Dedemin lokantaları varmış. Tanımadım, ama çok isterdim tanımayı, o mutfaklarda yamaklık yapıp, ustalaşmayı. Annem geçenlerde siyah beyaz bir fotoğraf bulmuş, av lokantası önünde dedem, yanında avcı, elinde tavşan. Av meselesi biraz düşündürücü benim için. Etçil olup, hayvanlar konusunda içi sızlayan ben, en büyük riyakarlığı yapmama sebep damak tadımla vicdanım arasında sıkışıp kalıyorum her seferinde.
Gene de o lokantada büyümeyi isterdim doğrusu. Hikayeler bol, mesela annemin her seferinde sefer tası ile gönderildiği lokantadan bamya ile dönmesi, dedemin mahallenin delilerine, meczuplarına ayrılmış masasında, karşılığı bazen yarısı içilmiş bir sigara, bazen bir kuruşa yedikleri yemekler sonrasında "usta bu sefer yağlı olmuş, olmasın bir daha giderim başka yere bak" diye çıkışmaları, dedemin av lokantasına gelen Selahattin Pınar'la sohbetleri, annanemin udi oluşu ki, ben bir fotoğraftan öğrendim mesela, halbuki dinlesem, ne zenginlik... Hikaye bol, bol olmasına da dinliyorum işte sadece, oysa yaşasam... Diyorum ya, ne zenginlik.
Siyah beyaz fotoğraflarda kaybolmuş gibiyim bu günlerde. Yaş kemale erince, insan o eskinin kokusunu özlüyor galiba. Dokusu yumuşak, duygusu yoğun o çocukluk, gençlik halleri ve hikayeleri bir başka oluyor.
Gen çekiyor her halde, mutfakta olmayı severim, yemek hazırlamayı, sofralar kurmayı... Seçilmiş abim, kulakları çınlasın, misafire balık, bize gelince hep makarna der, beni kızdırır. Oysa ki makarnalarım da pek meşhurdur. Bir İtalyan değilim ama bu konu da mütevazi hiç değilim. Uzun zamandır yazmadığım için, kaçan perileri kovalamaktan yorgun düşüp, blog okuyayım dedim, bu arada sağ olsun deeptone da dürtmüş, hey hey diye... Dedim peri yok, olsa ne ala. Sonra Laparagas'ın yazarı Buraneros, sevgili, kıymetli komşuma uğradım, döktürmüş gene, Makarna Üç Adım; konu mühim bir yerde düğümleniyor benim için; makarna! Ah ne ala sofralar kurulur sayesinde... Başladım yorum yazmaya, nasıl akıyor klavye, nasıl bir coşku içimde, konu mühim dedim ya; makarna ve ille ki yancısı şarap bu aralar fena halde hasretliğim.
Yüzümde bir gülümseme, kayboldum yine kelimelerde, sokaklarda ve lezzetlerde. Anılar geldi ardı sıra, Cadde ve makarna... Roma ve şarap... Trastevere ve şarap... Makarna ve şarap...
Bir ara epey makarna şarap sevdalısı olmuştum. Özellikle bir markanın tagliatellesi ile versiyonlar deniyordum. Ispanak, somon, eser miktar sarımsak ve krema, bol öğütme karabiber, üzeri için varsa Bergama tulum, parmesan alacak para o zaman yok tabi, zaten parayı yatırmışız füme somona.
Bir diğer versiyonum mantarlı fettuccini... of leziz mi leziz, mantar ille kestane olacak, yüksek ateşte 3 dakika, krema elbet gene baş rolde, Üzerine file badem ve elbette karabiber öğütme olacak, servis aşamasında ince kıyım maydanoz ve üzerine peynir, damak tercihi, illelik bir durum yok.
Her birinin yanına şarap eşlemesi mühim. Lezzeti katlıyor, kesin bilgi.
Elbet hoş bir sohbet, sohbetin uzaması ihtimaline nazır abartısız bir peynir tabağı. Bir kaç mum, gözü yormayan bir ışık, mümkünse yandan ve tavana doğru, sakin bir müzik, baskın olmayacak elbet, fonda, içi ısıtacak sohbeti yakmayacak "cozy jazz"
Desene kadın git de kendi blogunda yaz :)))
Dememiş, ama ben dedim, kadın git kendi blogunda yaz.
Bu aralar alerjik bünyemin başıma açtığı dertleri bertaraf için uğraş veriyorum. Bilin bakalım neler yasaklı listesinde; gluten, süt ürünleri ve maya... Dikkatinizi çekerim, gluten makarna ve türevleri demek, maya desen şarap ve süt ürünleri demek peynirler de yasak listesinde demek, hem de her çeşidi... Benim bünyenin bu duruma tepkisi, hüzün denizlerinde boğulmak hissinin bedenimde yarattığı sıkışma sonrası tatsal travma. Aklıma bin türlü makarna tarifi geliyor, binbir çeşit peynir tabağı düzenliyorum ve pahası neyse ödeyip en sevdiğim şaraplı bir gece organize etmek için adeta yanıp tutuşuyorum.
Hiçbirini yapamayıp, "cozy jazz" dinleyip, iç geçiriyorum. Lahanadan, iznim olan haftada 2 kaşık probiyotik yoğurtla coleslaw yapıp, haşlanmış brokoli tüketiyorum. Alerjim ile akraba olacak kıvamda küfürleri ardı ardına sıralayıp dövülmüş karanfil, karabiber, çubuk tarçın, taze zencefil ve toz zerdaçallı içeceğimi soğutup, Gent birahanelerinde içtiğim biraların anılarıyla avunuyorum. Tropik sahillerin hayalleri ile uykulara dalıyor, çetin yüce dağların zirvelerinden aşağılara kendimi atmak üzereyken, haşlanmış yumurtalı, 10 zeytinli renk ahenk kahvaltı salatamla göz göze geliyorum.
Rakı sofralarının unutulmaz zeytinyağlıları ile derin sohbetlere dalıyor, mezelerin ardından içli bir ağıt yakıyorum. Hepi topu 21 gün kahvesiz geçecek günlerin acısıyla içimi karartıyor, çayı bile özlemle anarken kendimi aynalarla konuşurken buluyorum.
Velhasıl, nesilden nesile anlatılacak bir dede torun hikayesi ihtimali varken, dedemi ve lokantalarını hiç göremediğim için, makarna şarap hikayeleri anlatıp, alerjik bir son ile aşçılık kariyerimi glutensiz yulaf tariflerine heba ediyorum.