlere denk gelirseniz keyfini uzatacağınız bir gezinin unutulmaz mekanı olarak hafızanıza kazıyacağınız Kariye Müzesine mutlaka zaman ayırın derim. Hele de benim gibi zamanı yavaşlatmak gibi bir derdiniz varsa, ilaç gibi geleceğine eminim. 












08 Şubat 2013

Hükümet Kadın Üzerine



Sıkıcı geçen bir günün ortasında "akşama bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biriydi sinemaya gitmek. Hem öncesi de gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Alışveriş ve yemek

İş çıkışı rujlar tazelendi ve çıkıldı yola. Ah o sıkıntılı iç sesler nasıl da yansıyordu iki kadının suratına... 

Sinema önerisini getiren ben, başladım hikayeden aklımda kalanları anlatmaya: Havamız değişecek ya...

"8 Çocuklu Midyatlı bir kadını oynuyor Demet Akbağ, kocası Midyat Belediye Başkanlığı yaparken zamansız ölüyor. Babadan oğula geçecek olan Başkanlık, erkek çocukların çekişmesi nedeniyle anneye kalıyor ve böylece Midyatın kaderi değişiyor. Okuma yazması olmayan kadın Midyat Belediye Başkanı oluyor. Köye su getirmeye yemin ediyor, bu uğurda okuma yazma bile öğreniyor. Darbe ile de görevden alınıyor." 

Beni "hı hı" sesleri çıkartsa da dinlemiyor farkındayım ama dedim ya amaç havayı değiştirmek, o yüzden o beklediği soruyu bi türlü soramıyorum aslında. "Boşver hadi düşünme, kahve içerken anlatırsın..." Gene bir "hı hı" ama bu seferki biraz daha kısık bir ses tonuyla...

Hemen en üst kata çıkıp sinema biletlerini alıyoruz. Şimdiki dert ne yesek... Çok da aç değiliz ama... O zaman şöyle bir vitrinlere bakalım. Bakıyoruz... Canlar sıkıntıda... Burun kıvrılıyor her bir detaya... 

"Bu güzelmiş ama rengi benim rengim değil. Aaaa bak bu tam bana göre... Tüh, bedeni kalmamış iyi mi... ben hırka alacaktım ama böyle uzun olsun, kalın olmasın ama rengi de bi güzel olsun... "

Vazgeçiliyor alışverişten falan... Zaten yorgunluk sarıyor bedeni sıkıntı işin içine karışınca... Oturuluyor bir masaya, başlıyor ne yesek sorunsalı... Onu yesek... Ihıh... Bunu yesek... Ihıh... Bak şu açılmış... Hı... Olmuyor yemek de bizi mutlu etmeye yetmiyor, havada asılı kalan iç ses dönüp dolaşıp geliyor, masanın baş köşesine kuruluyor. 

Saat yaklaşıyor. Tuvalete bilmem kaçıncı kez gidiliyor. Sinirler hâlâ gergin. Filmin güldürmesine ise giderek daha büyük bir umut yükleniyor. Perde kapanıyor... Mardin uzaktan beliriyor... Xate hatun demek...   O da uzaktan beliriyor. 

BKM'nin politik alt yapı üstü güldürürken sosyal içerikli mesajlarımı da vereyim "sinema dili" ni sökenler için film öyle şaşırtıcı bir başlangıç sergilemiyor. Hatta sonuna kadar Türkiye'nin temel bir kaç sorununa neredeyse klişe denebilecek göndermeler yapıyor ve mesajlar üretiyor. Kültürlerin buluştuğu Mardinde klasik bir yağmur duası karakterlere ilişkin ip uçlarını vermek üzere seçilmiş gibi duruyor. Başlarken güldürmek istiyor ama doğrusu bende sadece dudak kıvrılması oluşuyor. Filmin ilk sahnesi; genel olarak film için tebessüm ettiriyor demek için erken olsa da, "güldürmek" üzerinden başarı grafiğinin düşük olacağının da habercisi oluyor. 1957'den 60 darbesine kadar geçen süreden bir kesit sunmayı hedefleyen senaryo çokça cılız kalıyor. Demek Akbağ'ın yüzünde bir türlü anlam veremediğim bir durum (mimiklerdeki fazla gerginlik) filmin zaten akıp gitmekte zorlanan yapısına biraz daha zorluk katıyor. Senaryonun ilerleyen zamanlarında mantıksal bir takım hatalar da fazlaca göze batınca ve hatta bazı sahnelerde sırf biraz daha güldürelim diye olmadık ayrıntılar eklenince,  film seyirlik olmaktan çıkıp, e para verdik bari sonunu da görelime dönüşüyor. Sermiyan Midyat oyunculuğu üzerine söylemek istediğim bir kaç şey var, ilk defa seyrettiğim bir oyuncu olarak bende bir kez daha denk gelmeliyiz hissi uyandırdı ve oynadığı karaktere yüklediklerini sevdim. Öykünün içinde verilmek istenen mesajlardan bence en insancıl ve en güçlüsünü de buraya yazıp film ile ilgili notlarımı burada sonlandırayım: Beyaz siyahla güzel... Siyah da beyazla... 

Filmden çıktığımızda sanki biraz daha yorgunduk...

Neredeyse sıkıcı geçen bir gecenin sonunda "haftasonuna bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biri oldu "rakıya gitsek". Üstelik bu teklif gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Şarkı söyleyerek ufunetini dağıtmak... Plan ayak üstü yapıldı. Tarih kesindi, yer ise nasıl olsa bulunurdu. 





07 Şubat 2013

Geçmişin İzinde

Geçmişin izinde bir gün sürüyorum sabahtan beri... İlk karşıma çıkan 2010 yılı Şubat ayından Oyun Arkadaşı oluyor... Okuyorum: ben mi yazmışım bunu...

"Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuyruğu saçlarını."

Zaman akıp giderken ve hayaller hatıraları kamçılarken çıkıveriyor karşıma 2009 Nisanında yazılmış Zaman.

"Sığınmak istiyorum sıcaklığına ve yitip gitmek yüreğinde... Ki o yürek en güzel kelimeleri seçip gülümsetmişti, bir umutsuzluğun içinde yitip gittiğimde beni. Hafif kızgın, biraz şaşkın, çokça anlamış halini sevmiştim de bir şey söyleyememiştim üzerine."

Geçmişe dönüp de okumaya başlayınca insan, ne çok çiçek açıveriyor gönlünün toprağında, ne çok gülümseyeceği şey oluyor. Dileklerinin gerçekleştiğini de görüyor, umutlarının solduğunu da... Ama gariptir ki yüzümde hep bir gülümseme... Bir Kapıyı Açanı Olmalı İnsanın  bu duygularla okuduğum bir yazı oldu nedense...

"Köşe bakkala giderken, ışığı özellikle açık bırakıyorsun. Televizyonu da... Yanan ışığınla ve televizyondan gelen seslerle çoğalttığın yalnızlığına adım adım yaklaşırken, elindeki anahtara bakıyorsun, bir anahtarın olduğu için mutlu olsan da çoğu zaman, bir kapıyı açanı olmalı insanın biliyorsun."




Sen hiç aralanan bir kapıdan
baktın mı uzağa
yakını görerek
biraz ürkek
biraz telaşlı
biraz meraklı 

baktın mı yakına 
her adımda geleceği düşleyerek


Ve hemen ardından gelen resim ve yazı götürdü beni geçmişin güzel bir dönemine... 

Bu sabah seyrettiğim programda Aret Varyantan şöyle diyordu telefonla bağlanan bir izleyicisine: Niyet önemlidir. Bu benim sıklıkla söylediğim bir cümledir. Niyet varsa durumu yeniden değerlendirmek gerekir diye devam ediyordu sözlerine. Kadın izleyiciden gelen soru şuydu: Bir insan hem en doğrunuz hem en yanlışınız olabilir mi? 


Tanıdık gelen kelimelere farkındalığı daha yüksek oluyor insanın... Kulak kabartmaktansa dikkat kesilmeyi tercih ediveriyor insan. 


"Ruhu ruhuma uygun diyorsunuz, beklediğim adam diyorsunuz, bunlar sizin doğrularınız, yanlış dediğiniz şeylerse koşullar... Niyetiniz bu adamla birlikte olmaksa, hemen şimdi duygusundan kurtulup, sabretmeyi, koşulların uygun hale gelmesini beklemeyi öğrenmelisiniz. Ama unutmayın altını bir kez daha çizeyim ki, niyet önemli, karşınızdakinin çabası da niyeti de  sizin beklediğiniz sonuç ile aynıysa devam etmelisiniz"

Konuşmanın devamını dinleyemedim. Ama kendimle bu konu hakkında konuşmaya devam ettim. Belki de bu yüzden aradığım cevapları bulmak için geçmişe kısa bir yolculuk yapmayı tercih ettim... Bulduğum cevaplardan kendi adıma memnunum. Bugünü kendim için "güzel günler listesine" ekledim. 



14 Aralık 2012

Hayatla Dalga Geçmek

Bu sabah gene keskin sirke küpüne zarar halleri ile kalktım yataktan. İçimdeki öfke ile baş edebildiğimi sanıyordum ama öğrenememişim ki, bir kez daha gülüp geçmem gereken bir konuda öfkeme yenildim. Önüme kim çıksa anlattım olanı biteni, kimi saldır dedi, kimi sakin ol... Ama biri ki ne biri... O bana gül dedi... Olana bitene gül. Bu durumdan kendine bir pay çıkaracaksan bu pay gülmekten yana olsun dedi. İyi ki...

Onunla konuştuktan sonra neşem yerine geldi, güneşlerin açtı, içime bir bahar coşkusu doldu. Kafamı uzattığım bir ofisten bir ses "oooo abla, bak kongre var, 23'üne kadar bir iş yapmak yok, bu kongre hazırlığında olmanı istiyorum" dedi. 

Gülümsedim, bunu diyen hayli deneyimli bir profesördü ve yaşı benden epeyce büyüktü. Hani yolda görsem "merhaba amca" diyecek kadar... Bu durum beni daha da gülümsetti. 



Alt kata gidip içimi günlerdir sıkan yöneticime kocaman gülümsedim... Şaşırdı, o kadar şaşırdı ki, cümle kuramadı ve şöyle dedi; "ben anlatamadım ama siz anladınız sanıyorum" 

Gülümsedim, hem de kocaman... Bunu diyenin bir kaç gün önce elleri göğsüne kavuşmuş konuşma tarzı geldi gözümün önüne... Ve bugünkü kelime kuramayacak halini düşündüm, dönüşümde içimdeki pozitif enerjinin büyük etkisi vardı ve bunu bilmek beni daha da gülümsetti...

Yukarı çıkarken bir ofisten gelen "Evren Hanım, bir dakika bakar mısınız" sesi ile irkildim. Kafamı uzattığımda beni ayak sesimden tanımış olan eski yöneticime gülümsedim, yanında oturan -biri diğerine göre daha kokoş olan- kadınlara da... Kadınlardan biri cam ve seramik sanatçısı bir diğeri de atölyenin bağlı olduğu şirketin yöneticisi imiş... Sanatçı olanla bir sohbet bir fikir alışverişi... Kocaman gülümsemelerle başlayıp, kahkahalarla devam ediverdik... Sanatçı olan atölyesine davet etti, "o kadar pozitifsiniz ki, sizinle güzel işlere imza atabileceğimizi hissettim, lütfen beni atölyemde ziyaret edin" 

Gülümsedim; bunu diyen bir sanatçıydı, bir insandı ve en önemlisi paylaşınca çoğalmanın anlamını biliyordu... Bunu bilmek beni daha da gülümsetti. 

Geçen gün deftere karaladığım;

"küçük işlerin insanlarına büyük sorumluluklar verince sonuç hep saçma sapan oluyor" lafının altına

"gülümsemek bir anahtardır, hayatla dalga geçmeyi öğrenirsen, o seni hep gülümsetir" yazdım.

Bunu yazmak beni daha da gülümsetti...

Gülümseyen yüzünüz eksik olmasın demek istedim.





görsel / deviantart

26 Kasım 2012

Rakı İçmenin de Bir Adabı Var Elbet! de Kime Ne?


Benimkisi pazartesi sendromu değil, bildiğin bir iş tatminsizliği... Geçer, geçiyor. İşler durgun, bünye problemli olunca böyle oluyor. Her şeyden bir dert edinme becerisi gelip bedeni sarıyor. Sonra arayışlar, arayışlar... 

Kaç gecedir bir sofra kurup rakı içesim var. Kaç zaman oldu, bir rakı masası kurup da dost sohbetlerinde yaşamın sırlarına vakıf olmayalı hatırlamıyorum... Ama bildiğim, rakıyı çok özlediğim. 

Eskiden -yani gençken- sanırdım ki içkiyi ne kadar çok içebiliyorsan o kadar marifet, şimdiki yaşlarıma denk gelir, içkinin marifetinin sofrada ne kadar uzun kalınabildiğinde saklı olduğunu öğrenmem. Geçmiş zamanlarda bir sofra kurardım, sanırsın 20 kişilik davet var evde. Hepi topu 5-6 yakın arkadaş bir araya gelip havanda su döveceğiz: Çalıştığımız yeri, Türkiye'yi ve hatta dünyayı kurtarmakla başlardık işe, baktık işin içinden çıkılmıyor, onun bunun ilişkisine bok atar, gece ilerledikçe kendimize döndürürdük meseleleri... Hiç biri çözülmezdi... ya da biz ertesi sabah bulduğumuz çözümleri hatırlayamayacak kadar milyon dünya kafalarla uyanırdık. Öyle çok yer, öyle çok içerdik ki, ertesi gün geceden haz ile bahseden bir tane adam çıkmazdı ne yazık ki... 

Bugün dolanırken okunmamış meraklarda, Mehmet Yasin'in yazısına denk geldim: Rakı, kebapla da balıkla da içilmez... Eyvallah da rakı bir zevk meselesi, kime ne diyesi geliyor insanın böyle yazıları okuyunca. Her işi kitabına uydurduk da rakı eksik kaldı sanırsın. 

Balık ağlar denirdi bize yanında bir buzlu rakı ile içilmezse... Öyle olmadığını zamanla anladım. Damak zevki gelişmiş bir insan olarak, rakı masasına meze hazırlamak konusunda ciddi ciddi araştırmışlığım ve denemişliğim vardır. Severim. Hem hazırlamayı hem sunmayı hem de rakıya eşlik eden sohbetin içinde olmayı. Rakıyı buzsuz severim, birebir gibi bir ölçü ile çok soğutulmuş rakı üzerine çok soğuk su eklerim. Yanına su alırım, bazen suya buz kattığım da olur... Öyle her yemeğin yanına rakı içmeyi sevmem. Rakıya hazırlanmayı severim. Rakıyı beklemeyi... Yudum yudum keyfini çıkartmayı severim... Kısacası; rakıyı meze etmem hüznüme, ben rakıyı ortak edenlerdenim sevinçlerime...  

Rakı üzerine bu kadar yazınca es geçmek istemedim tatlarımı; işte ilk aklıma gelenler...
  • Mutlaka Ezine
  • İlla ki zeytin, mümkünse kırık ve bol ekşili yeşil
  • Kereviz salata ki ben elmalı ve cevizli yaparım
  • Patlıcanlı bir meze olmazsa olmazım, közlenerek yapılanıdır makbülüm
  • Yoğurtlu bir tat isterim, ya cacık ya da biber borani azıcık acısı kendinden olmalı tabi
  • Ezme şart değil ama olacaksa sarımsaklı, cevizli olmalı, Hayruş usulü
  • Denizden bir tat isterim masanın orta yerine; lakerda favorim ama börülcesine de hayır demem doğrusu, 
  • Kalamar tava ya da hakkı verilmiş bir çızlama keyif katar masaya
  • Muska böreği ya da sigara böreği açlık derecesine göre yerini alır illa
  • Kavun olmadı mandalina, elma ya da mevsimine göre kaşık ayva 
  • İlginçtir ki favayla hiç işim olmaz, 
  • Pilaki, annem yaparsa fena olmaz hani
  • Mevsimine göre bolca salatayı rokasız düşünemem mesela
Hımm, sanki zamanı gelmiş bir rakı sofrasını kurmanın, çevresine dostları toplamanın...
Muhabbetinizin bol olduğu güzel zamanlarınız olsun anı kumbaranızda biriktirdiğiniz... 
Can cana, cam cama değsin efendim... 

22 Kasım 2012

Hayatın Akışını Yavaşlatmak Mümkün mü?

Bu sabah zor kalktım yataktan... Bünyem "yapış" diyordu, "yapış yatağa, gömül içine, sar bedeni bedene"  Hayatın akışını yavaşlatmak mümkün mü gerçekten... Hani şu duadaki gibi... Tanrım beni yavaşlat! demekle yavaşlar mı hayat?

***

Dünden beri bir arkadaşımın sesi çınlıyor kulaklarımda; "biliyor musun, azalttım hayatımda ne varsa, giysilerim bir sırt çantasına sığacak kadar mesela, evde ise bir koltuk üç minder, bir yatak  iki yastık sadece, bir kaç kupa kahve için, iki kadeh, 3 tabak, bir kaç çatal, iki bıçak, bir tahta kaşık, iki boy tencere, ha! bir de tava... Az olunca geride bırakması kolay oluyor... Ne fark ettim biliyor musun, azalttıkça, çoğalmışım aslında, özgürleşmişim"




Özgürlük Üzerine*... Yazıp, düşünmeme sebep olan şey, üniversitede verilen bir ödevdi aslında. Belki de ilk defa özgürlük üzerine düşünmüş ve hatta düşünmüş birinin yazdıklarından yola çıkıp felsefik bir tartışmayı kendimle gerçekleştirmiştim. Ne kalmıştı geriye... bunu hatırlamaktan başka. 

***

Andre Gide; "açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez" der. Cesaretli olmaktan bahseder. Kendi becerilerinin farkında olup da sırf cesaretsiz olduğu için başaramamış insan çoktur. Çevrenize bir bakın, çok da insan sarrafı olmaya gerek yoktur. Onları hemen fark edersiniz. Farklıdırlar, genel bir hoşnutsuzluk hakimdir bakışlarında: kendilerini kendilerine dert edinirler. Sorun çözmek noktasında başkalarına oldukları desteğin onda birini kendilerine olsalar... olamazlar. Hayata karşı alaycı olsalar da, iç sıkıntılarından kaynaklı yükleri, bedenlerinden taşar; sık hasta olup, bol hayal kurarlar. 

***
Hayaller bir süre sonra yük gibi gelir insana, duvar olurlar zamanla. Katı, yüksek, geçilmez... Yükleri arttıkça duvarları çoğalır insanın. Duvarları kalınlaşır, yükselir, koyu renkli, kaba bir yapıya dönüşür. Dünyası küçülüverir insanın. Gitgide kendine sığınır. Kendinde yaşar. Tüm kapılarını, pencerelerini teker teker kapatması bu yüzdendir. Boğulma hemen bundan sonra başlar: genellikle duvarların üstüne üstüne gelme hissi ile eş zamanlıdır. 

***
İnsanoğlu küpüyle doğar... Dertleri biriktirir küpünde, insanları, bakışları, başkasının değer yargılarını hatta üzüntülerini, sıkıntılarını büyütür. Mutluluk nedense hep küpün dışında kalandır. İnsanoğlu bir avuca doğar...   Ve o avuç kadar bir dünya kurar kendine. Ne çok severim o avuçtan taşıp da yepyeni şehirleri, insanları, sokakları, trenleri, çiçekleri, bahçeleri, barları, denizleri, gölleri, göçmen kuşları kendine dünya edinen gezginleri ben... Bir sırt çantası içine sığar her şeyleri... Hayalleri bile o kadarcıktır işte. Sırt çantasının ön gözü kadar. 

***
Telefon çalışıyor: 
"Nasılsın?"
"Karışığım" diyorum... "karmakarışık..."
İçim devam ediyor saymaya: küpüm, avcum, duvarlar, sırt çantam, hayallerim, kanatlarım... cesaretsizliğim... kırgınlıklarım... Sayıp gidiyorum konuşmanın akışından kopuk. 

Kapatıyorum telefonu... Belki de kapatmadan çok önce "görüşürüz" diyorum. Hem de görüşmek istemediğim halde. 

Sesler karışıyor, kulağımda bir uğultu. Kalbimin ritmi bozuluveriyor. Gözlerim kararıyor. Kendimi karşıdaki koltuğa dar atıyorum. 
İçimdeki kavga büyüyor... Kulaklarımı tıkamak istemem bu yüzden: Kendin ol! Kendin olmaya cesaret et! 

Biliyorum; mutluluk varsa, kendimde, kendi dünyamda... 












görsel/1x.com

* İngiliz filozof ve iktisatçı John Stuart Mili (1806-1873); tarafından kaleme alınmış, insanın en değerli varlığının "özgürlüğü" olduğunu savunan eserdir.

09 Kasım 2012

Öfkeli Terazi



Bazen özellikle de işgüzar hallerde yapılan işlere öylesine öfkeleniyorum ki... tarifi yok. Bu benim sevmediğim yanım. Sakinleşmem zaman alıyor. Kasırga Sandy bile yakınımdan geçmek istemezdi eminim. Sakin kalmak benim bu yaş dönümünde öğrenmem gereken bir şey yoksa kendimi bile yakabilirim: keskin sirke ve küp ilişkisi...

***

Bu sabah bir program izliyordum, kadın dedi ki "terazi önemlidir, bir kefesine kayıplarınızı, bir kefesine şu andaki durumunuzu koyarsınız, hangisi ağır basıyorsa onun gereğini yaparsınız" Bu tavsiye her ne kadar işe yararmış gibi gözükse de, bence sakin zamanlarda yapılabilecek bir şeydir. Çünkü öfkeli bir hal bu terazinin kefe dengesini bozar. Gerçeklikten çok öfkemizdir kefeye konan ve öfke, karşı kefede ne olduğunu önemsemeksizin koyar ağırlığını. Kazanır!

***

Kazanmak nedir sahi? Ego -kazanmak, yenmek, geçmek, daha iyi, güzel, akıllı, pratik, üstün..... bu liste uzayıp gider- "en" olmak ister. Egoyu beslemek "sen"i yok eder. "Ben" olursun. Oysa ne tehlikeli bir sınırdır o "sen"den "ben"e geçiş... İnsan becerebiliyorsa "sen"den "o"na geçebilmeyi becermeli bence. "O" olursan "bir" olursun demişti Sufim bir keresinde...

***
Sufi deyince göçüp gitmek haline takıldım kaldım. Halam, aslında halamın kızı olan halam - biliyorum anlaması güç, o yüzden takılmayın siz benim kelimelerime - kanser olmuş. Onlarca yıl onkolojide hemşirelik yap, kanserin binbir türünü gör ve sonra onca hastalığın içinden gelip kanser bulsun seni... İlk duyduğumda yaşadığım şokların hiç biri yoktu bu sefer... Neden diye düşündüm, neden? Uzakta olmak, hastalığı, ölümü, çaresizliği duyarsız bir görüş ile kabullenmek mi demek? Öyle olmadığını biliyorum, benimkisi daha çok değersizleşen ömrümün - ki bunun altında yatan sebep yaşadığımız ve bildiğimiz kadarıyla dünyadaki ömrümüzün kısacıklığıdır - bir gün gelip sonlanacağı. Bütün mesele o sona nereden ve nasıl baktığımız sanırım.

***

Doktor sabah programında "yaşlanmak kaçınılmazdır, bedenimiz buna göre programlanmış, bir ömrümüz var, önemli olan o ömre sığdırdıklarımız" diyordu. Haliyle ben de o ömre sığdırdıklarıma baktım. Kendi becerilerim ve bana tanınan fırsatları göz önünde bulundurduğumda pek de başarılı bir "ürün" olduğum söylenemez. Ama elbet birilerinin "işine" yaradım. Peki ya kendimin?

***

Kendim beni doğuruyor bu nedenle bu soruyu cevaplamayacağım, ama size şunu rahatlıkla söyleyebilirim, kendi inanç sistemime göre, şükretmeyi sıklıkla yinelemem gereken bir hayatın içindeyim. Evren(im)! Ne kaos ama...

***

Kaos ve terazi... karmaşa ve denge... düzensiz, kavrayamadığımız bir hal, ağır, içine çeken ve ölçtüğümüz, bir değer üzerinden yorumlar yaptığımız, haktan-adaletten yana olduğumuz düzende kusursuz olduğunu varsaydığımız...

***

Öfkeli bir terazi... Kalibrasyonsuz bir tartı... Yarınını etkileyecek bir seçim... Oysa nefes almayı önerse şu meşhur insanbilimciler... sosyologlar... koçlar... yaşam pınarları... Nefes almayı ve önce "sakin" olmayı... Nedir insanın terazisi... Vicdanı mı? Ne kadar hassas, ne kadar doğru ölçebilir ki insan vicdanı bir durum karşısındaki tavrını...

***
Tavır, meyldir... Kendiliğinden... Kendini belirleyen nedir? Genetik kodları, doğup büyüdüğü kültür, aldığı eğitim, sosyo ekonomik durumu falan filan diye uzar gider bu liste de... İşimiz hep listelerle... Benim kafamsa hala şu terazinin bir kefesinde...

***

Uzun lafın kısası ne demeyin, kafam karışık, kaotik bir durumun orta yerinde elimde bir terazi, duruyorum öylece... Öfkeme yenik düştüğüm zamanlarım olsa da... Sabır! Ne büyük meziyet... Ama öğreniyor insan... Çaktırmadan tartıyor... Bağırmadan meyl ediyor... Söylenmeden düzenini kuruyor... Bazen kaos bir insanın nefes alması için kurduğu düzene dönüşüyor... Sonra yorulduğundan olsa gerek duruluyor, kaotik gri bulutlar dağılıyor, terazi dengesini buluyor. Yüzde bir gülümseme, ahkam kesecek hala geliyor. Ego mutlu mesut yükseliyor. Bir sonraki dalga onu dibe çekene, kıyıya vurana ya da bulutlara çıkarana kadar, insan kendini kendinin evreni sanıyor...

***

Oysa büyümeli insan, büyüyebilmeli düşe kalka... Bazen bizi düşüren kaçındığımız bir hastalık, içinde bulunmak istemediğimiz bir durum, asla taşıyamam dediğimiz bir duygu bile olsa... Çünkü büyümek sanrıları aradan kaldırıp aynalarla yüz yüze gelmek demek. Gerçeğinle yüzleşip, sonunla helalleşebilmek... Son derken, göçüp gitmeyi kast etmiyorum elbet... Göçüp gitmeden sona geldiğini düşünür ya insan bazen... Bitti der ya... İşte tam da o noktada takılı kalıyorum bazen... Ve sesi açık, görüntüsü uzak kara kutudan bir ses yükseliyor sabah erken:

- Sonunda bitti!
- Hiç bir şey sonsuza kadar bitmez*







görsel / deviantart
* House dizisinden bir replik...

29 Ekim 2012

Nur Topu Gibi Ayakta

İnsanın bazen nur topu gibi bembeyaz bir kedi olası geliyor:
Eski bir evin önünde,
boyaları yer yer dökülmüş  bir duvarın hemen dibinde,
dönmüş yüzünü güneşe...



İnsanın bazen dimdik ayakta durası geliyor:
Yer yer yıkılsa da çehresinden,
yan bahçesindeki kaktüsler kadar caydırıcı bir güzelliğe sahip olmak istiyor,
ön bahçesindeki ağaç kadar görkemli,
hemen sokağı dönünce karşısına dikilen kale kadar heybetli,
yan evin bahçe duvarından güç alan begonvil kadar narin...




Her şeye rağmen nur topu gibi ayakta durmak istiyor
Cumhuriyet gibi...

22 Ekim 2012

Bir Kuşak Emmanuelle


Aslında haberi okumadan önce de biliyordum adını, filmin kült filmler arasında anılması bir yana şurada okuduğum yazıdır aklımda kalmasına sebep. Ölüm haberi ile gelen tweet bombardımanı ve  "ya bizimkiler...  biz asıl onlarla büyüdük" nidaları etrafında dönen sohbetler ve uçak fantezilerinin ve bambu koltuk efsanesinin unutulmaz masum yüzü... Sylvia Kristel

***

Gazetelere göz gezdirirken, köşe yazarlarına ve magazin sayfalarına üstün körü bakınırken çalan telefon:

- Babamı gördüm dün gece rüyamda, "ben seni ne kadar çok seviyorum biliyor musun" dedi...

Telefonu kapattıktan sonra, size anlamsız ve komik gelebilir ama onlarca adamın rüyalarını süsleyen kadının bir adamın rüyasına girip de "ben seni ne çok sevdim" deyip demeyeceğini düşündüm... Bi adamı o kadar çok sevip sevmediğini.

***

Ölüm, gözlerinin feri gittiğinde buluyordu insanı... Yoksa gözlerinin feri gidince mi gelip çörekleniyordu bakışlara...

Kapı çaldı... Ağlamaklı gözleri ile girdi içeri:

- Annem çok hasta, ama ben inanıyorum iyileşeceğine...

Ölüm, umudu kesince mi gelip buluyordu insanı... Yoksa ölüm gelince umut mu kalmıyordu insanda.

Dün akşam izlediğim bir diziden bir replik takıldı aklıma:

- Ölüm en çok yaşayanı yıpratır.

***

Gençtim, okulun merdivenlerinde durmuş, hayatın ne kadar uzun ve anlamsız olduğunu düşünüyordum. Belli ki, üniversite hayatından umduğumu bulamamıştım. Yaslandığım duvarı bile bugün gibi hatırlarım. Etrafıma bakınmış ve şöyle demiştim:

- 48 yaş bence iyi bir yaş... O zamana kadar yaşayayım. Sonra ölüm bulsun beni. 

20li yaşlarımın başında bir o kadar daha yaşamanın yeteceğini ummuştum. Fazlası fazla gelmişti. Şimdi 40lı yaşlarımın başındayım. Anlaşma yaptığım yaşa şunun şurasında 7 yıl kaldı. Oysa yapmak istediklerim, 7 yıla sığacak gibi değil. Yeni bir anlaşma vakti geldi.


-  Yapacaklarımı yapma fırsatını tanı... Yaşımın önemi yok, o fırsatları gerçekleştirecek kadar dinç olayım, aklım yerinde olsun. Sonrası... Sonrası, sen ne dersen o! Ama iyi de... İyi olayım, aşkla kalayım. 








görsel / deviantart

16 Ekim 2012

Okumak Düşünmek

Okuyoruz ama düşünmüyoruz dedi... Düşündüğümüz gibi okuduğumuz için de gün geliyor şaşırıyoruz...

***

O, bir hukuk müşaviri ile yaşadığı sıkıntıyı anlatıyordu, ben hayatı okumakla ilgileniyordum. Bu sabah, pek çok sabah ki gibi, iyi bir dinleyici değildim. Başımla onaylıyor, arada bir hı hı hı diyor, muhtemelen de boş gözlerle bakıyordum. 

***

Hayatı okumak... Beni geçmişe götürdü. Geçmişin satır aralarına, sonra ideanın "geçmişi teslim etmeli geçmişe" cümlesine... 


görsel / idea'dan

Oradan Kırmızı Gün/lük: Zamanla Geçer / mi? yazısı düştü aklıma... Gökyüzü gerçekten de çözüm mü? İnsan çukurun dibini görmeden zıplayamıyor bazen. Belki de sırf bu yüzden bırakmak gerek kendini. Nasıl olsa hafifleyince çıkarsın gene gerisin geri. 

***

Dün seyrettiğim bir programda diyor ki uzman kişi, "adam seni aldatmış, dövmüş, gecelerce eve gelmemiş... Daha ne bekliyorsun, sonuç belli." Bu cümledeki kadar basit mi hayat. Herkes bırakıp gider mi? Gidebilir mi? "Çevreye hapsolmayın" diyor, uzman. "Kendiniz için yaşayın. Kendiniz olun. Bırakın eller ne derse desin." "Kendi hikayenizin kahramanı olun..." diye de ekliyor. Herkes kahraman olursa, figüranlarla zenginleşen hikayeler nasıl yer bulacak gerçek yaşamda kendine. 

***

Her bir kişi ayrı bir deniz derya; yüzmesini bilene... Herkesin yaşamını yazsan roman olur... Hepimizin yaşayacağı bir hikayesi var. Önceden yazılmış diyen de var, ben yaşarken yazıyorum diyen de... Kararlarımı ben alırım diyen de var, sen ne karar alırsan al gene dönüp dolaşıp yaşayacağını yaşarsın diyen de... Yaşamak öyle hafife alınacak bir şey değil deyip, sırtında yükleri ile yola devam eden de var, yorgun düşüp omzunda ne yük varsa bırakıp giden de... Yaşamı o kadar da ciddiye almayacaksıncılar bunlar...

***

İlkokulda okuma yarışmaları düzenlenirdi... En kısa sürede en çok kelimeyi okuyana da bir kurdele takılırdı. Hatırlarsınız. Yani ben yaşlardaysanız mutlaka günün sonunda bir kurdele takılmıştır yakanızın bir köşesine... Oysa keşke okuduğunu anlayana, anlatabilene verilseymiş kurdele... Herkes okuduktan sonra tartışsaymış, anlasaymış; herkes okur ve farklı algılayabilir diye... Görseymiş aynı kelimenin benzemez yaşanmışlıklarda farklı etkiler doğurabileceğini... 

***

Hayatı okuyoruz hepimiz, dilimiz döndüğünce... Aklımız yattığınca... Hepimizin aynı hayatı aynı kelimelerle okumasına rağmen, farklı sonuçları doğuracak kararları alması bu yüzden belki de...

***

Kimine geçip gidiyor zaman, kimimizse zamanın tam içinde... 



10 Ekim 2012

Hak/sızlık


Telefonu kapatıyorum... Ne olup bittiğini meraklı gözleri ile dinlemeye hazır olan arkadaşıma durumu bir iki cümle ile özetliyorum, sesim daha çok yağmur yüklü bulutlar gibi gri çıkıyor... Şimşekler henüz çakmadı... Sakince susuyoruz. Birden ve ilk önce arkadaşım patlayıveriyor: haksızlık, bu çok büyük haksızlık...

Sesim çıkmıyor, yağmur yüklü bulutlarla kaplı gülen yüzümde güneşin bir pırıltısı dahi yok... Durdun, koyu, kopkoyu bir denizim... 

Düşünüyorum, olanı, biteni... İnsan kendi çakıl taşlarını kendisi koyuyor; sağa sola... Hayat o çakıl taşlarından yollar yapıp, gittiğini sandığın onca yolun başına geçmiş seni gülerek bekliyor. Gel diyor, yürü diyor... Ama sen bir denizsin, farkına bile varmıyor. 

Sahi, hayat kimin ardından gülüyor, kime gülüyor... Kafan karmakarışık oluyor. Yağsan, bari toprağa bir faydan olacak ama o da olmuyor... Kararıyorsun iyice, içine çekiliyor ne var ne yok... Mesela, o yüksek tonlu sesinden eser kalmıyor. Benzer bir durumda kalan arkadaşına, elin belinde ahkam keserken kullandığın kelimelerin var ya, hani ardı ardına sıraladığın onca kelime... işte o kelimeler gelip bir yerde takılıyor. Boğazımda dediğin her kelime, yüreğini tek tek düğümlüyor. Yüreğin düğüm düğüm kalakalıyorsun ortada. Olsun diyorsun, olsun... Ben iyi bir insanım... Kendine zararı olan çok iyi bir insan. 

Romantik bir dünyada, mesela yaşadığın ülkenin bütün şartlarına rağmen, hakkın ve adaletin, sağduyunun ve özenin, insanca yaşamanın ve yaşatmanın mümkün olabileceğine inanacak kadar romantik bir dünyada, ki bu senin düşlediğin dünya... var olabileceğini, nefes alabileceğini, aşık olup da kırılmayacağını, yıllar geçse de üzülmeyeceğini ve daha bir sürü aptal sanıyı; denizler kadar sonsuz, denizler kadar mavi, denizler kadar özgür olduğunu varsaydığın yüreğine bir türlü anlatmaktan vazgeçemediğin için... havaya bahane bulma... 

haksızlık havanın yağmasından değil, senin o havaya göre giyinmediğinden seni vurur, bunu unutma!





görsel / deviantart

13 Temmuz 2012

Dağına Göre Yağmayan Kar





Gecenin bir yarısı çalan telefona uyandım. Uyuduğum da söylenemezdi ya.. Her neyse işte, yattığım yerden isteksizce kalkıp telefonun bulunduğu odaya doğru süründüm. Sürünmek bile bir hareket gerektiriyor, ben hareketsizdim. Oda, koridor, kapı bana doğru geliyordu. Ben duruyordum. Hiç durmadığım kadar uzun bir saniye durdum. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, durdum. 

Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, gözlerimi düşürdüm. On dakika kadar telefonun yanıp sönmekte ısrar eden ışığına baktım. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Telefon sustu, bir ceviz büyüklüğünde buzlanmış kiraz aklıma düştü. Buzluğun kapısını araladım. Buzlanmış kiraza dilimin yapışacağından duyduğum korkuya rağmen, elimi uzatıp kirazı aldım ve ağzıma attım. Dilim sustu. Buz kadar ince, buz kadar keskin, buz gibi soğuk bir susuş. Telefonun sessizce çalışını isyankar bir ışıkla dile getiren ekrana bir yumruk attım. Konuşmak acımaktı, acıtmak ve acısını çıkartmak. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Saat ikiye geliyordu. Telefon çalıyordu. Sonra bir mesaj... keskin bir düşüş sesi. Kutuya düştü. Yüksek bir binadan atlayan bir insanın görüntüsü belirdi ekranda. Mesajı açtım. Okudum. Bir daha okudum. Bir daha ve bir kez daha ve sonra sayısızca kere okudum. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Saat üç gibi neredeyse bir saattir çalmayan telefonu elime alıp numarayı çevirdim. ters giden ne dedim, çok ters giden şey ne... Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, sesini düşürdü. "Temmuz hiç olmadığı kadar sıcak ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzum" dedi. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, sustum. Ağlamasını dinledim, hiç bitmeyecekmiş gibi ağlıyordu, oluk oluk akan bir çeşme gibi, taşan bir nehir gibi ağlıyordu. Gürleyen bir gök gibi haykırıyor sonrasında bir çocuk gibi alt dudağını titrete titrete küsüyordu. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Sabah gün ışırken anlattıklarından hayrete düşen kendimi yüzüme soğuk bir avuç suyu çarparak kurtardım. Dolaba koşup bir kiraz daha attım ağzıma. Dilim sussun istedim. Bildiğim bütün küfürleri içime atıp sustum. Kulağımda kalan bir yankı koridor boyunca peşimden gelip, yatak odasındaki balkonun hemen önünde kıstırdı beni. Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Benden daha mutsuz birinin bu dünya üzerinde olamayacağını düşünürken çalan telefon; var dedi. Senden daha mutsuz biriler var. Çünkü Allah bazen, sen bir ova olmak istesen de, bir deniz kıyısı olmayı istesen de, sen hatta bir mağara olup, bir dağın içine saklanmak istesen de... kar yağdırır üzerine. Çünkü sen, yukarıdan nasıl göründüğünü bilemezsin... Yukarıdan ve tam karşıdan bir bak kendine, dağına göre yağamayan kara değil, o karı yağdırana değil, bir dağ olduğunu fark etmeyen kendine kız. Kendine söylen.

Ben de öyle yaptım, kendi kendimi, bir dağ olduğuma, başımın bulutlara değdiğine, yaban bir hayatın damarlarımda sürüp gittiğine, en nadide dağ kedisi ile kartalının benim kafamda yaşam savaşı verdiğine kendimi inandırmak için kendi kendime kendimin bir belgeselini çekmeye karar verdim. Ben nasıl bir evrendim... içimin trenleri nereye gidiyordu.