08 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 2

Paltomu alıp binayı terk ederken, camda asılı kalan gözlerini yüreğine koyduğunu fark ediyorum. Karda uzun uzun yürümeye karar veriyorum. Her yanım ıslanıyor, üşüyorum. Bazı vazgeçişleri ve bazı kalışları anlamıyorum. Camdan belli belirsiz duyulan şarkıyı biliyorum, bu şarkıyı her seferinde onun için, elinde kadehle dinlediğini biliyorum. Onun bu arabesk hallerine şaşırsam da, evine gitmek istemeyişini anlıyorum.

Söz ettiği kadını tanıyorum; gerek hocanın asistanı oluşumdan gerekse uzun sohbet gecelerinden zamanla arkadaşlığa dönüşen tanışıklığımızda, hoca ile paylaştığımızdan fazlasını paylaşıyoruz zaman içinde onunla. Kadın olma ve kadının kadını anlama hallerinden belki, daha çok sır var paylaşılan ve gömülen aramızda. Neredeyse benden 20 yaş büyük ve hocayla da arasında 2-3 yaş var ya da yok. Hoca ile tanıştıklarında, diğer bir anabilim dalında asistan o. Hiç evlenmemiş. İstemiş ama ilk ve tek aşkı da yarım kalmış. Biri kısmetimi bağladı diyor kahkahalar atarak, geriye inanacak bir şey kalmadığını vurguluyor kahkahaları anlıyorum.

Dilimin ucunda şarkıyı mırıldanırken, düşünüyorum:






Kadının bir gün önce, "neden onunla denemiyorsun" dediğimdeki "çünkü boğuyor beni"sine takılıyorum. Kendine güvensiz her sevdalının karşısındakini boğduğunu fark ediyorum. Yüreğinde yaraları kapanmamış bir insanın severken, karşısındakini hırpaladığını fark ediyorum. "Peki sen neden ona güvenmesi için bir şans tanımıyorsun, neden o adamı hayatından çıkartıp, onun sana güvenmesini sağlamıyorsun" dediğimde, yüzü değişiyor, gözlerini bu sefer pencereye asılı bırakan o oluyor. "Ben onu hayatımdan çıkartmak istemiyorum ki. Gün içinde aramasını, sormasını, sesini duymayı seviyorum, hayatımda kalsın istiyorum. İnan artık aşık değilim ben ona ama seviyorum. Ama o bunu anlamıyor, benim üzerimde bir baskı kurarak, onunla arkadaşlığıma laf ederek, sürekli üzerime geliyor. Sanki ben aşıkmışım hala gibi, değilimi anlamıyor". Karşımda o anda, 15 yaşında gözü yaşlı bir kız çocuğunun aldığı ilk aşk yarasından geriye kalan halleri resmediliyor. İçim ona ardı ardına sorular soruyor; en çok "sen acıtılsaydın bu şekilde belki sen de benzer bir davranışı sergilerdin, bilemezkin ki" demek istiyorum ama susuyorum, anlamaya çalışarak dinlemeye devam ediyorum. Sesinin yükselmesinden fark ediyorum ki; onun da baş edebildiği bir durum değil bu. "Biliyorsun değil mi, kendi mutluluğun için birinden vazgeçmen gerek." diyorum. "O beni boğuyor" diyor. O zaman anlıyorum. Kendi davranış biçiminin yol açtığı bu durumun faturasını sadece ona kesiyor. O faturanın bedeli öyle ağır ki, ne faturayı kesen, ne de faturayı ödeyecek olan bu yükü kaldıramıyor. "Belki de onu yeterince sevmiyorsun" diyorum. "Vazgeçeçek kadar değil, evet" diyor.  Sinan'ın sözleri aklıma geliyor,



 - İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır.-

O konuşmaları hatırladıkça, adımlarım hızlanıyor, yağan kara karışan öfkem giderek katlanıyor. Kafam karışıyor, aklım almıyor. Bu; ne yardan ne serden vazgeçemeyişlere benim yüreğim katlanmıyor. Bencilce bir durumu ortaya koyma hali gibi geliyor, ben buyum arkadaş seversen ya böyle seversin ya da kapı orada halleri benim sevgi anlayışımla bağdaşmıyor.  Öfkem yağan kara karışıp, giderek sulu sepken bir hal alıyor. Ağlamaklı halim beni çileden çıkartıyor. Öfkemi bastırabilmek için, ayağımın altındaki beton ile aramda kalan kara daha sert, daha sert, daha sert basıyorum öyle ki, ayaklarım bileklerinden itibaren ağrıyor.

Arabama biner binmez beni sakinleştirecek radyo istasyonunu açıyorum. Nisan'da katılmayı planladığımız, Cape May Jazz Festival'i hayal ederek, müziğin ritmine kendimi kaptırıyorum. Yol boyu, sevmek biçimleri, halleri, yaraları üzerine düşünüyorum. Dışarıda kar yağıyor, ben üşüyorum.




__________________________________________________________Devam Edecek...
Dil ucunda mırıldanılan şarkı / Gücüm Yetene Kadar

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 1

Ocak 2001, 3 yıl sonra...

Doçentlik yemeğinden beri hocama uğramamıştım. Neredeyse, 10 gün olmuştu. Bu bizim için uzun bir süreydi. O akşamüstü; ofise uğradım. Camın hemen önündeki küçük yuvarlak masaya oturmuş hem konuşuyor hem de yağan karı seyrediyorduk.  Sinan'ı sordu, yaklaşık bir yıldır aynı evde yaşıyorduk, herşeyin yolunda gidiyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirip, çok yakışıyorsunuz, çok deyip duruyordu. Gözlerine baktım, ulaşılmaz karlı tepeler gibi soğuktu, ulaşılmaz karlı tepeleri aydınlatan ışık hüzmeleri sanki yok olmuştu. Bir sis perdesi, olanca lacivertliği ile insanı hapseden ve kolay kolay insanın kendine gelmesine engel olan o gözlerini kaplamıştı. Yine oradaydı, yine o çıkamadığı labirentte bir yana bir bu yana, kapana kısılmış bir fare çaresizliğinde, sonunda pes etmiş ve bir köşeye sinmişti. O köşe; aslında ne zaman daralsa, ne zaman bir nefeslik canı kalsa sığındığı limanıydı.

Kasım Hoca, yıllar öncesinin o gizemli telefon konuşmasını, bir gece Sinan'ın da olduğu bir ortamda uzun uzadığa anlatmış, hem benim, hem Sinan'ın ağzını bir karış açık bırakmıştı.


"Bir gün onun makalesi üzerinde çalışıyorduk. O adam geldi. Ben o zaman evliydim. Onu öyle çok seviyordum ki, boşanana kadar onunla ilgili hislerimi söylememeye ve onu incitmemeye karar vermiştim. Boşanma davası sürüyordu. O gün öğle yemeğine beraber gittik. O zaman fark ettim ki, adamın ilgisi var, bizimki de yeni yetmelerin flörtöz pozlarıyla saçını bir omuzdan bir omuza atıyor. O adam onunla ilgilenirken ve ben henüz boşanmaışken ve üstelik, eski eşimin ne seninle nesensiz tavrı nedeniyle boşanmamnın ne zaman sonuçlanacağı belli değilken,  seven gözlerimin daha fazla acımaması ve yüreğimin az önce alev alan benzin misali bedenimi de sarmaması için bir bahane uydurup, kalktım masadan. Günler sonra, bir akşam yemeği programını ve heyecanlarını bana anlattırken, elimde tutamayacağım bir sevdanın, gitmesine göz yumdum. Zaten başka ne yapabilirdim ki... Günlerce tek kelime konuşmadım kimseyle, adeta yaşama küsmüştüm. O zaman fark ettim, ben aslında aşıktım. Ya da ben adına aşk diyorum. Aylar sonra adamın evli olduğu çıktı ortaya. Ağlayarak bana geldi. Saatlerce teselli ettim. Omzuma koydu başını, eğer ten denirse, değmişti işte... İlk defa saçının kokusunu o zaman duydum. İçime öyle bir çektim ki... Şimdi bile duyarım... (Gözlerinin dalışından, susuşundan anlaşılıyordu, o anda orada o kokuyu duyuyordu, sessizce bekledim.) Günlerce kendine gelemedi. Günlerce ağladı. O adama çok aşık olmuştu. O adamı çok sevmişti. O adama çok inanmıştı. Yanından hiç ayrılmadım. Boşanma davası sonuçlanır sonuçlanmaz onu ne kadar sevdiğimi söyledim. Şaşırdı hlaliyle... Dona kaldı. Yüzüme baktı. Gözlerimin içine... Menekşe gözleri içimi yaktı. Ben de seni seviyorum ama senin gibi değil dedi. Keşke demeseydi... Keşke demeseydim..."


Sinan'la o gece üzerine bir daha hiç konuşmadık. Dağlar kadar güçlü adamın, okyanuslar kadar sonsuz hüznünde boğulmayı göze alamadık.


O gece o camın önünde, yine benzer bir okyanusa açmıştı yelkenlerini,  yalnızlık gücünü iyiden iyiye tüketmişti, karşılığı olamayacak bir sevdaya düşüşten kurtulamayışına bir yanı öfkeliydi, öfkesi derin maviliklerde yelken alırken kabaran denizler gibiydi. Ve sevdası, ne olursa olsun onu karaya ulaştıracak dümeniydi. Bırakmıyordu... Bırakmayacaktı. Gücü iyiden iyiye zayıflamıştı. Neredeyse ayık gezdiği gün sayısı kalmamıştı. Öğrenciler şikayetçi bile olmuşlardı. Hocama baktıkça, bir sevdanın bir insanı bitirişindeki diş izlerini görüyordum, kemirilen sadece yüreği değildi üztelik.  Biz sevdaları çoğaltan olarak bellememiş miydik? 


İşten çıkıp servise doğru yürüyen kalabalığın içinde onu gördük; hoca, gözleri ile bir süre takip etti sevdalısını, ta ki gözden kayboluncaya dek. Üzgündü. Alışa geldik bir tartışmaya teslim etmişlerdi herşeyi. Ama çekip gidemiyordu işte. Duruyordu. Durdukça küçülüyordu. "Sen bilir misin" dedi "karşındaki seni hor görürken sevmeyi, bilir misin ne çok acıtır." "Neden gitmiyorsun" dedim, "gidemem" dedi, "gidersem yaşamın bir anlamı kalmaz. 64 yaşındayım. Beni hayata bağlayanın o olduğunu fark ettim. Yaşamak için elimdeki tek neden o. Bilmediğim denizlere açılacak kadar güçlü değil ki artık gövdem ilk rüzgarda alabora olur devrilirim." Titriyordu. Sanırsın dışarının lapa lapa karları üzerine üzerine yağıyordu. 

O bildik suların bildik fırtınalarını daha önce nasıl atlattıysa öyle atlatacaktı bundan sonrakileri de, çünkü bu denizi; rengini, kokusunu, rüzgarını, öfkesini, sığ yerlerini, derinlerini avucunun içi gibi biliyordu. Ya da bildiğini sanıyordu.

17 yıllık evliliğini bitirmişti ama bir kez bile elini tutmadığı bir kadına hayır diyemiyordu. Bunu anlamakta güçlük çekiyordum. Bitirip, arkadasını dönüp gidemiyordu. Yeniden başlayamıyordu. Takılmış bir plak gibi sürekli, "Emek verdim" diyordu, sorum hep aynıydı; "Karına emek vermemiş miydin?", "o başka" diyordu. Onun akademiadaki gücünü, saygınlığını ve başarılarını düşününce, içinde bulunduğu bu kısır döngüye bir anlam veremiyordum. Ama sonra gözümün önüne, sağ eliyle sol yanını tutuşu geliyordu. Susuyordum, bir damla gözyaşımın içime akmasına engel olamıyordum.

Hocama baktım, uçsuz bucaksız ovalara bakar gibi, uzun uzun baktım. Anlamaya çalışarak, anladığımı sanarak baktım. O da bakıyordu. Belli ki o da anlamaya çalışarak, anladığını sanarak bakıyordu. Kadın gözden kaybolduktan sonra bile gözleri pencerede takılı kaldı. Boşlukta sallanıyordu. Birden bire düğmesine basılmış bir plak gibi, kaygılı, titrek ve sızan bir sesle konuşmaya başladı:

"Ne garip düşünsene, o da ben de aşığız ve yanyanayız ama birlikte değiliz. Düşününce komik geliyor."

"Bildiğimden beri komik gelmiyor bana" diyebildim. "O, adamdan hiç vazgeçmedi biliyor musun?  dediğinde, "Biliyorum" diyemedim. Çok istedim ama diyemedim. Ben birşey demeyince o devam etti. "Ben de ondan... Defalarca giderim dedim ama bir kere bile gidemedim. Artık gitmeyeceğimi biliyor, o yüzden bunu yapıyor bana, ya da belki de o gidemeyeceği için benim gitmemi bekliyor."

"Böyle yaşanmaz ki" diyorum. "Artık onsuz yaşayamam ki" diyor. Gözleri; soğuktan sıcağa girildiğinde buğulanan gözlük camları gibi oluyor, artık ona dair hiç bir şey görülmüyor, o artık hiç bir şey görmüyor.

Binanın ışıkları tek tek kapanırken, "Bir biz kaldık" diyorum, "sen git" diyor. Eve gitmeyecek misiniz diyorum, "ev içinde bir nefes daha olunca anlamlıdır" diyor. Oysa ben o evi ne çok severim... Hele de o çatı katını. Dudaklarıma doğru inmek üzere olan o sıcak gülümsememe engel oluyorum. Ben eşyalarımı toplarken, o dolabından bir vokta çıkartıyor. "Gece soğuk ve uzun" diyor gülümseyerek. "Gece soğuk ve uzun" diyorum gülümsemesine karşılık vererek. "Okunacak makaleler de azaldı" diyor, "Sizin için diyorum, benim yolum daha çok uzun"


___________________________________________________Devam Edecek...
Fotoğraf / devianART

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 4

Sinan; bir yıla sayısız uçak yolculuğu ve kent sığdırabilen bir dergi fotoğrafçısı olarak boşanma sürecini ve sonrasını kolayca atlatmak için İngiltere'ye yerleşmiş ve bir süre çalışmalarına orada devam etmişti. Sosyal Antropoloji okurken para kazanmak için başladığı amatör fotoğraf tutkusunu mesleğe dönüştürmesinde en büyük destek ilk eşinin reklam sektöründe çalışıyor olması olsa da, avantajını doğru değerlendirerek, alanının ilk akla gelen isimlerinden olmayı başarmışdı. Sancılı ayrılık sürecinde önce işleri boşlayıp, ardından da kapıyı vurup İngiltere'ye gitmesi, dedikoduyu seven magazin basını için bol malzeme yaratsa da yerleştiği Sandhurst Kasabasında kendi deyimi ile hayata başka bir pencereden bakarken, Türkiye'de olanlar umurunda bile değildi. Kasım Hoca ile arkadaşlıkları sitenin Geleneksel Av Hayvanları ve Şarap Partisindeki muhalif tavırları ile başlamış, ikisinin de dalma tutkusu ile güçlenmiş ve Sinan'ın boşanma sürecinde abi kardeş ilişkine dönüşmüştü. Sinan, Kasım Hocaya inanılmaz bir saygı duyar, Kasım Hoca da onun mesleğindeki başarılarından övgüyle söz ederdi.


Sinan, yaklaşık iki yıl yaşadığı İngiltere'den döner dönmez Gümüşlük'te bir butik otel açtığında Hocası Sıla'ya gitmeleri konusunda ısrarcı davranmış ama hayat denk gelmemişti. Zaten bir yıl sonra da Sinan; İstanbul'a olan özlemi ağır basınca otelin devrini yapıp; yarım bıraktığı yerden yeniden başlamak üzere acılarını gömdüğü o eve dönmüştü.

Kasım Hoca, daha o sabah "biliyor musun bizim Sinan dayanamamış dönmüş... Ben sana demedim mi gidelim diye.. Bak ayağımıza geelen fırsatı kaçırdık" diyerek sitem etmişti... Kızdığında hep aynı cümleyi kurardı "hıh, bir de genç olacaksın, ben sana diyorum kariyer de bir yere kadar, yaşa, hayatına bak. Yaş alıp gidiyor başını..., bir yanını eksik bırakmyacaksın, hele de bu sol yanınsa..." Bu sol yanı meselesi hep kısık, titrek ve ürkek bir sesle çıkardı Hocanın ağzından... Kasım Hoca, ne zaman derin bir sessizliğe gömülse, sağ eliyle sol yanını tutardı, elinde en sevdiği oyuncağını sıkı sıkı tutan çocuğun gözlerindeki endişe gelir kurulurdu bakışlarına. Sıla her seferinde, içine bir damla yaşın akmasını anlamazdı.



__________________________________Devam Edecek...

07 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 3

“ - İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır.- Epikuros'un bir sözüdür, duyduğum ilk gün kazıdım aklımın duvarlarına. Epikuros felsefesinin temelini, yiyelim içelim, çünkü yarın öleceğize dayandırsa da ve her insan ömründe en az bir kez bu sınıra dayansa da, temel sorusu  -Bu benim şu anki keyfime katkıda mı bulunacak yoksa keyfimi azaltacak mı- olan bir felsefeyi baş tacı etmem mümkün değil... "

Mutfağa yeni bir şarap açmak üzere giden Sıla, Sinan'dan etkilendiğini fark etti. Hassasiyetlerden konuşurken ve eşi ile yaşadığı ayrılığın sancılarını aktarırken nasıl olup da dönüp dolaşıp felsefeye dayandırmıştı konuyu. O gece Sinan'ının gelişi, çok şeyi değiştirecekti; Sıla yüreğinin atışlarında bile hissediyordu değişimin ılık nefesini.

Sinan az önce kapıyı sinirle çarpıp gelmiş olmanın etkisi ve henüz yatışmamış öfkesinin verdiği enerji ile söze devam etti:  "Biz insanlar olan bitenle değil, olup bitene yüklediğimiz anlam üzerinden düşünürüz. Şöyle düşün, sen kendi hassasiyetinden bir konuya yaklaşıyorsun, karşındaki bir davranışı öylesine içinden geldiği gibi yapıyor, herhangi bir art niyet falan yok, yapıyor işte. Ama sen, kendi yüklediğin anlam üzerinden, durumu değerlendirip, bir de faturayı kesiyorsun. Sonra hem fatura kestiğine yanıyor hem de o faturayı ödemedi diye karşındakini suçluyorsun." 

Sinan'ın ilk başta ukala gelen tavrına giderek ısınan Sıla bütün geceyi, Sinan'ı dinleyerek geçirdi. Bir düş ülkesinden çıkıp gelen prens gibiydi Sinan. Hocasıyla tartışmaları, hayat üzerine kurdukları felsefi cümleler ve ta hayatın içinden küfürlerle atılan kahkahalar o geceyi bir masal gecesine çevirmişti.

Sinan evden ayrılırken, kalan yarım şişe şarabı yanına aldı; Kasım Hoca kapıyı kapattıktan sonra dolu dolu bir kahkaha ile salona döndü: Eşoğlu eşek herif benim keyif şarabına köpek öldüren muamelesi yapacak iyi mi?

Sıla, "Bazen, köpek öldüren de pek ala bir keyif olabilir" diyerek, evin çatı katında bulunan konuk odasına doğru yöneldi. Kasım Hoca'nın çalışma odası ile yatak odasının hemen yanından yukarı çıkılan döner dar merdivenden yukarı çıkarken, Hoca'sının "alem heriftir bizim Sinan" deyişine sessizce gülümsedi.

Sıla yatağa uzandığında, Sinan'ı düşündü. Sinan'a aşık olabilirdi. Ses tonu kulaklarından gitmedi. Hele kahkahkahaları, nasıl da yakışıyordu gözlerine. Gözlerini kapadı, yüzü yüzündeydi; gülümsedi. Sıla Sinan'dan çok etkilenmişti, fakat muhtemelen Sinan, Sıla'nın sıkıcı biri olduğunu düşünmüştü. Ne de olsa bütün gece söyleyebildiği kelimelerle ancak  kesik kesik cümleler kurabilmişti. Aradaki, 'hımmları', 'aaaları' ve de 'gerçekten mileri' de sayarsak galiba hepi topu 20 cümle kurmuştu. Bir ara, Sinan'ın Hocaya, sen elma demek için armudu olumsuzluyorsun, olmuyor hoca dedikten sonra, onu destekleyen gülüşüne bir anlam yüklediyse ne ala, yok eğer ona da bir anlam yükleyemediyse bir kez daha karşılaşsalar bile Sinan asla hatırlamazdı onu.

O gece, Sinan'a kapadı Sıla gözlerini.

_____________________________________ Devam Edecek...

06 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 2

Yağmurlu günlerden birinde; Sıla ve hocası, hocanın evindeki çalışma odasında, kalın, ahşaptan 12 kişilik bir masanın üzerine yayılmış; yılın en önemli uluslararası kongresinde sunacakları makaleye ilişkin litaratürü tarıyorken, telefon çaldı. Telefonu açmak konusunda tereddüt eden Kasım Hoca, Sıla'ya baktı. Sıla nedense odadan çıkması gerektiği hissine kapıldı. Yaklaşık 12 yıldır birlikte çalıştığı hocasını hiç bu kadar tedirgin görmemişti. Kasım Hoca'nın sesi koridordan bile duyuluyordu; gergindi, mutsuzdu ve endişeliydi... Konuşmanın sonlarına doğru duyulur duyulmaz bir sesle "sevmiştim"i duyan Sıla bunun bir gönül işi olduğundan emin oldu. Hocasının bir sevgilisi, kız arkadaşı, aşığı... Nesiydi sahi ve niye bilmiyordu ki bunca zamandır? Eşinden boşandığını biliyordu, hiç görüşmediklerini de, hiç çocukları olmadığını da... Sadece limonlu dondurma yediğini, filtre kahvesiz güne başlamadığını, zeytinyağlı yemeklerden kerevizi, çorbalardan kremalı mantarı sevdiğini biliyordu da, bir kadından bahsedildiğini ya da daha önce konuşulduğunu hiç hatırlamıyordu. Mutfakta meyva tabağı hazırlarken, hafızasını zorladı... Bu bilgiye zemin oluşturabilecek herhangi bir tanıklığı da olmamıştı. Okul yıllarına uzanınca akıl, yüreğini harekete geçirdi. Nasıl da aşık olmuştu hocasına, onun o hayatı dolu dolu yaşamışlığına, birikimlerine, saygınlığına... Ne çok hayal etmişki kendisini, bir kongrenin bitiş kokteyline beraber gidişlerinde hocasının kolundaydı ve herkesin ona hayranlıkla ve kıskançlıkla bakışlarına tebessüm edişini ne çok çalışmıştı aynada... Hocasının sesi ile irkildi.

Çalışma odasına döndüğünde artık 60larına merdiven dayamış olan adamın yorgun yüzü ile karşılaştı. Koltuğa uzanmış, yere kadar olan camından Tarabya sırtlarına uzanan ufka bakıyordu, güneş batışının o muhteşemliğine her seferinde hayran olduğunu söyledi, fısıldar gibi... Sıla biliyorum hocam dedi, ilk kez denk geldiğimde günlerce etkisinden çıkamamıştım. Kasım Hoca, bu günlük yeter Sıla dedi, çalışmaya ara verelim, akşama kal istersen, Ayşe yemek için bir şeyler ayarlamıştır, beraber yeriz, tabi eğer programın yoksa.


Ayşe evin kadını gibiydi... Kasım Hoca eşinden boşandığından beri haftaarası 3 gün gelir; evi çekip çevirir, alışveriş yapar bir de yemek pişrirdi. Sıla'yı da pek severdi. Genç kızlığında evin hanımı bulmuştu Ayşe'yi. Boşandıklarında, öksüz çocuk gibi ortada kalacağını düşünmüş özellikle de Kasım Hoca'nın eşi, aile dostları Frencesco ile evlenip, Livorno'ya yerleşince... Ama  öyle olmamıştı: Kasım Hoca Ayşe'ye sahip çıkmış, düğününü yapmış, eşine üniversitede iş bulmuş ve böylece kendi yalnızlığına aile kılmıştı Ayşe'nin ailesini...


Salondaki şöminenin karşısına kurulan Sıla ve Kasım Hoca, bir yandan Ayşe'nin harika şeftalili tavuğunu yerken, her zaman ki gibi iş konuşuyor, akademianın dedikodusunu yapıyor ve çok eğleniyorlardı ve tabi bunda 2000 rekoltesi Chianti Classico Riserva'larını yudumluyor olmalarının payı büyüktü.

Kapının alacaklı gibi çalınmasından duydukları şaşkınlığı üzerlerinden atınca, kapıya koşan Sıla oldu. Kapıyı açması ile donup kalması da bir olmuştu... Kasım Hoca'nın kimmişine ses veren, Sinan'dı.

_________________________________ Devam Edecek...