08 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 3

Sıla o akşam eve geldiğinde Sinan evde yoktu. Mutfağa girip akşam yemeği için bir şeyler hazırlamak istedi, dolabı isteksizce açtı. Sinan'ı arasaydı da dışarıda mı yeselerdi diye düşündü. Aklına, Sinan'a ulaşamadığı geldi. Hem zaten uygun olsa, Sinan beni çoktan arardı diye düşündü. Dışarı çıkmaya da enerjisi yoktu. Soğuk tüm enerjisini emmişti. Bilekleri hala ağrıyordu. Dolabı kapadı. Tezgahta, ahşap yuvarlak bir tabakta duran portakala takıldı gözü, turuncusu içini ısıtır gibi oldu ama yetmedi o kadar çok üşümüştü ki, eline aldı yemek istercesine, bıraktı. Marketten aldığı amasya elmaların; yeşiline, kırmızısına, beyazına takıldı. Hareketleri yavaştı. Tezgahta duran, içerisinde taze fındık, badem ve kabak çekirdeği olan yeşil silikon kapaklı beyaz porselen saklama kabına uzandı. Kapağını özenle açtı ve içinden birer ikişer seçerek, avucuna doldurdukları ile salona geçti. Bir tane badem yere düştü. Eğilip almak istedi, vazgeçti. Ayağı ile itmeyi ananesinin "ağlar sonrası" aklına geldiği için yapmak istemedi. Bir badem bile olsa, bugünlerde kimseyi ağlatmak istemediğini fark etti.

Sinan'ın telefonu cevap vermiyordu. Çekim uzamış olmalıydı. Salonda televizyon ünitesinin üzerinde bulunan dört adet tea light mumu yaktı, yeşil olanından bir elma kokusu salonu sardı.  Gelinciklerin olduğu kırmızı ağırlıklı tablonun olduğu duvara bir kaç tablo daha almak gerek diye düşündü. Dinlenme koltuğuna uzanmak üzereydi ki, masanın üzerinde bir kağıt fark etti. Gidip almaya üşendi. İçinde tarifsiz bir sıkıntı giderek büyüyor, büyüyor, büyüyordu. Koltuğa uzanmaktan vazgeçip televizyonun karşısındaki büyükçe, oturduğunda içine gömüldüğü koltuğa geçip, bir iki yastığı kendine destek yaparak yığıldı bir süre... İsteksizliği, sıkıntısı ile birleşiyordu da hangisi hangisini körüklüyordu bilmiyordu. Koltuğun hemen yan tarafında duran kalınca, yeşilli beyazlı  mumlara baktı. Beyaz olan yarılanmıştı. Aklı, bir kongre sonrası eve gelişindeki tatsız kavgayı ve yatak odasındaki yarım beyaz mumu yüreğine getirdi.  O zaman içinde kopan bağ, zangır zangır titredi, yıkılmak üzere olan ip köprünün, tahtalarının tek tek aşağıdaki ırmağa düşerken çıkarttığı sesler içinde yankılandı. Göğsünün daralmasını, sıkışmasını bir mengeneye benzetti. Sıktıkça sıktı... Gıcırdadıkca gıcırdadı. Sağ eliyle sol yanını tuttu. Daha önce aldığı yarayı kaşıdı. Yarası kanadı. Yarasının kanamasını durduracak bir şarkı bulmak üzere kalkıp, dvd çaların play tuşuna bastırdı. Sanki yüreğine bastırır gibi bastırdı. Sanki kanamayacakmış artık gibi bastırdı. Kendi canını acıttığını fark edinceye kadar bastırdı.


Kalkıp mutfağa gitti. Dolabı açtı, soğuğu yüzüne çarptı. Gözlerini kocaman açtı. Daha fazla üşümek istemiyordu. Sebze raflarında beyaz lahanayı gördü. Kendi uğdurduğu lahanalı pilavdan yapmaya karar verdi. Hem hafif oluyordu hem de çin yemeklerini andırdığı için lezzeti hoşuna gidiyordu. Hep dikkatini birşeylere verirse, onu bir kemirgen gibi kemirmekten vazgeçmeyen korkusunu kovmaya başarabilirdi. Sinan ne zaman telefonunu kapasa aynı mengenede kendini sıkışmış bulurdu. Mengeneden kurtulmanın tek yolu, mengenenin varlığından uzaklaşmaktı.

Bir soğanın acısını uzun uzun kesti ve azıcık zeytin yağında bir çay kaşığı esmer şeker ile kavrulmaya bıraktı, çıkan sese kulak kabarttı, kendi yürek kavrukluğunun kızgın ateşe bırakılmış soğanlar gibi karalar bağladını düşündü. Soğanın kesilen bütün acıları, birleşip, intikam almak istercesine gözünü yaktı. Gözünden gelen yaşa bahane bulmak kolaydı. Soğanı ekeni suçladı. "Böyle de osurulmaz ki..." Kahkahalarla güldü... Çocukluğundan beri acı soğanla osuruğun nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmezdi. Ama her soğan gözünü yaktığında benzer bir cümleyi yüksek sesle söylerdi. Lahanaları küçük küçük doğrayıp içine atarken soğanların sadece pembeleştiğine sevindi. Birarada biraz kavurduktan sonra hardal, köri ve tavuk suyu ile hazırladığı sosu üzerine boca etti. Çıkan buharla, gözündeki bir iki damla yaşı kapadı. Küçük su bardağı ile ölçülendirdiği yasmin pirinçleri atıp, eksik kalan suyu tamamladı ve mum alevinden kısık bir ateşte 20 dakika pişirmeye bıraktı.

Salona döndüğünde masanın üzerindeki kağıda gözü takıldı, unutmuştu. Masaya doğru yaklaştı, el yazısı ile bırakılan notu eline alır almaz, arabadan inip kapıyı kapatırken nasıl elektirik çarpıyorsa işte öyle bir elektirik elinden girip yüreğine kadar ulaştı. Eline alıp, okudu... Hızla... Okudu...  Yavaş yavaş... Kelimeler büyüyerek gözüne giriyordu, oradan izledikleri yol nasıl olup da yüreği buluyorsa, nasıl bir bıçak saplanıyorsa, yüreği de benzer bir yolu izleyip yarası ile karşılaşıyordu, yarasını kanatıyordu. Karşılıklı bir düelloya tutuşmuş aşk ve kırgınlık, bilmem kaçıncı savaşını yapmak üzere yürek denen o koca meydana çıkmıştı. Yaşanan her an, meydanda saf tutmuş, bağırıyordu.  Yara alan her aşkta olduğu gibi, ölümüne değilse kazanmak ya da kaybetmek diye bir şey yoktu. Kırgınlık da, aşk da girdikleri düellodan berabere çıkıyorsa, yüreğe atılıyordu derin bir kesik daha.

Not kağıdını elinde buruşturdu... Elini öyle bir yumruk yaptı ki, sanırsın bir daha açılmayacaktı. Kendi sesinden ürkene kadar bağırdı... Kendi sesi, duvara çarpıp, suratına yumruk gibi vuruncaya kadar bağırdı. Sesi kısılıp da kendi sesini bile duymaz oluncaya kadar bağırdı.

"Zeynep'in batsın... Zeynep'in BATSINNNNNN..."



_______________________________________________________Devam Edecek...
Müzik / Ayo - Help is coming...

2 yorum:

  1. Sayın Evren,
    Heyecanla takip ediliyorsunuz..
    Sinan'a bende sinirlenmeye başladım umarım Zeynep kendine bir kötülük yapmaz.
    Sevgi ve saygılar

    YanıtlaSil
  2. teşekkür ederim hayrıkış, ama bu öyküdeki her bir karakter dönüp dolaşıp kendine ediyor kötülükleri... sevgiler ve saygılar benden :

    YanıtlaSil

An'a kazınandır senden bana kalan...
ANLAMLIDIR...

Teşekkür ederim sımsıcak yürekten bir tebessümle...