08 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 1

Ocak 2001, 3 yıl sonra...

Doçentlik yemeğinden beri hocama uğramamıştım. Neredeyse, 10 gün olmuştu. Bu bizim için uzun bir süreydi. O akşamüstü; ofise uğradım. Camın hemen önündeki küçük yuvarlak masaya oturmuş hem konuşuyor hem de yağan karı seyrediyorduk.  Sinan'ı sordu, yaklaşık bir yıldır aynı evde yaşıyorduk, herşeyin yolunda gidiyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirip, çok yakışıyorsunuz, çok deyip duruyordu. Gözlerine baktım, ulaşılmaz karlı tepeler gibi soğuktu, ulaşılmaz karlı tepeleri aydınlatan ışık hüzmeleri sanki yok olmuştu. Bir sis perdesi, olanca lacivertliği ile insanı hapseden ve kolay kolay insanın kendine gelmesine engel olan o gözlerini kaplamıştı. Yine oradaydı, yine o çıkamadığı labirentte bir yana bir bu yana, kapana kısılmış bir fare çaresizliğinde, sonunda pes etmiş ve bir köşeye sinmişti. O köşe; aslında ne zaman daralsa, ne zaman bir nefeslik canı kalsa sığındığı limanıydı.

Kasım Hoca, yıllar öncesinin o gizemli telefon konuşmasını, bir gece Sinan'ın da olduğu bir ortamda uzun uzadığa anlatmış, hem benim, hem Sinan'ın ağzını bir karış açık bırakmıştı.


"Bir gün onun makalesi üzerinde çalışıyorduk. O adam geldi. Ben o zaman evliydim. Onu öyle çok seviyordum ki, boşanana kadar onunla ilgili hislerimi söylememeye ve onu incitmemeye karar vermiştim. Boşanma davası sürüyordu. O gün öğle yemeğine beraber gittik. O zaman fark ettim ki, adamın ilgisi var, bizimki de yeni yetmelerin flörtöz pozlarıyla saçını bir omuzdan bir omuza atıyor. O adam onunla ilgilenirken ve ben henüz boşanmaışken ve üstelik, eski eşimin ne seninle nesensiz tavrı nedeniyle boşanmamnın ne zaman sonuçlanacağı belli değilken,  seven gözlerimin daha fazla acımaması ve yüreğimin az önce alev alan benzin misali bedenimi de sarmaması için bir bahane uydurup, kalktım masadan. Günler sonra, bir akşam yemeği programını ve heyecanlarını bana anlattırken, elimde tutamayacağım bir sevdanın, gitmesine göz yumdum. Zaten başka ne yapabilirdim ki... Günlerce tek kelime konuşmadım kimseyle, adeta yaşama küsmüştüm. O zaman fark ettim, ben aslında aşıktım. Ya da ben adına aşk diyorum. Aylar sonra adamın evli olduğu çıktı ortaya. Ağlayarak bana geldi. Saatlerce teselli ettim. Omzuma koydu başını, eğer ten denirse, değmişti işte... İlk defa saçının kokusunu o zaman duydum. İçime öyle bir çektim ki... Şimdi bile duyarım... (Gözlerinin dalışından, susuşundan anlaşılıyordu, o anda orada o kokuyu duyuyordu, sessizce bekledim.) Günlerce kendine gelemedi. Günlerce ağladı. O adama çok aşık olmuştu. O adamı çok sevmişti. O adama çok inanmıştı. Yanından hiç ayrılmadım. Boşanma davası sonuçlanır sonuçlanmaz onu ne kadar sevdiğimi söyledim. Şaşırdı hlaliyle... Dona kaldı. Yüzüme baktı. Gözlerimin içine... Menekşe gözleri içimi yaktı. Ben de seni seviyorum ama senin gibi değil dedi. Keşke demeseydi... Keşke demeseydim..."


Sinan'la o gece üzerine bir daha hiç konuşmadık. Dağlar kadar güçlü adamın, okyanuslar kadar sonsuz hüznünde boğulmayı göze alamadık.


O gece o camın önünde, yine benzer bir okyanusa açmıştı yelkenlerini,  yalnızlık gücünü iyiden iyiye tüketmişti, karşılığı olamayacak bir sevdaya düşüşten kurtulamayışına bir yanı öfkeliydi, öfkesi derin maviliklerde yelken alırken kabaran denizler gibiydi. Ve sevdası, ne olursa olsun onu karaya ulaştıracak dümeniydi. Bırakmıyordu... Bırakmayacaktı. Gücü iyiden iyiye zayıflamıştı. Neredeyse ayık gezdiği gün sayısı kalmamıştı. Öğrenciler şikayetçi bile olmuşlardı. Hocama baktıkça, bir sevdanın bir insanı bitirişindeki diş izlerini görüyordum, kemirilen sadece yüreği değildi üztelik.  Biz sevdaları çoğaltan olarak bellememiş miydik? 


İşten çıkıp servise doğru yürüyen kalabalığın içinde onu gördük; hoca, gözleri ile bir süre takip etti sevdalısını, ta ki gözden kayboluncaya dek. Üzgündü. Alışa geldik bir tartışmaya teslim etmişlerdi herşeyi. Ama çekip gidemiyordu işte. Duruyordu. Durdukça küçülüyordu. "Sen bilir misin" dedi "karşındaki seni hor görürken sevmeyi, bilir misin ne çok acıtır." "Neden gitmiyorsun" dedim, "gidemem" dedi, "gidersem yaşamın bir anlamı kalmaz. 64 yaşındayım. Beni hayata bağlayanın o olduğunu fark ettim. Yaşamak için elimdeki tek neden o. Bilmediğim denizlere açılacak kadar güçlü değil ki artık gövdem ilk rüzgarda alabora olur devrilirim." Titriyordu. Sanırsın dışarının lapa lapa karları üzerine üzerine yağıyordu. 

O bildik suların bildik fırtınalarını daha önce nasıl atlattıysa öyle atlatacaktı bundan sonrakileri de, çünkü bu denizi; rengini, kokusunu, rüzgarını, öfkesini, sığ yerlerini, derinlerini avucunun içi gibi biliyordu. Ya da bildiğini sanıyordu.

17 yıllık evliliğini bitirmişti ama bir kez bile elini tutmadığı bir kadına hayır diyemiyordu. Bunu anlamakta güçlük çekiyordum. Bitirip, arkadasını dönüp gidemiyordu. Yeniden başlayamıyordu. Takılmış bir plak gibi sürekli, "Emek verdim" diyordu, sorum hep aynıydı; "Karına emek vermemiş miydin?", "o başka" diyordu. Onun akademiadaki gücünü, saygınlığını ve başarılarını düşününce, içinde bulunduğu bu kısır döngüye bir anlam veremiyordum. Ama sonra gözümün önüne, sağ eliyle sol yanını tutuşu geliyordu. Susuyordum, bir damla gözyaşımın içime akmasına engel olamıyordum.

Hocama baktım, uçsuz bucaksız ovalara bakar gibi, uzun uzun baktım. Anlamaya çalışarak, anladığımı sanarak baktım. O da bakıyordu. Belli ki o da anlamaya çalışarak, anladığını sanarak bakıyordu. Kadın gözden kaybolduktan sonra bile gözleri pencerede takılı kaldı. Boşlukta sallanıyordu. Birden bire düğmesine basılmış bir plak gibi, kaygılı, titrek ve sızan bir sesle konuşmaya başladı:

"Ne garip düşünsene, o da ben de aşığız ve yanyanayız ama birlikte değiliz. Düşününce komik geliyor."

"Bildiğimden beri komik gelmiyor bana" diyebildim. "O, adamdan hiç vazgeçmedi biliyor musun?  dediğinde, "Biliyorum" diyemedim. Çok istedim ama diyemedim. Ben birşey demeyince o devam etti. "Ben de ondan... Defalarca giderim dedim ama bir kere bile gidemedim. Artık gitmeyeceğimi biliyor, o yüzden bunu yapıyor bana, ya da belki de o gidemeyeceği için benim gitmemi bekliyor."

"Böyle yaşanmaz ki" diyorum. "Artık onsuz yaşayamam ki" diyor. Gözleri; soğuktan sıcağa girildiğinde buğulanan gözlük camları gibi oluyor, artık ona dair hiç bir şey görülmüyor, o artık hiç bir şey görmüyor.

Binanın ışıkları tek tek kapanırken, "Bir biz kaldık" diyorum, "sen git" diyor. Eve gitmeyecek misiniz diyorum, "ev içinde bir nefes daha olunca anlamlıdır" diyor. Oysa ben o evi ne çok severim... Hele de o çatı katını. Dudaklarıma doğru inmek üzere olan o sıcak gülümsememe engel oluyorum. Ben eşyalarımı toplarken, o dolabından bir vokta çıkartıyor. "Gece soğuk ve uzun" diyor gülümseyerek. "Gece soğuk ve uzun" diyorum gülümsemesine karşılık vererek. "Okunacak makaleler de azaldı" diyor, "Sizin için diyorum, benim yolum daha çok uzun"


___________________________________________________Devam Edecek...
Fotoğraf / devianART

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

An'a kazınandır senden bana kalan...
ANLAMLIDIR...

Teşekkür ederim sımsıcak yürekten bir tebessümle...