16 Şubat 2011

Ayaz Vurursa Yüreğime





O geceyi anımsıyordum... Soğuk öyle bir işlemişti ki, damarlarımdaki kanın bile donduğunu iddia edebilirdim. Evet! O geceyi, anımsıyorum. Bulutsuzdu gece. Senin üzerindeki, beli ve kolları lastikli olmayan, ince trikodan düz örülmüş, yıkanmaktan rengi atmış, solgun lacivert kazağını; altına giydiğin dizleri çıkmış, günlerdir yıkanmamış izlenimi veren, üzerine neredeyse bir beden büyük gelen kanvas pantalonunu ve çıplak ayaklarını... Dağınıktı saçların, anımsıyorum. Ellerin büyüktü, onları da anımsıyorum. Ve ifadesiz bakışlarının üzerime çarpan oklarını hiç umursamayışını anımsıyorum, o bakışları ise hiç unutamıyorum… Bütün bu geri çağırış sana ve sana dair o gece ne varsa işte onlara. Ben yokum! Bir tek sen. Bir tek senin detayların… Anımsadığım ne varsa, sana dair.

Aklımda, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapakların var. Bir de 'devam et' deyişin. Neye devam etmem gerektiğini anlayamadığım bir sanrı sözlerin. Sesin; buğulu, uzaktan ve buyurgan… O geceyi anımsıyorum. Sesine, vurguna ve yılgın bedeninin hemen üzerinde ağırlaşan omuzlarınla o koltukta oturuşuna dair ne kadar ayrıntı varsa, hepsini. Krem renkli yüzü eskimiş koltuğun orta yerinde oturuyorsun. Elinde tuttuğun anların artık senin olmadığının bile ayırdında değilsin. Bana yalvaran gözlerinin, fersiz hallerinden anlıyorum: Sen! Bir tek sen bu geceyi, o açık camdan giren ayaza rağmen seviyorsun. Sana çarpıp, dalgalanarak çoğalan soğuk vurunca yüreğime, farkına varıyorum: bu gece sen kendinden uzakta olan bir sevdaya ellerini uzatıyorsun ve ben, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapaklarından seni öperken buluyorum kendimi. Dudağıma değen kirpiğinin ucu olmasa, orada olmadığıma yemin edebilecek kadar uzağındayım. Yani aslında uzağında ve yine de oradayım. O odada. O camın hemen önünde, ayazla senin aranda: Yürekten bir kalkan.




Bir peçete üzerinde dağılan keçeli kalemin izlerinden ne çıkartırsın bilemem kendine, ama ben o geceyi, o gece olanları ve fersiz gözlerinin yalvaran haykırışlarını anımsıyorum. Kaldığım yerden yaşamaya devam ediyorum.
 

* ÜZERİNE

ayazdı gece...
ve ben;
kalem tutan ellerimle,
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin sadece ellerimle

ellerim ellerine değdiğinde
dinle yüreğimi
nasıl da meyl ediyor sana
nasıl da içli
nasıl da aksak bir ritmle

ve ben;
kalem tutan ellerimle
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin ellerimle
ve evet! aksak bir ritmle...

sonra bakardım gözlerine,
aksak bir ritmle titrerdi dudaklarım
iç burkan nağmeydi aşkın
bulutsuz gecelerimde

yansımazdı ışığım gözlerinde
ve sen, işlerdin ayaz gibi yüreğime

sana yazan ellerimi...
        ellerimi geri verebilseydin
                    sarabilirdim uzağında soğuğan bedenimi

hiç olmadı bir şiir yazardım geceye
ya da tek bir cümle;
                    sevmek, cesurca gitmektir bir yüreğin üzerine!





* üzerine , kazara yazarda yayınlanmıştır;

07 Şubat 2011

Oyun Arkadaşı

Koca bir çınarın gölgesinde, bir sokak arası... Bir araba zor geçer iki apartman arasından, öylesine dar. Çocuklar için oyun sahası o sokak. Demirli parmaklıklarla kaplı giriş katlarının camlarından çıkan etli sarma ve kızartma  kokuları karışıyor oyunlarına. Bir çocuk elinde topu ile geliyor mahalleye. Üç kız, boyaları dökülmüş kahverengi apartman kapısında kıs kıs gülüyorlar birlikte, fısır fısır dedikoduya başlıyorlar hemen kendi aralarında, seslerini bir tek kendileri duyuyorlar. Erkek çocukların duruşu değişiyor. Kabarıyor göğüsleri. Bir horoz dövüşünün başlama sahnesi! Hayat daha o yaşta bildik bir perdeyle açılıyor. Çocuk farklı; sarışın ve renkli gözlü. Kızlardan biri uzun at kuyruğu yapılmış, fındık kabuğu saçlarını savuruyor. O yaşça diğerlerinden büyük. Bir abla belli. Daha küçük olan sarışın kız, ağzından büyük sakızını çiğniyor, annesi görse yiyecek yine tokadı. Onunla yaşıt olan sessiz ve sanki biraz sinsi. Parmağına dolandırıyor eteklerini.

Bir iki laf atıyorlar birbirlerine. Oyun oynayacaklar ama az sonra kuracakları yakınlıktan eser yok kelimelerinde. Bir tanesi, hafif kilolu olan çocuk, soruyor: Kimlerdensin... Sana ne, diyor çocuk. Soğuk bir rüzgar esiyor. Kimse o rüzgara kulak asmıyor gibi gözüksede, yüzlerdeki tebessüm donup kalıyor. At kuyruklu olan, komşuya mı geldiniz, diyor. Yoo, burada oturuyoruz. Yeni taşındık, diyor ve gülüyor. Az önce esen rüzgarın buzunda üşüyen yüzler ısınıveriyor. Çocuk öyle çapkın bakıyor ki, kız başını öne eğiyor. Oyunlar başlıyor. Şen kahkahalar birbirine karışıyor. Herkes evine giderken birer ikişer, at kuyruklu kızla, yeşil gözlü çocuk o kaldırıma oturuyor. Anneler adlarını bağırıncaya kadar konuşuyorlar, çokça da kahkahaları karışıyor akşam ezanına. Günler geceler böyle geçiyor, akşam ezanları bir süre sonra eve giriş zili gibi geliyor. Okunmadan o kaldırımdan kalkmıyorlar. Adları onlarca ağaç dalına takılı kalıyor. Annelerin sesleri her seferinde mahallede koca bir tur atıyor. Koşarak eve giderken bile gözler hep birbirlerinde, tökezleseler de düşmüyorlar. İlk kıvılcımın heyecanı sarıyor uykuları. Yürekler pıt pıt atıyor.

Günler sonra çocuk elinde topu bir heves koşarak sokağa geliyor. Kızı göremeyince ortada meraklanıyor. Beklerken kırılan ümitlerinden desenler yapıyor toprağın üzerine ayakkabısının ucuyla. Kız uzaktan görünüyor. Çocuğun yüzünde kocaman gevrek bir gülümseme. Kız onu beklettiği için mahçup. Senin için geldim bu akşam, diyor çocuk. Annem izin vermedi komşular gelecekmiş. Ama ben yine de geldim seni görmeye, diyor. Oturuyorlar kaldırım taşına. Ellerini ilk defa tutuyor çocuk o gece kızın. Kızın kalbi duracak kadar hızlı atıyor. Havada uçuşan kelebekleri o anda saymak bile mümkün değil. Hepsi sokak lambasının ışığına doğru uçuyor. Çocuk yeşil gözleri ile süzerken kızın gözlerini, aklından geçiyor belli ki ilk öpücüğün hayali. At kuyruğunu savuruyor kız. Hissediyor havadaki öpücüğü. Tutup öpmek istiyor o hayali. Yeşil gözlerinin kaçırırcasına ayağa kalkıyor çocuk, gitmem gerek, diyor. Aniden. Hiç sebebi yokken... Kız hiçbir şey anlamıyor. Bir süre, çocuğun koşarak uzaklaşmasını seyrediyor. Havada asılı kalan öpücüğün  hayalini alıp, o da eve doğru koşuyor.

Günlerce sokağa uğramıyor yeşil gözlü çocuk... Kız kaldırımda oturup bekliyor... Hiçbir oyuna katılmıyor. Hiç kimseye onu soramıyor... Ne olduğunu bilmiyor... Sadece bekliyor. Elinde bir öpücüğün hayali, o bekleme sırasında, ilk kalp kırığını örüyor.

***

Kaç kez söktü kimbilir o kırığı, kaç kez yamamaya çalıştı deseni uymayan kumaşlarla... Kaç kez ördü yeniden, desen desen. Kırıklar her yağmurda sızlar demişti yeşil gözlü çocuk kıza, ellerini ilk kez tuttuğunda. Elleri acıyordu şimdi, elleri ile tutmasaydı o hayali... Fark etmeseydi havadaki kelebeği... Acır mıydı yüreği... Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuğruğu saçlarını. Tam da o sırada, bir adam geçerken yanından çarpıyor omzuna, adam pardon diyecekken, gözlerini görüyor kadın önce, yeşil. Gülüyor hayatın denkliğine, adama gülümserken affettiğine dair bir göz hareketiyle, Allahtan saçlarınız kahverengi diyor. Yürüyüp gidiyor gideceği yere, yüzünde çocukluktan kalma acı bir tebessümle.



görsel/vladstudio

04 Şubat 2011

Kuşlar(ım) Havalanıyor





Uzaklara...
Çok uzaklara gitmekti niyet, iklimini bilmediğim coğrafyalarda kaybolmak.
Ne çok oyalandım bu topraklarda şimdi ben.
Gitmek gerekti çok uzaklara gitmek.
Lakin yapılması gerekenler vardı hep el altında,
şimdi onları yapması gerekenlere bırakmak gerek.
İç sesimdi bu sabah beni dürten...
Kalk diyen...



Artık zamanıdır gitmenin, İç Sesimi dinlemenin...




30 Ocak 2011

Zor Olan




Bana koyu gelen bir sohbetin ortasındayız. Bir hayali paylaşıyorum sesli sesli... Anlatma bana böyle şeyleri, diyor. Bu yalnız bedene ne yaptığının farkında mısın..?  Beden yalnızlığına bulur bir başka bedeni, yürektir yalnızlığı giderilmesi gereken, diyorum.  O anda onun yürekle bir işi olmadığını da anlıyorum.

***

Derin bir boşluktan bahsediyordu geçtiğimiz günlerde H.Babaoğlu bir yazısında. Neyi başarırsan başar, neye ulaşmış olursan ol; aile, ev, araba, konforlu bir yaşam diyordu, hep o boşluk hissi. Yazıyı okurken de aynı şeyi düşünmüştüm. Ruhu beslemek yüreği beslemekle ilgili. Oysa kaçımız yüreklerimizi beslemeyi seçiyoruz. Geçtim beslemekten, kaçımız onun çığlıklarını duyuyor ve ona göre cevaplar arıyoruz. Oysa kafanı çevirip baktın mı sol yanında göreceksin niyelerini... Görmek istersen tabi!

***

10lü yaşların sonu, 20li yaşların başı bedeni keşfetme uğraşlarının tavana vurduğu yaşlardır. Karşı cinsin bedeni üzerindendir beğeniler. Olgunlaşmamış bireyin açlığa yüklediği anlam hep aynıdır: sevişmek doyuyur tüm açlıkları. Oysa insan bir bedenle sevişmez sadece. Beden bir araçtır.

***

Geçen gün Kazara Yazar'a yazdığım şu yazıya bir yorum geldi sevgili buraneros'tan

Aslında gayet anlaşılabilir ve kolayca izah edilebilir bir durumdur yazınıza bahse konu hal... "varolmanın dayanılmaz hafifiliğini" nasıl yorumladığınızla ilgili bir olmuşluk ya da olmamışlık halidir, kadınları kategorize etmek; ve bence insanın kendiyle ilgili bir sorundur. Kimileri gün gelir farkederler bir bedenden öteye gidemediklerini... kimileri öğrenemezler bir türlü "hayatın gerçek tadını" ... ve aslında insan durup baktığında kendine, isterse görür niyelerini...

***

Evet, gün gelir, bazıları bir bedenden öteye gidemezler ne yazık ki, ve kendi bedenlerinde çürüyen yüreklerinin çığlıklarını duyamazlar bir türlü. Bir olmamışlık, bir tamamlanmamışlık halidir üzerinde taşıdıkları. Uzaktan bile tanırsınız onları. Libidosu tavan yapmış budalaları!






* görsel:vladstudio


27 Ocak 2011

Satır Arası



Geçip giderken bırakılan bir mektubun satır aralarından...

bu aralar kalakaldı elimde karışmış bir yürek çilesi gibi kelimelerim. cümlelerim dağınık bir zihin örgüsü...