Senden gelecek bir haberin tarifsiz sıkıntılı bekleyişiyle kıyaslanır mı bilmem ama kıyıda terk edilmiş bir sandalın sonbahar aşıklarını bekleyen hallerinden birinde, tam da gün ortasında, sağanak bir yağmurun içime yağışını seyrediyorum, kederle...
Yorgunluktan ve ıslanmaktan ağırlaşan yüreğimin soluklanacağı bir limana, şaşalı yelkenim olmayışından alınmayışımı çok da sorun yapmadan, hız yapmaya müsait olmayan motorumun çıkarttığı yüksek desibelli pata pata sesleri içinde, arkamı dönüp de giderken, aklımda karşı kıyıdaki köhne barakanın yıkık dökük tahtalarından birine tutunmak vardı...
Bekleyip beklemediğini anlayamadığım halinden biraz şaşkın, hallice meraklı koşuşturmam seni ürkütmüş olacak ki, başının ağrısını bahane edip kuytulara çekilmen, sonra da kapılarını teker teker kapatışına şahitliğim mahkemede sayılmadı delilden...
Hakimin gözyaşları içinde, benim sana gelişimi resmedişimi kendi babasına sarılışı ile eş tutmasına değildi alık alık bakışlarım, ben hakimlerin de gözyaşları olabileceğini hiç düşünememiş oluşuma tuhaflaşmıştım...
Mahkeme duvarlarında asılı duran tablonun bana çağrıştırdıklarını kaleme almayı düşündüğümde, delilikle masumiyet arasında sıkışıp kalan ince çizginin, ne kadar daha inceltilebileceğine odaklanmış olan kısık gözlerimin görebildiği son noktada, gözlerinle beni seyrediyor oluşun içselleştirmekle eş değerdi benim için...
Kararsızlığım; senin mi beni, benim mi seni içselleştirdiğim noktasındaki soruların yarattığı doğal bir afetken sadece, beynimi etkileyeceğini sandığım tusinaminin artçı dalgaları yüreğimin kıyılarına vurduğunda, şezlongları savrulmuş turistik bir sahil kasabası gibiydim...
Herkesin terk ettiği kumsalımda, senden gelecek bir haberin tarifsiz sıkıntılı bekleyişiyle kıyaslanır mı bilmem ama kıyıda terk edilmiş bir sandalın sonbahar aşıklarını bekleyen hallerinden birinde, tam da gün ortasında, sağanak bir yağmurun içime yağışını seyrediyorum, kederin dışa vurumunun yasak olduğu bir yerde, yağmursuz topraklar gibi çatlamışım da kalmışım gibi...
Sabah; güneşli ve güzel... Sabah; senli benli hallerin akılla yürek arasındakimedcezirlerini seyre dalma, o medcezirlerin, kendini aşan bir cesareti barındırma isteğinin ve o halleri yarınlara taşıyacak umutları yeşertme çabalarının ve içinde herşey olan bir sürü şeyin düşünülüp esintili bir bahar sabahında makinadan yeni çıkmış çamaşırların efil efil kurumaya bırakılması için, tek tek akıl ve yürek iplerine asılmasının yorgunluğunda... Rüzgar henüz devam ediyor.
O sırada, medcezirlerimi uzaktan seyretmeye karar veriyorum. Sevdiğim kanallardan birinde, kapana sıkıştığı için sol kolunu kaybeden Cesur ve 12 saçma ile kör kalan Umut selamlıyor beni, doğalarında olmayan bir çaresizliği koca bedenlerinde taşırken, boz renklerini yaşadıkları topraklardan mı aldılar diye kafa yoruyorum, onlarsa hayata tutunduklarını gösteren oyunlarından kafalarını kaldırıp, bakıyorlar yüzüme... Bir şey demek ister hallerine takılıyorum. O anda anlasam da, ipteki çamaşırlarım henüz nemli...
***
Çocukken en sevdiğim şeydi sirke gitmek... Çocuktum, ben onların sadece fotoğraflarını çekiyordum ve eğleniyordum, onların çektikleri acılardan habersizdim ve onların yaptıklarından eğlenmediklerinin farkında bile değildim.
Büyüdüm. Büyürken acılar çektim.
Ayıların bizleri eğlendirmek için çektikleri acıları gördüm. Hele ki bu sabah seyrettiğim belgesel mıh gibi kazındı aklıma: Ben henüz acı çekmemiştim.
Öğrendim ki; geleneksel Çin tedavisinde kullanılan safralar, ay ayılarından alınıyormuş. Cendereye sıkıştırılmış bedenleri ne kadar uzun süre aç bırakılırsa o kadar çok salgı üretimi oluyormuş. Bir kataterin bedenlerine monte edilmesi sonucunda yaşadıkları 10, 15, 25 yıllar boyunca, mezar büyüklüğündeki bir kafesin tabanına sıkıştırılmış olarak yaşayan ay ayılarının korkunç işkencelerle ölüme terkedilmeleri kendime getirdi beni.
Çektiğim acıları teker teker sildim, acılarım listemden... Hepsini deneyimlerim listeme aldım. Acılarım listem bomboş duruyor şimdi. Dedim ya, mıh gibi kazıdım: Ben henüz acı çekmemişim.
***
Belgeselleri seviyorum, yaşamın içinden oldukları için, yaşama ayna tuttukları için seviyorum. Düşündüm ki, pazar günlerinin vazgeçilmezi Danny Kaye ile büyüdüğüm için sevdim klasik müziği ve cazı belki, ve ailem belgesel seyrederken gözümün ucu, oynadığım oyundan kaçıp ekrana takıldığı için yaşamdan olanı seviyorum sanki...
Artık büyüdüm; sirklere hayvanlar varsa gitmiyorum, onların tercihi olmayan ve doğalarına aykırı hareketlerini, kendi bilinçleri ile seçmeme hallerini seyretmeyi bir keyfe dönüştürebileceğimi sanmıyorum. Ve acı çekmenin kendi tercihi olmadıkça eğlenceli bir tarafı olabileceğine de inanmıyorum.
Sadece insanlardan oluşan gösterilere gidilmeli diye düşünüyorum. Öyle güzel sirkler var ki... Cirque Du Soleil mesela...
Hayvanlı sirklerin sahnelerinde altın tozu var diyordu seyrettiğim belgeselde, altın tozuna kanıp sahne arkasındaki acıları unutmadığımız bir yaşam dilerim hepimize...
seni düşlüyorum... elma ağaçlarının çiçeklenmiş dalları arasında elinde kitabın
keyfini bozmak istemiyor halimle oturuyorum evimizin tahta basamaklarında
güneş yüzüme vuruyor yüreğinin sıcaklığını
uzaktan, çok uzaktan seyrediyorum seni
bir gülümseme yakalıyorum yüzünde
an'lık
okuduğun herneyse beni hatırlattı diye geçiyor içimden
gelip boynuna sarılıp öpmek istiyorum seni
keyfini bozmak istemiyor halimle oturuyorum evimizin tahta basamaklarında
mürdümler geç çiçek açtı diyorum içimden
duyuyormuş gibi cevap veriyorsun bana kirazlar da öyle...
nerden bildin ne söyledim kendime diyorum
seni düşlüyorum keyfini bozmak istemiyor halimle
oturuyorum elma ağaçlarının çiçek açmış dallarının dibinde güneşin ısıttığı bedenimi sana yaslıyorum uzaktan, çok uzaktan diyorsun... seviyorum seni diyorum seviyorum seni diyorsun uzaktan çok uzaktan
duyuyoruz birbirimizi
__________________________________
mesafelerin ve anların aşkınızın keyfini bozmadığı bir düşe dönüşmesi için izin verin: kendinize yüreğinize sesinize