İki gün önce görevli İzmir'e gideceğimi öğrendiğimde pek de hevesli değildim aslında. Ama hep böyle olurdu, yola çıkana kadar oflar yola çıkınca keyiflenir, dönüş yolunda ama yetmedi diye hayıflanırım.Gece 3 gibi yola çıkmaya karar verdiğimizde biliyordum, araba gelip de beni alıncaya kadar uyku tutmayacağını... Öyle de oldu... Her yolculuk heyecanlandırır beni. Fotoğraf makinem, mp4'üm, laptop ve ertesi gün giyilecek resmi takımlar, yolda belimin ağrısını hafifletecek yastığım, ya üşürsem diye battaniyem, yedek ayakkabı, yedek kıyafet derken epeyce yüklü binebildim aracımıza... Severim en arka sağda oturmayı... Kuruldum minibüsün arka 4'lüsüne saat 4'de... Gecenin sessizliği, benim dışımdaki 9 kişinin uyuyor olmasından fırsat bularak daldım rüyalara...
Yeni bir ilişki yaşarsam şu ömrüm gösterirse bana yeni bir aşkı; arabaya binip bir sahil şeridini, karadeniz de olur, ege de olur, akdeniz de, hiç hesapsız, plansız ve zamansız gezebilmek istiyorum... Arabayı ben kullansam da olur yorulunca direksiyona o geçse de... Mutluluk sarhoşu olup zamanı unutmak ve her anı hatırlanacak bir anılar dizisi düşledim kafamdan... Beklentilerim dedim, gene ne çok...
İzmir yolunda güneşin doğumuna şahit oldum. Umut doldu içime... Birbirine kur yapan güvercinler aşkın en basit halini hatırlattı bana. Hiç birşeyin birbirine karışmadığı o en içtenlikli hallerine kapıldım da aşk doldu içime... Yaşlı adamın hayatın ona sunduklarının azlığı karşısında hala ayakta dimdik duruşuna ve karşılaştıklarını selamlayışına şahit oldum da, yenik düşen omuzlarımı kaldırdım ayağa... Anneleri tarafından terk edilen kedi kardeşlerin birbirine seslenişini duydum da minnet ettim hem anneme hem de kardeşimin varlığına, huzur doldu içime...
Sahibi mutlu ol dediğinde, kendini çimlere atan daha 4 aylık köğeğin çim üzerinde yuvarlanırken gözlerindeki mutluluğu gördüm de, istediğimde kimselere ihtiyaç duymadançimlere uzanabilme özgürlüğüm var diye mutluluk doldu içime...
Havanın güzelliğine ve gecenin yorgunluğuna yenik düştüğünden midir bilmem ama hesapsızca uzanmış banka uyuyan adamın yanında onu koruyanı gördüm de, hayatın bana sunduklarına şükrettim bildiğimce...
Gün kavurşurken geceye ve ben minibüsün arka 4'lüsünde almışken yerimi ve dalmışken yepyeni düşlere mutluydum çakır keyifli halimden arta kalan kendimden. Hava kararınca tamamen ve ay dolun haliyle gülümserken geceye yepyeni hayallere daldım da rüya değildi gördüğüm bu sefer...
Her şey o karmaşık durumda ne yapacağını, nasıl karar vereceğini bilememesi ile başlamıştı. Farkındaydı. Başka bir arkadaşına olsa “deli misin sen evde iki yabancı gibi yaşayacağına konuşsana, al karşına ne oluyor bize diye sor” derdi. Oysa kendisi o kadar da kolay yapamamıştı. Kocası ile iki yabancı gibi yaşamaya başlayalı beri hayatında hiçbir şey iyi gitmiyordu.
İşinde sorunları vardı, sürekli gergindi, sabahları zor uyanıyor, hatta yataktan kalkamıyor, eşinin hadi hadileri arasında güne başlıyor, işe sürünerek gidiyor ve bütün gün bir sürüngen kıvamında çalışıyordu. Bunu çözmesi, bu durumdan kurtulması ve bir an önce hayatına devam etmesi gerekiyordu. Yolu yoktu, bütün cesaretini toplayıp bu gece bu konuyu açıklığa kavuşturacaktı. Konuyu nereden nasıl açmalıyım diye düşündü. Sabah yataktan kalkamama durumu ile başlasa konu ister istemez neden niçin bölümüne gelir, oradan da aralarındaki iletişimsizliğe varırdı elbet.
Akşam yemeğe oturduklarında, yorgun bedenine zorla monte edilmiş kafasını isteksizce kaldırdı ve kocasına:
- Ben bir önceki hayatımda galiba kış uykusuna yatan bir hayvandım. Baksana şu halime yaşamaya mecalim yok.
- Tembellik diyoruz biz buna.
- Tembellik değil, sanki kanım yok, kalbim atmıyor ve de hissetmiyorum.
- ….
- Sence de bir sorun yok mu ortada?
- Bir şey mi istiyorsun sen? Bir şey mi yaptım. Önemli bir günü unuttum gene di mi? Günlerdir surat asmaların, oflamalar püflemeler buna.
- Hayır hayır… Hem ne zaman surat astım ben sana.
- Ne bileyim bizim Bülent’in karısı bir haftadır Bülentle yatmıyormuş. Ne güldüm ya. Sonra seni anlattım Bülent dedi abi kesin unutmuşundur özel bir günü diye.
- Bülent'i ne iyi dinlemişsin. Keşke Bülent'i dinlediğin kadar dinlesen beni.
- Hayda sen de tuhaflaştın valla. Bak ben seni yarın annenlere göndereyim. Ara patronu. İzin al iki gün. Bak bir şeyin kalıyor mu annenlere gidince?
Kadın sessizce baktı. İlk tanıştıkları günlere giiti aklı... Ne kadar da başkaydı. Ne kadar da özeldi. Konuşurlardı. Dinlerlerdi. Gülerlerdi. Aynı dili konuşamayan iki insana dönüşmüşlerdi. Ne zaman olmuştu bu değişim. Yoksa hep böyleler miydi? Kadın adama baktı… Masadan yavaşça kalktı...
- Kusura bakma toplayamayacağım mutfağı. Bu arada merak edersen; hibernasyon benim ki… Öyle bir günden yarına değişmez. Annemle falan da geçmez. Yatıyorum. Odaya geldiğinde bedenim soğuksa sakın ola ki sarılmaya kalkıp beni ısıtmaya çalışma. Bu aralar mevsim değişti ya bizim hayatımızda, bünyem yeni duruma alışana kadar izin ver bana.
Daha 25 günlük bir bebektim ben 1972 yılının Mayıs ayında...
Ve sen, her gülün altına dilek bırakan insanlardan biri değildin o geceki bahar kutlamalarında... O zamanlar da kutlanır mıydı hıdırellez bilemedim...
Onca ateşin üstünden atlamıştın da, 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlandığında ki henüz 1-2 saat bile olmamışken, senin değil de onların dilekleri gerçekleşmiş olacaktı ne acıdır ki...
Bir bahar gelmiş de denizler gitmişti 6 Mayıs sabahında...
Boyunlarındaki yafta, gül ağacına bağlanabilecek bir dilek değildi oysa...
"Ölenler ölür, ölenler güneşe gömülür " derken,
" Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum." derken,
Gelmeni çok istedim, gelirsen yalnız olmam bir daha dedim.
Geldin de... Adını ben koydum da sevmedin ilk başlarda...
Farklıydı adın sen gibi...
Ağladım çok sensizliğe yokluğunda, gelişine benden çok sevinen oldu mu bilemedim ve gidişine ağlayan sonrasında... Çok kalamadık yanyana... Hayatının akışını değiştirmek konusundaki kararlılığın ve azmine hayıflanmadım içten içe dersem yalan olur ama en çok da ben gururlandım yaptıklarınla.
Sevmezsin anlatılsın sağda solda başarıların, sevmezsin senle başlayan cümleleri... Kızarsın bir de ama kabul et, senin yaptıklarını yapmak sadece akıl, sadece yürek, sadece inanç gerektirmiyor, seni sen yapan hayattaki duruşun... Hayata baktığın pencereden gördüklerinle, hayata tutunuşunu seviyorum ben en çok senin...
Ama böyle bir adam olmasan da severdim ben seni... Hani o gıcık ve vurdum duymaz gibi göründüğün anlar var ya işte o zamanlarda bile çok çok severdim. Çünkü bilirim ki her insanda olmayan bir yürek var sende, öylesine kocaman, öylesine sevgi dolu...
Gel dedim geldin ya, bilirim ne zaman ihtiyaç duysam koşar gelirsin sen bana...
Seni düşünüyorum köşe koltuğumda, sahi sen nerede nasıl oturuyorsun... Koltukta mısın; tek kişilik mi koltuğun, yoksa L mi benimki gibi? Sandalyen kolçaklı mı ya da deri kaplı mı bilemedim. Seni düşündüm. Nasıl geçirdin koskoca 3 günü... Mesela ben dün gece dostlarla çorba içmeye gittiğimde sen hala rakı masasında mıydın yoksa şarap mı içiyordun tek başına...
Sabah uyandığında ilk ne düşündün kimbilir ve kahvenin kokusunu içine çektiğinde hangi anın canlandı... Bahçeli miydi senin evin yoksa bir apartman dairesinin en üst katında mı yaşıyordun... Seni düşünüyorum köşe koltuğumda, ben sessiz bir mum alevinin dillendirdiği yeni yetme aşk sarhoşuyum ya sen, senin de var mıdır böyle aşka aşık hallerin...
Gece geç oldu hadi yatalım mı dersin yanımda olsan, yoksa bırakır mısın geceyi tek başına geçireyim balkonda... Bir sigara yakıp polar bir battaniye ile yanıma gelir misin bir süre sonra... Aklım bana oyunlar oynuyorken ve yüreğim sıkışıp kalıyorken arafta, elini uzatıp hadi der misin... Sarılıp bütün gece kollarınla masallar anlatır mısın bana... Ve ben ağlarsam mutluluktan, yanımdasın, canımdasın, canımsım diye sen de ağlar mısın benimle...
Güneş vuruyor yüzüme... Simitçi sabahın keyifli anlarını yakalamak için çıkmş erkenden sokağa. Simitleri soğusun istemiyor ama kimsecikler de sanki sesini duymuyor. Bağırıyor seninin tız ve tok seslerinde "simitçiyeeeeeeee" gibi bir ses duyuyorum, önce alayım diyorum bir simit; peynirim var; hem beyaz hem eski kaşar, zeytinim var; hem siyah hem yeşil, dometesim, taze otlarım, tereyağım, balım, reçelim var; hem çilek hem portakal... Bir de çay yaparım en kokulusundan taze taze... Uzanırım balkondaki keyif koltuğuma, okurum gazetelerimi, güneş ısıtırken beni ederim kraliçeler gibi kahvaltımı... Diyorum da neden yapamıyorum bilmiyorum. Bir şarkı takılıyor dilimin ucuna... It's A Man's World
Neden James Brown yorumu değil de Aguilera yorumu var kafamda... Üzerine çok düşünmüyorum kafamı yorduğum başka bir konu var şu anda. Neden kahvaltı edecek herşeyim varken kahvaltı etmiyorum da eksik olanının ne olduğunu bulmak konusunda çaba harcıyorum oturduğum yerden. Neden elimde olanla mutlu olmayı tercih etmiyorum da olmayana öykünüyorum her pazar sabahında.
Tek ve yalnız yaşamaksa sıkıntın NEDENSİZ yere kendini üzeceğine bir can yoldaşı bulsana kendine a salak kızım benim... Şarkılar tutup fal bakacağına, can yoldaşının elini tutup kendin şarkılar söylene bağıra çağıra... Oturup köşende yazılar yazacağına, can yoldaşını bulmak için karışsana insan arasına, bulunca da yatsana dizine o okusun sana dair yazdıklarını sesinin en güzel aşk tonuyla... Hem belli mi olur o da sever senin gibi şarabı, rakıyı, oturur gecelere mum yakar, bir de jazz plakları çalarsınız fonda, sarmaş dolaş olursunuz ay vuran balkonunda... A salak kızım benim yazmaktan vazgeçip hayata karış ki, yüreğindekileri de yaşa. Belli mi olur belki seni arayan bulur da beraber yaşarsınız aşka aşık hallerinizi dimi benim salak kızım...
Güneşli güzel bir sabahda, sahilde yürüyen sarışın, uzun saçlı, kırmızı eşofmanlı kızın yürürken salınan kalçalarına göz süzdüğü sırada takıldı gözü bir havalı köpeğe... Kızın ardından; bembeyaz tüyleri ve masmavi gözleri ile yürüyen sibirya kurdunun sahibine iç çekti... Delikanlı kargo pantolanu, renkli gözleri, solaryum yanığı teni ve kaslı kollarını gösteren üzerine tam gelmiş tişörtü ile kıza yakışır diye düşündü. Oturdu dış cehpe boyasını yaptığı yedi katlı binanın iskelesine, gözleri istemsizce ufka daldı...
Üniversite okumak istemişti de babası daha ortaokul biter bitmez Recep Usta'nın yanına çırak vermişti kendisini... Annesi hastaydı ve 6 kardeşin en büyüğüydü Hasan. İlkokulda gözlük kullanmak zorunda kaldığından beri bir kez bile çıkartmamıştı gözlüklerini. Onların ardında öğrendi renkleri, top oynamayı, kızlarla önce kavga etmeyi sonra onları sevmeyi... Hasan 21 yaşında baharda sevgililerin birbirine kur yaparak dolaştığı zamanlarda boya iskelesinden bakıp aşağıdaki hayatlara iç çekiyordu her defasında...
Köyden şehre geldiklerinde henüz 16 yaşında hayatı anlamak isteyen meraklı bir delikanlıydı. Recep Ustası ile farklı evleri boyamaya gittikçe tanırdı hayatı ve görürdü farklı yaşam biçimlerini... Ortaköy sırtlarında eski bir konağı boyamaya gittikleri günler geldi aklına. Evin kızı annesinin bütün itirazlarına rağmen evin kapısını çarpıp çıktığında neden babasına karşı gelemediğini düşünmüştü ilk kez. O gün kendisine çok kızmıştı babasına itiraz edemediği için. Oradaki iskeleden görmüştü boğazı ve ilk kez o iskelede sevdalanmıştı ulaşılmaz olana. Evin o asi, başına buyruk kızı Hasan'ın tek başına olduğu bir gün iskeleye tırmanmış ve gelip yanına oturmuştu. Boğaz demişti senin gözünden daha güzel. Hasan her gece bu cümleye uyanıp, her sabah bu cümleye uyanmıştı. Ustası kahyadan su alıp gel soğuk olsun dediğinde ilk kez girmişti evin arka kapısından ve evin kızı Melisa mutfaktaydı ve nazlanıyordu onu yemem bunu yemem diye. Görünce Hasan'ı o da yerse yerim deyivermişti de Hasan nasıl utanmıştı. Neredeyse 3 haftadır bu konağın işlerini yapıyorlardı. Hasan iki haftadır başka bir hal tavır içindeydi. Dikkati dağılmış ve yanlış üzerine yanlış yapmaya başlamıştı. Ustası ne o Hasan aşık mı oldun lan diye bağırdığında evin kızı camdaydı ve duymuştu ustasının ona takıldığını. Atmak istemişti kendini iskeleden. İş bitimine üç gün kala Melisa ustanın yokluğunu fırsat bilip çıkmıştı gene iskeleye ve Hasan' a akşam bir yere gitmemesini arka bahçede onu beklemesini söylemişti. Hasan ölecek gibiydi Melisa iskeleden indiğinde. Gece olmak bilmemişti. Ustası hadi gidiyoruz dediğinde; Cemaller beni buradan alacak deyip ilk defa yalan söylemişti o gece ustasına.
Akşam hava kararmıştı ve arka bahçedeki çardakta Melisayı beklerken onlarca kez vazgeçti de nedense dönemedi sözünden. Melisa üzerinde kırmızı bir eşofman, sapsarı saçları ile gözüktüğünde karşıdan, nefessiz kalmıştı Hasan... Sabaha kadar konuştular o gece arka bahçedeki çardakta. Melisa sordu Hasan anlattı, Hasan sordu Melisa anlattı. Sabaha karşı üşüyünce her ikisi de Melisa sokuldu Hasan'ın sıcağına ve Hasan nefessiz sarıldı Melisa'ya. Melisa gün ağırırken tutturmuştu iskeleye çıkalım diye de Hasan ikna edememişti kalmayı çardakta. Çıktılar iskeleye dikkatlice, Hasan'ın kalbi duracak gibi oluyordu ustası aklına geldikçe. Ya yaklanırsa nasıl bakardı ustasının gözlerine bir daha. İskelede oturdular yanyana ve boğazın üzerinden günün doğumunu seyrettiler. Melisa dönüp öpmese Hasan'ı, Hasan asla cesaret edemezdi... Hayalin ötesindeydi yaşadıkları hayalin ötesindeydi boğazın manzarası...
O gün, o güneşli pazar sabahında görünce kırmızı eşofmanlı kızı ve arkasında yürüyen havalı çocuğu; ilk gençliğine, ilk heyecanına, ilk öpücüğüne, ilk aldanışına, ilk yürek acısına gitti Hasan'ın aklı ve daldı ufka... Bir daha hiç öyle doğmadı şu güneş benim dünyama dedi... Bir daha hiç öyle güzel olmadı manzaram benim...
Ustası aşağıdan seslendiğinde işine dönmesi gerektiğini fark etti ve son bir kez kızı aradı gözleri. Sahildeki iskelede çocuğun köpeği ile oyunlar oynuyordu kırmızı eşofmanlı kız ve çocuğa gülücükler veriyordu arada. Hasan ayağa kalktı dış cephe boyası yaptığı iskelede, sahildeki iskeleden gelen kızın kahkaları arasında son bir kez daha baktı ufka ve aşağıya bıraktı kendini bir anda...
Bir sevmek aldı beni seni görünce... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Eylülsabahıydı ilk kez gözlerini gördüğümde. Tanışmıyorduk ve hiç bilmiyorduk geleceğin bize hazırladığı; uzun, zorlu, tutku dolu günleri... Bir sevmek aldı beni seni bilince... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Kasım sabahıydı ilk kez elin elime değdiğinde. Tanımaya başlamıştık birbizirimizi ve farkındaydık geleceğin olası hazırlıklarının... Bir sevmek aldı beni seni tanıdıkça... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Ocak sabahıydı ilk kez yanağıma bir öpücük kondurduğunda. İstemeye başlamıştık birbirimizi ve biliyorduk daha fazla dayanamayacağımızı beklemeye... Bir sevmek aldı beni kokunu içime çektikçe... Hatırlar mısın bilmem; soğuk birŞubat sabahıydı ilk kez güne uyandığımızda birlikte... Korkuyorduk büyünün bozulmasından ölesiye ve anlamıştık ayrı kalamayacağımızı birbirimizden... Bir sevmek aldı beni sabahlara birlikte uyandıkça... Hatırlar mısın bilmem; karlı bir Mart sabahıydı ilk kez beni aldattığında... Bakamamıştık gözlerimize acımasın içimiz diye ve kahroluyorduk sessizce, sen kendi köşende ben kendi köşemde... Bir hüzün aldı beni o sabahtan sonra... Ayrımına vardın mı bilmem; aylar ardı ardına sıralanmış gibi gözükse de gerçekte yıllar var her birinin arasında ...
Susmuştuktu o sabahtan sonra ikimiz de ve biliyorduk bir daha konuşamayacaktık üzerine... Bir acı aldı sevgimin yerini senden sonra... Farkında mısın bilmem güneşli bir Haziran sabahında veda ettim ben hayata.... Dualar okudular ardımdan sevenlerim ve biliyorlardı sebebim sendin.
Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... İlk defa gittiğim bir evde 5 kişinin hikayesini dinler bulmuştum kendimi bir gece öncesinde. Dinlediğim hikayelerin bende kalanlarını bulmaya çalışırken, radyodaki ses Taksim'e çıkmak isteyen grupları anlatıyordu. Yasağa karşı direnci anlıyordum da varolmaya karşı yok etmeyi anlamakta güçlük çekiyordum.
Bir mayıs sabahı, çocuktum, polis babamı joplarken ve annemi saçlarından sürüklerken... Anlamıyordum atılan sloganları ve bilemiyordum olanları. Korkmuştum çok ve sığınmak istemiştim güvenebileceğim bir yere. Elimden tuttuğunda annemin bir arkadaşı ağlıyordum belki de... Büyüdükçe anlıyordum yasaklananları da gene de anlayamıyordum yok etmeye çalışmayı...
Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... Fotoğraf makinemi elime alıp, farklı hikayelerin bir araya getirdiği 4 kişiyi geride bırakıp çıktım evden. Farklı hayatların gözüme takılan hikayelerini yazmayı sevdiğimden, bazen tek başına çıkıp fotoğraflarım hayatı. Üzerine yazmayı severim, bilmem doğru mu yanlış mı, gerçek mi hayal mi ama severim aklımla duygularımı karıştırıp hikayeler uydurmayı.
Yaklaşık bir saati bulan yürüyüşüm sırasında çocukları, işçileri, sokak köpeklerini, bir hayat kadını ile 2 adamın kumsalda geçirdiği geceden arta kalanları ve terk edilmiş iskeleyi çektim Çektiğim her fotoğraf karesinde aklımdan üzerine yazmak üzere giriş cümleleri ve hatta bazen şöyle bitirmeliyim mutlaka dediğim cümleler geçti de not edecek kağıdım arabada kaldığından sinirlendim kendime. Sonra gülümsedim ve dedim ki kaç kez almışsındır kağıtla kalemi yanına da bir düşün bakalım kaç kez teşekkür etmişsindir kendine...
Çektiğim karelere tek tek bakarken oturduğum taşın üstünde, denize ulaşmanızı sağlayan beton basamakların kenarında kendine hayat bulan papatya ve ardında kareye giren - denizin her vurduğunda izini bıraktığı yosunlaşmış- taşlar takıldı gözüme. İki farklı odak noktası oluşturup fotoğrafladım gözümün takıldığını... Ana tema belliydi aslında... Neye odaklanırsanız onu görürsünüz hayatta... İşte bu cümle bitiş cümlesi olacaktı günümü anlatan hikayemde.
Neden mi olmadı?
Bir mayıs sabahı uyandığımda ve günün içinde olanları takip ederken başka bir soru daha fazla önem kazandı aklımda: Yasağa karşı dirençteki mantığı anlıyordum da varolmaya karşı yok etmekte nasıl bir mantık vardı, anlamıyordum ve kafam karışıyordu işte o noktada... Yoksa neye odaklandığınızla mı ilgiliydi herşey...
Hepimiz aynı kareye bakıyorduk da bazılarımız öndeki çiçeğe, bazılarımız arkada kalan yosun tutmuş taşları mı görüyorduk?
Sevmiyorum gibi geliyor bazen seni... O bildik kasvetli havandan mıdır, soğukluğundan mıdır bilmem... Garip bir ilişki var seninle aramızda; bazen ol istiyorum bazen alabildiğine uzak ol benden. Bazen seninle dalıyorum hayallere, bazen sen varken yüzüme çarpıyor gerçeklikler... Nerede ne zaman karşıma çıkacağını bilmediğimden ürküyorum senden... Gelişini haber veren halin var ya senin, beni ürküten çocukluğumdan kalan bir anı belki de bende... Yoktun günlerdir, haber bile alamıyordum senden... Gelmez dedim bir kaç ay, uğramaz bizim buralara... Ama geldin. Ve ne geliş... Önce soğukluğun geldi... Sonra o ulaşılmaz havan. Gri en çok sevdiğin renk ki seni siyahlar içinde gören de olmuş.
Ben en çok renkli kemer dolanıp da beline, güneş rengi saçlarını salınca seviyorum aslında seni. Hani var ya bir bulutun ardından salına salına, hani utangaç bir halin var var ya, işte en çok o halini seviyorum. Bir de bazen sinirlenince kükreyip, yer yerinden oynarcasına ve hatta bardaktan boşanırcasına hallerin var ya... İşte o zamanlarda şömine başında, alıp da şarabımın en kırmızısını elime ve yüreğim doymuşken aşka, sesini dinleyişim var ki tek kişilik koltuğumda doyum olmuyor sana.
Bir de delirdiğim zamanlarım var şehre geldiğini duyunca, atarım o anda kendime sokaklara. Deli derler, hasta olacaksın derler ama ben tenimde isterim seni, umursamam kimin ne dediğini. Tenime dokun, ıslat bedenimi, saçlarımı okşa ve gözlerimden yaş olup ak yanaklarıma. Kimse bilmez sanarlar ki aşk bizimkisi... Değil, inan değil... Ben senin arkandan gelene aşığım aslında. Ben sen gidince gelecek olana hasretim en çok. Senin soğukluğun yok onda. Senin kasvetin, kibirin... Senin varlığının beni mutlu ediyor oluşu; eve dönünce sevdiğimin nefesine sığınışım. Sokuluşum koynuna ve doyasıya sevişişim aslında...
______________________________________
Fonda, Jimmy Smith - Summertime çalıyor...
Dört mum yaktım biri sana biri bana... Kalan ikisi geceye...
Kırmızı bir şarap dünden kalma,çıksa çıksa iki kadeh...
Kafasında çalan şarkı neden ve ne zaman takılmıştı bilemedi ama iki sabahtır mırıldanarak uyanıyordu güne.
Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz Çok değil inan az kaldı az Bu kadar erken susma biraz bekle Ağlama, ağlama gül biraz
Duşunu aldı, güne gülümsüyordu da neden içinde garip bir sızı vardı bilemiyordu. Yorulmuştu bu hallerinden. Her gülümsemesi kırgınlığının sızlamasıyla sonuçlanıyordu da sanki artık gülümsemek bile istemiyor gibi bir halle açtı arabasının kapısını. Radyo istasyonu her zaman ki gibi NY Jazz Station'a ayarlanmıştı. Birden frekans karıştı ve günlerdir dilinin ucuna gelen şarkının sözleri arabanın tavanına çarparak cama, oradan da kulağının içine kadar girdi. beynin hücrelerinde öyle hızlı dolanıyordu ki yakalamak bile imkansızlaşıyordu. şarkı aniden bir anının kapalı kapısının önünde durdu. Kadının gözünden iki damla yaş geldi. Kadın radyoya uzandı ama radyo yerinde yoktu. Yol uzadıkça uzamış, Çeşme 45 yazan bir yol kenarı tabelasına takılı kalmıştı gözleri. Neler oluyordu anlamadı. Arabanın, direksiyonun, radyonun ve hayatın hakimiyetini kaybetmiş bir halde ilerlemişti ve yol onu çok sevdiği Çeşme'nin rüzgar değirmenlerinin olduğu noktaya getirmişti. Araba kendi kendine durduğunda Alaçatı girişindeydi. Arabanın direksiyonunu sahile ulaştıran yola kırdı. Radyo susmuştu. Ve direksiyonun hakimiyeti tekrar ona geçmişti. Kadın yüreğinin ucunu acıta acıta ve bağıra bağıra söyledi şarkının tamamını:
Ah benim örselenmiş incinmiş karanfilim
Bir sessiz çığlık gibi kırmızı masum narin Bu ürkek bu al duruş söyle neden bu vazgeçiş Ne oldu ümitlerine bu ne keder bu ne iç çekiş
Sen ki özgürlük kadar güzelsin, sevgi kadar özgür O güzel başını uzat göklere, gül güneşlere gül
Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz Çok değil inan az kaldı az Bu kadar erken susma biraz bekle Ağlama, ağlama gül biraz
Sahile vardığında ağlıyordu ve yüreğindekileri almıştı eline. Öptü bir iki kere, vazgeçer gibi oldu ama yapmak zorundaydı. Usulca denize bıraktı...
Bildik bir hikayenin hüzünlü sonu gibi geldi herşey ona. Baktı denize bıraktıklarına. Kurduğu hayaller bir bir batarken, son bir çığlık yükseldi denizin ortasında. Kadın sesin geldiği noktaya dikti korkak bakışlarını ve uzattı ellerini anıları terk etmek istemez gibi. Deniz soğuktu bu mevsimde. Rüzgar yüreğinin ucunda kalan son sızıyı yaladı, soğuk yüzüne vurdu, kadın bir iç çekti; derin...
Başını kaldırdı gökyüzüne... Yağmur çiseliyordu ve bir damla denk geldi gözüne. Eliyle sildi yaşını. Koydu ellerini gri renkli, bol paçalı kargo pantolonun cebine. Eşofman üstünün kapşonunu geçirdi başına. Ayağının dibindeki taşı aldı eline, attı denizin üzerine... Üç kere kaydırabilirsem veya daha fazla dedi... Kaymadı taş attığı gibi battı denizin dibine. Zaten dedi, zaten ümidim olsaydı tek başına mı olurdum ben bu sahil şeridinde. Arabasına doğru yürüdü. Şarkıyı mırıldanıyordu gene.
İçimden geldi... Aslında kafamdan geçti... Yoksa içimden mi geldi...
Bilemedim siz karar verirsiniz okuyacak sabrı bulursanız tabii...
Şimdi durum şu; aslında yazmak istiyorum ama ifade edemiyorum. İfade ediyorum da tam olarak mı emin değilim. Söylemek istediklerimi değil de sanki söylenmemesi gerekenleri yazıyorum. Yoksa aslında tam da söylemek istediklerim mi yazdıklarım bilemiyorum. Bazen şaşıyorum bazen kalıyorum. Bazen akıyor kelimeler bazen tıkanıyor kalemimin ucu. Sanki tükenmez kalemim tükenmiş de yazamaz olmuşum. Siliyorum, yazıyorum... Yok, mantık olarak önce yazıyorum sonra siliyorum. Ama sanki önemli olan ne zaman silmeye başladığım. Kafamda oluştuğunda mı siliyorum ki onlar zaten yazılmamış oluyor dimi? Elim klavyyede harfleri basmaya başlayınca mı geri tuşu ile siliyorum yoksa kelime tamamlanıyor da okuyunca önce seçiyor, silmek gerek bunu diye düşünüyorum da mı siliyorum? Giderek karışıyor muyum? İyi saatte olsunlar, gidişatımı beğenmiyorum...
Hayatıma bakıyorum da, nerede duracağımı biliyor muyum? Mesela durmam gerektiğini bildiğim için mi susuyorum, sustuğum için mi durmuş oluyorum. Kafam karışınca neden işin içinden çıkamıyorum. Kendi kendime konuştuğum için mi deliyim mesela yoksa deli olduğum için mi kendi kendime konuşuyorum. Diyelim ki yazmamın sebebi kendi kendime konuştuğumu gizleme meselesi. O zaman ben yazdığım için deli olma ihtimalini mi seviyorum? İhtimal dışı bir sevme meselesinin yazı yazmak, deli olmak ve hattı zatında şu anda ardı ardına sıraladığım cümleler silsilesi ile bağlantısını kurabilen varsa beri gelsin. Yan yatsın çamura batsın. Olmadı çuvaldızı kendine batırsın. Acırsa insan olduğunu anlasın, acımazsa eşek cennetini boylasın. Oradan oraya zıplama yazışma şampiyonası seçmelerine katılma formunu bulan bana yollasın.
Form mu bulacaktık, formül mü? Formül iyidir... Aman işte birşey bulamayan taksın kafasına bir huni olmadı kulaklık, evde deli deli bağıra çağıra şarkı söyleyip dans etsin. Hayırdır diye sorana parti veriyorum desin. Evde yalnızsa soru soran kendisi mi acaba diye düşünsün, durumdan tedirgin olup hoplayıp zıplasın. Delirmeye beş kala, aşağıdaki komşu gelsin. Kapıyı açar açmaz, birini tepinerek öldürmeye çalışıyordum da desin. Komşu şaşkın şaşkın bakarken kahkahalar atsın...
Kandırdımmmmmmmmm
diye bağırsın. Bağırırken boğazına sinek kaçsın. Boğulurken çıkarttığı seslere gıcık olan alt komşu umursamayıp deli bu ya desin, dönsün gitsin. Anlaşmalı sinek uçarak uzaklaşsın.
Ne anlatıyorum ben diye durup düşünürken kadın... Aklına aklı gelsin.
Sabah erkenden kalktım, kızarmış ekmek kokusu geldi burnuma. Dün akşamki partiden eser yoktu evde keyfimden başka. Gülümsedim.
Şımartılmak konusunda evrene gönderdiğim mesajın etkilerinin hala devam edişini şaşkınlıkla karşıladım. Geceyi düşündüm, önce balık rakı arkasından Teoman konseri... Eve döndüğümde Buraneros'un parti fikri ile karşılaşma, ev sahibi abi uyuduğu halde nezaketle keyifli sohbete devam eden kardeş Efsa ile geceyi uzatma... Pek güzeldi pek güzel...
Yataktan kalkmak konusunda tembellik yaptım bu sabah aslında. ADHD'm pik yaptığından arada kalkıp balkondaki çamaşırları topladım. Anne baba ile Mudanya'da dostlarla balık planı yaptım. Ütülerin kolay olanlarını bitirdim. Kahvaltı etmeden hemen önce tekrar yatağa uzandım ve sabah gazetelerini okudum. Keşke portakal suyu sıkıp getiren olsa dedim. Boş eve baktım. Evren bu kadarını da yapamaz herhalde dedim. Peki kızarmış ekmek kokusu da neyin nesiydi a dostlar, yoksa mutfakta birimi var? Gazeteleri bitince yataktan kalktım. Duşa girdim. Mis gibi koktum kendine, sevdim kendimi. Balkona çıktım güneşi gördüm, o bir film miydi...? Ama ben de görmüştüm güneşi işte hem de bulutkarın içinde. Güneş ısıttı çıplak kollarımı. Üzerime bir şey daha almam gerektiğine karar verdim. İçeri girdim. Evin kapısının önünden geçerken, dün aldığım 1001inci ayakkabımı özenle ayakkabı dolabına kaldırdım. Of ne olurdu dünyadaki bütün ayakkabılar benim olsaydı. Evren bunu yapabilirdi de ev o kadar büyük değildi. Sonra köşedeki parkta bir bankta uyumak zorunda kalabilirdim.
Daha fazla saçmalamadan hazırlıkları tamamlamak gerek. Baba dakiktir, 12 dedi mi tekerlek döner valla. Dün benim şoförlükten memnun kalmamış olacak zaar bugün ben gelip alırım seni dedi. İşte çaldı telefonum. Allahım daha sadece bir gözümde rimel var. Böyle çıksam ne olur ki dışarı. Aaaa kadına bak rimel sürmemiş bir gözüne mi diyecekler. Kim bakacak ki bana o kadar dikkatli. Annem kesin fark eder. Zaten babam da saçının boyası gelmiş diye söylenecek. Hiç sevmez ama napalım dün gez, bugün gez, akşam partile, gündüz balıkla... Vakit mi kalıyor bakım yapmaya... Bu ADHD için çözüm üretmek lazım. Gene pik yaptı fena halde. Bugünü benimle geçirmek üzere plan yapanların vay haline.
Zaman akıp gidiyorken yokluğunda, içtenlikle güldüğüm kaç an kaydedebildim hafızama bilemedim. Karşıdaki boş arsada top oynarken sesleri gökyüzündeki martılara ulaşan kaygısız çocukları düşündüm. Ne içtendi gülüşleri ve hatta kavgaları bile. En son ne zaman böyle güldüm ben sahi. Peki ya son kavgam ne zamandı sevdama...
Sensizliğe alışmak değildi niyetim ama alıştım galiba. Gülümsüyorum hayata ve unutup gittiğim anlar giderek artıyordu da, dostlarla edilen kahvaltı masasında neden düştün aklıma bilemedim. Varlığında ne bulmuştum ki yokluğuna hayıflanıyordum o anda. Kızmadım desem yalan olur kendime, seni en güzel halinde aklıma getirişime...
Sonra hiç beklemedik bir anda, içiyorken çayımı balkonda ve bulmuyorken kafayı... uzaklaştın sen yine... Çocukların havanın kararmasıyla evlere dağılışı gibi dağıldı bendeki anıların... İşte tam da o anda bir ses duydum uzaktan, derinden, içten... Sana ait değildi sözler ve sesin yumuşaklığı asla üzerine uymayacak bir giysiydi. Dikkat kesildim sesin geldiği yöne...
"Güzel ne güzel olmuşsun..."
Kulağımda bir nağme, ses kimin bilemedim ilk başta ama bana söylensin istedim. Üzerime alınmak... Kuşanmak hatta ve bir daha hiç çıkartmamak istedim.
Sığındım içimi ısıtan sözlerine ve yitip gittim gözlerinde. 'Görmedin ki daha gözlerimi' dedi ses, 'gönül gözünü gördüm ben senin' diye cevap verdim sese... 'Yüreğini sevdim haberin yok biliyorum' diye ekledim duymasını istediğim bir ses yüksekliğiyle...
'Sen kimsin bilmiyorum ben, sormuyorum sana, sorgulamıyorum kendimi de' diye haykırdım da duyulmadı sesim kalabalıkta. Belki de bahçede kuşları dinliyordun kimbilir. Bahçedeki kuşlara haber salsam dedim, fısıldarlar mı acep kulağına:
Yokluğunda üşüdüm çok, varlığında ısıt beni diliyorum sadece. Sana söylemiyor oluşum utandığımdan değil inan. Sadece korkuyorum gitmenden... Fazla gelmemden yorulursun da kaçarsın diye sessizce bekliyorum köşede. Belki filmlerdeki gibi çarpışırız bir markette.
Kulağımda bir nağme, ses senin sesin biliyorum, bana söyle istiyorum. Üzerime alınıyorum. Bayram sabahı neşesiyle kuşanıyorum heyecanımı. Gece uyurken bile üzerimde kalsın istiyorum benliğime yüklediklerin. Kuşlara haber salıyorum bir kez daha, ilkini söylemeseler de bunu mutlaka sana iletsinler istiyorum:
Sığınmak istiyorum sıcaklığına ve yitip gitmek yüreğinde... Ki o yürek en güzel kelimeleri seçip gülümsetmişti, bir umutsuzluğun içinde yitip gittiğimde beni. Hafif kızgın, biraz şaşkın, çokça anlamış halini sevmiştim de bir şey söyleyememiştim üzerine.
Akşam ayazı vurdu diye kaçmadım içeriye. Mumları yaktım, Arielle Dombasle - Quizas, Quizas, Quizas dinliyorum, belki duyup gelirsin, Juilo Iglesias ile Arielle Dombasle gibi karşılıklı söyleriz diye düş kuruyorum ikimize.
Şarabı koydum belinden aşağısı yayvan, uzun boyunlu bir karafa; kırmızı, doygun, meyveli seçtim sen de seversin diye. 16 derecede içersin diye soğuttum önce. Peynir tabağı hazırladım ahşap üçgen bir tabağa... Üzümle süsledim sadece. Soyulmuş badem koydum üfleme camdan bir kaseye... Cigar aldım vişneli, hani canımız çekerse yakarız birer tane diye... Köşedeki çerezciye uğrayıp taze kahve çektirdim gece uzar da belki kahve içmek istersin diye. Hem şarabın yanına istemezse canın kahve ile de iyi gider cigar dimi ama?
Neden güzel bahçedeki istenmeyen ayrık otu gibiyim bazen... Ve herşeyin olması gerektiği gibi olduğu bir dünyada nasıl bir duygudur ayrık otu olarak koparılırken biteviye ağlamak ama sesini duyuramamak.
Neden ihtiyaç duyulduğunda arananım da ben, diğer zamanlarda ayıklanıp ortadan kaldırılmak istenen... Hadi bana anlat lütfen: Ayrık otu olmayı ben mi seçtim de şimdi dikilip; nasıl arsız büyüyor, kurumadı kökü diye söyleniyorsun başımda.
Denemedin ki beni sevmeyi, istemedin ki beni bahçendeki gül kadar. Fark ettin mi bilmem ama ben de sevdiğin baharla geldim bahçene. Neden aslan ağzı, sümbül ve erguvan gülümsetiyor da yüzünü, beni görünce dönüyor gözlerinin feri. Olamam ki sen istedin diye ben gül. Dikenim yok acıtamam ki tenini.
Yağmur beni de yeşertiyor işte ve güneş yeşile döndürüyor rengimi. Aktarlara vermek için toplayan kadınların gözdesiyim ben. Yok etmek değil beni toplarken amaçları, onlar beni koparırken acımıyor köklerim benim. Beni acıtan senin yok etme isteğin. Sen değerimi bilmesen de varlığıma sevinenler var benim.
Hatırlar mısın sabahları en çok çiy benim kırılgan incecik kollarımda toplanırdı da, sen içime kadar sokulup çiyi severdin sadece... Aslında gözyaşlarımdı fotoğrafladığın, yok etme istediğine akan içimin acılarıydı parmağınla aldığın...
Şimdi bir aktarın cam kavanozunda bana sahip olmaktan mutlu olacak alıcımı bekliyorum ben. Son yolculuğumda mutluluk verecek olmaktan ağlayamıyorsam gözyaşlarım kalmadığından değil, kuruduğumdandır...
___________________________________________
Bu kadın gece vakti Happy Feet seyrediyor aslında.
Bazen ayrık otu olsa da seviyor kadın aykırı olmayı...
Bir Milyon Kalem editörlerinden hem Şebnem hem Özlem yazar mısın dediler... Yazarım dedim... Severek, isteyerek, gönülden... 'Gülsün Lisesi' yazım, katılımın son günü çıktı kalemimden... Bir çocuğun dilinden anlatmak istediğim bir hikaye, bir adamın dilinden döküldü. Bir Milyon Kalem'de yazımın altında Eva Cassidy'nin Time After Time şarkısı vardı ki, en sevdiklerimdendi...
Şimdi izninizle; Uzağa Giden Kadın'a; iyi şeylere vesile olma yolculuğunda benim tuzuma da değer verdiği için daha önce Ful Yaprakları ve Bekriya tarafından tarafıma verilmiş ve uygun devir zamanını bekleyen ödülümü vermek istiyorum. Ve bana iki ödül geldiği için bencillik yapmayıp diğerini de kelimelerini yüreği kadar sevdiğim Kırmızı Günlük'e vermek istedim.
____________________________________________
GÜLSÜN LİSESİ
“… Yarın sabah erken kalk diye tembihlerdi analık geceden… İki kardeşiz biz, küçüğüm kız. Her tatil gelirdim analığın yanına. Yaşlanmıştı bir iyice. İstediği tutulmadı mı başlardı söylenmeye… Analık söylenmeye başladı mı bir kere, bizim ovalar gibi sonu gelmezdi. İş çok da ben de yapacak güç yok o zamanlar ama analığın lafını ikiletmezdim hiç. Anam ölmüş küçüğümü doğururken en daha iki yaşındaymışım. Bildim bileli analık ederdi bize. Severdim, sayardım yani. Laf söyletmezdim üzerine rahmetlinin. Onu kaybettiğimden beri ilk kez geldim köye. 3 yıl geçmiş üzerinden…
Çocukken babam sık sık şehre giderdi inşaatlarda çalışmaya diye. Gelirken de illa oyuncak getirirdi hem bana hem de Ayşe’ye… Ben öyle seslenirim ona aslında adı Gülsün… Anam onu doğururken ölmüş diye bari kızı gülsün demiş köyün büyüğü Gülsün olmuş adı. Ben Ayşe diye diye okulda da bellediler bunun adını Ayşe aşağı Ayşe yukarı. Sinir olurdu o zamanlar bana. Küser, kavga ederdik ama tutardık da birbirimizi.
Ayşe okula başladığında nasıl cılız, nasıl korkak… Öğretmenin oğlu Ulaş, ben, emmingilin oğlu Osman karar verdik bir gün Ayşe’yi korkutmaya. Çocuk aklımızla kurduk kumpası; kurbağa yakaladık dereden, koyduk bunun beslenme çantasına. İkinci teneffüste bir çığlık… Karşı tarladan duyulmuştur sesi. Hal böyle olunca müdür çağırdı bize odasına. Çete misiniz diye başladı bizi azarlamaya… Ders çalışacağınıza kafanızı nelerle meşgul ediyorsunuz diye bir azar, akşama dedi kursa kalacaksınız. Hiç kalmadıydık kursa ama duyardık köyün çocuklarından, müdür gelir okulun temizliğini falan yaptırırmış. Zil çaldı herkes dağıldı. Kaldık bir başımıza koca okulda. Müdür kalacaksınız dedi diye kımıldayamıyoruz da, az sonra köyün imamı gelmez mi, şaştık kaldık. Zaten Cuma’ya gitmiyoruz diye gördüğü yerde söylenip dururdu bize. Eyvah dedim yandık biz. Başladı sorular sormaya… Neden gelmiyorsunuz dedi hafta sonları kursa… Biz de cevap yok… Derslerde de adam akıllı dua ezberlemiyormuşsunuz. Ne olacaksınız aşımıza, mafya mı? Yok valla benim doktor olmak gibi bir niyetim var diyeceğim ama imam nasıl sinirli yerim tokadı diye susuyorum… Hem neden Cuma’lara gelinmiyor? Ulaş dayanamadı, “biz Salıları kılıyoruz Cuma niyetine, hem cami boş oluyor hem de ayak kokusu çekmiyoruz.” İmam kalktı ayağa bizde bir gülme krizi. Yedik sopayı oturduk aşağıya…
Bizim “çete”de herkesin bir hayali vardı o zamanlar… Üçümüz bir araya geldik mi en büyük keyfimiz, şehre gidip büyük adam olmaktı. Ben anama doktor bulunamamış diye doktor olmak isterdim, ölmesin analar diye. Ulaş anası gibi öğretmen olmak isterdi, köylerde daha çok çocuk okuyabilsin diye… Osman da mühendis olmak isterdi. Bilmezdik ki başka bir meslek o zamanlar. Ayşe’ye sorardım “ne olcan kız büyüyünce” diye. “Gelin” derdi. “Yahu…” derdim “sen hiç büyüyünce damat olmak isteyen erkek çocuk duydun mu? Hem gelin olacaksın da sonra ne olacaksın…” “Anne” derdi. Farklı bir şey de isteyemezdi ki, yoktu bizim köyde okuyan ortaokuldan sonra kız.. Lise ilçedeydi. Aklıma koymuştum kendim okursam, onu da okutacaktım.
Ortaokul birdeki Türkçe öğretmenim olmasa okuyamazdım ben ya… Rahmetli… Tuttu bir gün beni omzumdan “sen akıllı bir çocuksun, akıllı arkadaşların olursa adam olursun, akılsızlarla biraz daha takılırsan çoban olacaksın dağlara” dedi. Ortaokulda hayta bir grupla arkadaşlık ediyordum, işimiz gücümüz, köyün çeşmesine gelen kızlara takılmaktı. Derdimiz Fadime’yi samanlıkta kıstırmaktı yani… Hey gidi günler hey… Öğretmenim beni yatılı okula yazdırmasa, sonra da burs bulup okutmasa üniversitede… Bugünkü ben, ben olmazdım aslında. Analığı kaybedene kadar her yaz tatilinde, hem analığa hem de bu köye olan vefa borcumu ödemeye geldim tatillerimde. Hem çocuklara oyuncaklar getirdim şehirden, hem çocuklarıma göstermek istedim başka hayatlar olduğunu. Şimdi ne Ulaş kaldı, ne Osman… Ulaş’ı içeri almışlar üniversitedeyken. Bir daha ne gören olmuş ne de duyan. Osman şehirde müteahhit olmuş. Bir daha da uğramamış köye… Ayşe, liseyi bitirdiğinde köye döndü, 3 yıl yatılılıktan sonra ilk defa. Ayşe köyün ilk lise okuyanı… Bir karşılama töreni yapıldı köyde sanırsın reisi cumhur geliyor köyü ziyarete… Üniversite’den öğretmen çıktıktan sonra evlendi ve harika bir gelin oldu. Kendi gibi öğretmen olan eşiyle gitti doğuya… Daha çok çocuk okuyabilsin diye uğraşıp duruyorlar onlarda. Çocuklara hayaller kurmasını öğretiyorlar. Ve kurdukları hayallerin gerçekleşmesi için beni ve kendilerini örnek gösteriyorlar. Çocuklar sadece mühendis, doktor, gelin olmuyor artık bugünlerde… Bambaşka hayalleri var hepsinin. Ve gerçekleştirmek için umutları…
Ben Kimya Mühendisliği’ni kazandım ama şimdi büyük bir şirketin Sorumluluk Projeleri Koordinatörü olarak çalışıyorum. Sami Bey’e teşekkür etmek istiyorum huzurlarınızda… Bu proje ilk konuşulmaya başlandığında “nerede yapalım okul binasını” diye sordu. Kendi köyüm hariç 5 alternatif sundum kendisine. Ertesi gün, “asıl senin köyde yokmuş okul” deyince, itiraf ediyorum, boynuna atlayacaktım… Hayalimdi ya analığın ya da Ayşe’nin adını taşıyan bir okul binası yapmak köye… Beni okutan öğretmenime de Allah’tan rahmet diliyorum. Biliyorum benimle gurur duyuyor ve görüyor beni. Okulun kütüphanesine onun adını vermekten ayrıca gururluyum. Laboratuarın adını da analığın adını koyduk. Böylece ben bir hayalimi gerçekleştirmiş oldum.
Anılara daldı mı insan sözün sonu yok… Son bir iki şey eklemek istiyorum müsaadelerinizle…
Hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin lütfen… Evet, benim hala hayallerim var çocuklara dair. Mesela, 23 Nisanlarda daha çok çocuğun yüzü gülsün istiyorum… Kimin, neden ve nasıl 23 Nisan’ı çocuklara armağan ettiğini bilsinler, anlasınlar, anlatsınlar istiyorum. Her çocuk kendi adını taşısın ve eğitim alabilsin istiyorum bu topraklarda… Her çocuk bir düş kurabilsin ve o düşün peşinden gidebilsin istiyorum. Biliyorum benimki karaya vurmuş denizyıldızlarının hikayesi ama her bir denizyıldızının onu tekrar denize atmaya gelecek insanı beklediğini bilerek, sırtımı dönüp gidemem ben… Lütfen sizler de gitmeyin… Ve unutmayın denize atılan her bir denizyıldızı, kurtarılan bir hayattır aslında…”
Köye gelmeyeli uzun zaman olmuştu ve bu defaki gelişim davet üzerineydi… Köyün girişine gelince heyecanım iki kat birden arttı. Kahvenin önünden geçerken eski tanıdık yüzleri görmek, onların gözündeki parıltıyı yakalamak çok mutlu etmişti beni. Şirketimin yaptıracağı okul binasının açılış töreninde, açılış konuşmasını benim yapmamı istemişlerdi ve kendinizi kısaca anlatın demişlerdi. Yol boyu, konuşmamı yazayım dedim ama sonradan doğaçlama olmasının daha samimi olacağına karar verdim. Kürsüye çıktığımda ve bütün köyü karşımda görünce kadınlı, erkekli, çoluk çocuk; nereden, nasıl başlayacağımı bilememiştim ama sonunun ne olması gerektiğini biliyordum. İnandığım ve söylemekten asla vazgeçmeyeceğim cümleyle bitirecektim konuşmamı: Denize atılan her bir denizyıldızı, kurtarılan bir hayattır aslında.