O gece hiç bitmedi, sonraki günler de... Sonraki günler, üzerine hiç konuşulmayan bir yaşanmışlığın izlerini örtmekle geçti. Sıla da, Sinan da iz bırakmaması mümkün olmayan yaraları ile birbirine tutunmuş, kendi kariyerleri ile beslenip, kendi inandıklarınca nefes almaya devam ediyorlardı. Sıla'nın, sonraki günlerde dışa vuran mor acısı, yaptığı onca makyaja rağmen kapanmıyor, soran olduğunda kapıya çarptım diyordu. Çocukken köyünün kadınlarının nasıl bu kadar sakar olduğuna veremediği anlamı, şehirli bir akademisyen olarak aynadaki yansımasında buluyordu. Sıla günlerce Sinan'la konuşmadı. Sinan da Sıla ile. Hocasının "ev, içinde bir nefes daha olunca anlamlıdır" sözünü evirip çevirmiş bir soruya dönüştürmüştü: Ya iki nefes birbirine değmiyorsa, o ev, ev miydi ?
Sıla çoğu vaktini, üniversitedeki odasında geçirir olmuştu. Hocanın akademiadaki günleri artık sayılıydı, aslında yaşını beklemese çoktan emekli olurdu da, emekli olduğunda ne yapacağını bilemediğinden göze alamıyordu. Gidip gelip oyalanıyor, arada Sıla'ya bir makale bulup Hocalık taslıyordu. Sıla'nın kaldığı geceler, bu sefer Hoca Sıla'ya arkadaşlık ediyordu. Hocanın sevdalısı iki yıl kadar önce, bir iş adamı ile evlenmiş, emekli olup akademiadan ayrılmıştı, adamın üç kağıtçı olduğuna dair dedikodular çıksa da hoca bu konuda bir kez bile konuşmadı, sadece bir keresinde onun adına mutlu olduğunu söylediğini hayal meyal hatırlıyordu Sıla... Alkol ile olan yakın ilişkisinin arasına, Hocanın acile kaldırılması ile sonuçlanan bir gecede soğukluk girmiş, o gün bugündür de gitmemişti. Tahmin edilenden daha kısa bir sürede hoca kendini toparlamıştı, o olaylardan sonra.
Hoca, Sıla'nın uzun saatler çalışmalarından, Sinan ve Sıla'nın ayrı ayrı onu ziyarete gelmelerinden ve nadiren bir araya geldiklerinde, konuşmadan oturmalarından şüphelense de Sıla'ya bu konuda herhangi bir şey sormuyordu. Sıla'yı üzgün görmek Hocanın da keyfini kaçırıyordu. Sıla gibi, içten, samimi, yüreği kocaman bir kadını, üstelik de hem güzel hem de başarılı bir kadını, nasıl olabiliyordu da üzebiliyordu bir insan anlamıyordu. Ama aşk başlı başına anlaşılmazken bu konuda her hangi bir yorum yapmayı uygun görmüyordu. Ne de olsa kendisi bu alandaki başarısızlıklarıyla tescillenmişti.
Sıla bir iki yıla kalmaz kürsüde hocanın yerini alacaktı. Bütün akademia onun başarılı çalışmalarından söz ederken, hoca kendi payına düşen haklı gururu fazlası ile abartılı yaşıyordu. Sıla, yaşlılığına veriyor ve bu davranışlarını çok sevimli buluyordu. Gece geç saatte, hocanın ışığını ne zaman yanık görse telaşlanır, alkolle olan düşkünlüğünü de bildiğinden nefes nefese odasına koşardı. O gece biraz da kendi yaşanmışlıklarından yılgın, omuzlarında taşıdığı küfeleri bir yere bırakma sıkıntısında, odadan içeri girdi. Onu, köşe masada buldu. Birden odanın orta yerindeki kutuları gören Sıla, şaşkınlığını gizleme ihtiyacı duydu ama sonra dayanamayıp "hayrola" dedi.
Hoca, iç ısıtan gülümsemesi ve kendine çok yakışan o gururlu bakışları ile "vakit, toparlanma vaktidir" dedi. Sıla, "yardım isteseniz söylerdiniz, yalnız kalmak istediğinize emin misiniz" deyince, hoca başıyla sessizce onay verdi. Terkedilmiş kasabaların tenhalığında uçuçan kurumuş yabani otlar gibi duruyordu her bir koli, o odaya yakışmıyordu. Mevsim henüz güze dönmemişti. Ayrılık vakti henüz gelmemişti... Kendi isyankar duygularını bastıran Sıla, kapıdan sessizce çıktı.
Fotoğraf / deviantART
Can Evren'im; Hikayenin takipçisiyim.
YanıtlaSilBen de gole dusen muz agaci goruntuleriyle anlam katsam?
YanıtlaSilfark ettim tontinim :)
YanıtlaSilolur tabi :)
YanıtlaSil