27 Aralık 2021

DELMECE YAYLASI Bir Maceradır #y2ymavis


Perşembe gününden başladım; nereye?

Günler önce zarfı da yollamışım; kar kış kıyamete diye. 

Cuma akşamı; erken mi çıkarız?

Cumartesi sabahın onu; amannnnn keyif de mi yapmayalım. Hem paketler var. 

Cumartesi öğlen saatleri, bir civarı; hadi hadi güneş harika. 

Cumartesi yolda, ikiye gelirken ; Selimiye üzerinden Delmece yaylası yapsak?

Cumartesi yolda, üç gibi; manzara harika, bir mola versek?

Cumartesi yayla yolunda; şahane değil mi? 

Cumartesi yayla yolunda; eeee yol açık mı? Değil mi? Buz mu? Dönmek lazım o vakit. Sahilden gider miyiz  Armutlu'ya? 

Cumartesi yaylada; geldik valla. Aferin bize. Şoför usta olunca. Hak ettik kahveyi, önce bir sucuk ekmek ve şarap molası iyi olmaz mı? Akıllı kadınım tabi :) Hem de becerikli. 

Cumartesi dönüş yolunda arabada, ne ara beş oldu; Şanslıyız değil mi? Gün de batıyor. Dur bizimkileri arayalım. 

Cumartesi Delmece Yaylası'ndan Mecidiye köy üzerinden Armutlu Sahil yolunda; Kalır mıyız?

Cumartesi akşamüstü, altı civarları; Kalalım, pazar hava 18 derece lodos. 

Cumartesi akşamüstü, yedi olmuş bile; Bir şişe daha şarap mı alsak? İçer misin? 

Cumartesi akşam, denizin dibi, çam ağaçlarının altı, sekize beş var; Hayat bize güzel.


Cumartesi gece yarısı, on ikiye yirmi var; dönmek zorundayız. 

Cumartesi gece yarısını beş geçe; yatağın olduğu yer ıslaktı, su almış olabilir mi araba? 

Cumartesi gece yarısını on geçe; sineklik yüzünden oldu her halde. 

Pazarın sıfır sıfır otuzikisi; yolun en ıssızı, fonda Zeki Müren, İmkansız... Bu kadar olur, sevmiyorum gece araba kullanmayı, ama kader, adam on yılın başı, keyfime dokunma demiş, ben bu gece içeyim demiş, ne yaparsın, bildiğin durum şu: şoför Evren, tırsak tırsak araba kullanacak. 

Bahtıma yol zifiri; bir de üstüne, giderken giderken bitti iyi mi?  Buyur buradan yak. Bu tepe de neyin nesi? Hem neden bu kadar karanlık. 

Pazarın bire on kalası, kendi kendime öfkeli; sevmiyorum gece gece araba kullanmayı.

Ne demek bir şey olmaz, geri mi döneyim? Tek gözün kapalı halde nasıl biliyorsun tüm bunları, sen numara mı yapıyorsun? Bak gene uyudu? 

Bunları uyurken nasıl da biliyor, ben nereye bakıyorum acaba yolda giderken? 

Zaman dediğin su gibi akıyor, yol virajlı dönüyor da dönüyor. Fonda Çiğdem Gürdal | Olanlar Oldu Geçti Artık, iyi de ben bu şarkıyı bilmiyorum ki. Söylemem lazım bağır çağır. Yoksa uykum gelir. Camı açayım. Soğukmuş, kapatayım. 

Frekans değiştir, fonda Bir Kızıl Goncaya Benzer, kim söylüyor ki, kim söylüyorsa söylüyor... Ben eşlik edeyim. Ver coşkuyu... 
Bir kızıl goncaya benzer dudağın
Açılan tek gülüsün sen bu bağın

Olmayacak bu iş böyle, frekans değiştir; castık castık... Yok bu kafamı şişirir. 

Frekans değiştir; reklamlar... Olmadı, neyin reklamı bu, bu saatte.

Frekans değiştir; "Rüyamda Buluttum" Can Bonomo... Oh tam bir yol arkadaşı. Hem Demet de var. kankam sayılır. 

Nerede başladı bu hikaye de
Ben böyle delirdim
Nasıl oldu da sevdim çok canımdan
Ben böyle değildim

Gene mi reklamlar... Ne güzel de söylüyordum. 

Frekans değiştir; Zeki Müren,  Yıldızların Altında... Valla da öyle, gidiyorum yıldızların altında. İstanbul yoluna çıkayım, sonrası kolay. 

Pazarın biri çeyrek geçesi; Kurtul mu yazdı o tabelada, ne çok araba var yollarda,  Ovaakça'ya gelmişiz. Yaşasın. Nereye gidiyor insanlar gecenin bu saati.  Çevre Yolu, rahat bir nefes derken, ralli mi yapıyor bunlar, çıkışa 500 m tabelası mı o? Hopppp evin sapağına geldik bile. 

Müzeyyen Senar, Benzemez Kimse Sana hem de Tarkan'la düet, ver coşkuyu... 

Mahalleye geldik.

Pazarın bir saati... Gecenin bir körü... Maceranın dibi... 

Nihayet; otopark

Ev,

Çiş, 

Diş, 

Yatak. 




 

 

26 Aralık 2021

Özlemek Taç Yapmaktır Aslında



Keşkelerden bir mümkün yaptım kendime, acabalardan bir dünya.

Seni bir nehir kenarına bıraktım, kendimi dağın başına.

Mümkünlerden kaybettim şu hayatta, galibalar acıttı canımı en çok.

Seni özlediğim sabahlara uyandım, öğlen rakısını bahane edip içli köfte yapıp sessizce ağladım.

Kozalaklar topladım, içinde anılar sakladım, 

senden sonra tek tek çıkarıp onları kavanozlarda sakladım. 

Komşular geldi, can fıstığı sanıp helvamı kavurdular, 

en sonunda karalar bağladı tencere bahtlı yüreğim, onu bile anlamadılar. 

Sana ait ne varsa gürül gürül çağlayan sulara bıraktım, tencereleri, kavanozları, tülleri.

Yelkenli oldular, rüzgar doldular. 

Gözyaşımı, uzak diyarlarda sevda türküsü belleyip ucuz pavyonlarda uvertür olarak çaldılar.  

Ben seninle olmazları başıma taç yaptım, yüreğime çan.

Şimdi vakitler ne zaman seni gösterse, uzak şehrin kilisesinden bir ses duyulur. 

Çandan öte, cana yakın kederli bir ses, sevenlerin burnunu sızlatır.  



Fotoğraf / Ocak 2020 / Darmstadt Gezisi




22 Aralık 2021

En Uzun Gece





21 Aralık üzerine... 

Nedir en uzun gece? Ne zamandır? Bu sorulara uyandım bu sabah. Kendi kişisel tarihimin... "evet canlı bir tarih sayılırım, dile kolay 50'ye kaldı 3-5 ay. Yarım asırlık insanım yahu. Valla tuhaf bir duygu. Sorsan ne ara yaşadım, şöyle bir dönüp baksan neler neler yaşadım."

Bak ya gene cümlenin başı kalmış bir yerlerde, iç ses ele geçirmiş tarihe ışık tutacak yazımın akışını.

Nerede kalmıştık?

Pardon ya hiç başlayamamışım ki ben.

En uzun gece... Düşününce;

Hatırladığım en uzun üç gecemin ikisi; endişeli ve sabaha çıkacak mıyım? sorusu ile geçmişti. Diğeri babamın geçen yıl rahatsızlandığında yaşadığım, endişeli, her şeyi doğru mu yapıyorum ve elbette lütfen bu gece böylece gelip geçsin ve bitsin duygusu ile sarsıldığım anlara götürüyor beni.

İnsan tuhaf, zeytinliği düşünüyordum oysa bu sabah, ağaçları düşünürken, uzayıp giden bir konu düşüverdi orta yere. Zeytinden oraya nasıl geldim dedim. Aslında belki de hep oradaydı, zeytin kaçmaya çalıştığım ara sokak. Gel gör ki mahalle labirent. Dolaşıp dolaşıp aynı yere çıkıyorum. Gibi. 

Nerede kalmıştık?

Pardon başladığımı bitiremeyecek kadar karmaşık zihnimi döktüm masaya. Ben takip edemiyorum, okuyan da takip edemeyecek haliyle. Ünlü bir özdeyişle devam edeyim öyleyse "little little in to the middle", eh bu da böyle bir yazı olacak belli. 

Bak Şaşkın olsa hemen bir açıklama girer, güldürür, düşündürür, ille bağlardı konuyu isabetli bir yere.

Bense geziniyorum, Levent gibi, hikayenin aslını astarını anlayan olmadı. Tarık hikayenin iyi karakteri mi? Belki de kötü?

Şimdi de soru şu?

Mutlak iyilik ve kötülük yoksa, neden bir hikayenin iyi ve kötü karakterleri var, neden iyi polis kötü polis var, neden? Kime göre iyi, neye göre kötü?

Fark ettim ki, -sen ulu kişilik, ilk sen fark ettin zaten- karşıtlık olmadan kavramları bir yere koyamıyor akıl. Güzeli çirkinle tanımlıyor, iyiyi kötüyle.

Uzunu kısayla.

Olacak hissediyorum, uzun gece ile başlayan düşünce yolculuğum kıyıya yanaşıyor.

Kıyı dedim de,

İstanbul güzeldi be! Valla bak. İstanbul bir kere.

Nerede kalmıştık?

Sen nerede kaldın acaba?

Okurken yani, nereye takıldın kaldın?

Ben şu uzun gecelerden birinde kaldım, öyküleştirsem ne güzel olurdu. Belki bir yerde öyküsünü yazmışımdır.

Öykü Tadında yazılar yazmayı özledim.

Geçen denedim, fena da olmadı hani.

Küçük İskender, Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm'de

"Dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değil, beni terkettiğin gecedir." der.

Bence de dünyanın en uzun gecesi değildir, 21 Aralık. Hatta bir tarihi de yoktur. Hissi vardır.

En uzun ilişkinin, en uzun günün, en uzun gecenin... Hepsinin sende bıraktığı o "hiç bitmeyecekmiş" hali var ya, o en uzunu yaratan hal...işte bir tek o kalır elde gibi geliyor bana. Çünkü bana gelmesi demek insanlığa gelmesi demek. Genelleme için lütfen bana, güncelleme için daha yukarılara müracaat ediniz. Bu arada sırayı da bozmalayım lütfen.

Ahkama gel. Dur orada. 

En uzun ilişki yıllarla ölçülmez (mesela...)

Sağdan devam et;

En uzun gün saatlerle

Köşede bekle;

En uzun gece dakikalarla, ölçülmez.

Hafif başını sola çevir, şimdi oku bakalım: 

Sende kalanı alır koyarsın tartıya...Kefesi almaz o ayrı. Koyarsın ama. Ağırdır. Duygusu yani. 

Nasıl kestim ahkamı, tam kıvamında. Eee laf ağızdan bir kere çıkar, dedik bir kere, bugün ortaya serpme, azıcık da karışık. 

O duygunun öyle bir yerinde "oh" vardır ki, çıkarken sarsılır bedenin. Oh be "Kurtuldum"dur çünkü. "Bitti'dir" ve belki de en çok "Şükür'dür"

Nefesin değerini öğretir sana. Kıymet bilirsin. Sarılırsın, kendine, sevdiğine, seni o geceden alıp çıkarana. Mucizelere inanırsın. Mucizeler seni ayakta tutmuştur çünkü, bugün buradaysan, sensen, olmuşluğundan memnunsan biraz da böbürleniyorsan, ne güzelim be diye... payı vardır mucizelerin. 

Şimdi yazarken fark ettim ki, bir gecem daha var öyle uzun, ama öyle uzun ki, sabahı yok. Ertesi yok. Öyle uzun ki... 21 Aralık dile gelse, o geceyi anlatır. Ben de uzun muyum be der? Sen bir de Evren'in yaşadığı o geceyi duy, dinle.

Sonra dediğine utanır Aralığın yirmibiri,  çünkü Ahmet'in de, Ayşe'nin de Ali'nin de, Meltem'in de uzun olmuştur geceleri.

Basit bir hesap yapmaya çalışsak. 
Google için basit benim için büyük bilgilere ulaşmak için; soruyu yaz, entere bas: 
Dünya ne zamandır var; 4,5 milyar yıldır.
Bir yılda 365,256 güneş gün var. Hani artık martık oluyor, 4 yılda bir, işte o mevzu.
İlk insan ne ara yaşadı varsayılıyordu sorusunun da cevabını bulalım ve yapıştıralım.
"Dünya'da ilk olarak yaklaşık 50.000 yıl önce gezindiler. Populasyon Referans Bürosu (PRB) tarafından yapılan tahminlere göre, o zamandan beri türümüzün 108 milyardan fazla üyesi doğdu."

Hesaplayabilen varsa beri gelsin. E ortalama 5 en uzun gecesi olsa bir insan evladının... Yok yok bu hesaptan da çıkamam ben.

Şairin de dediği gibi, dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değildir, 
devam eder şair "Beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir." diye. 

Fonda; Mercedes Sosa - Gracias A La Vida

Nasıl da yakışıyor geceye. Çalıyor içli içli. 

Çünkü uzun gecelerde, üzülür insan dünyalar kadar, yorulur kemikleri ağrıyana kadar, yıpratır kendini etleri lime lime oluncaya kadar. Çünkü insan en çok böyle zamanlar hisseder saniyeler de zamana dahildir, kovalamaz yelkovan akrebi, ondan durur saatler gecenin bir vakti. Uzar gece olmaz sabah. 

Eeee nerede kalmıştık?

Aaa hatıralarım sahi: 

Teşekkürler hayat...





Fotoğraf / Berlin, 2021, Holokost Anıtı 

21 Aralık 2021

Hızlandırılmış Nostaljik Tur

Aslında plan basit, #y2ymaviş ile İstanbul Anadolu yakasında, muhtemelen Riva dolaylarında bir kamp. Havasını soluyacağız ama karmaşasını yaşamak istemiyoruz. Serde toksik bir aşk ilişkisi, özelde tutkunun en saplantılı hali.

İki İstanbul sevdalısı düştük yollara. Dile kolay birimiz 20 diğerimiz 10 yıl yaşamışız. Güzel de geçmiş yıllar, yormuş ama o kadar da koymamış belli ki, her daim İstanbul dendi mi ikimiz de hevesli. Cumartesi sabahı bir ehli keyiflik, bir sakinlik, bir şunu da yapar mıyız listesi ki, değil iki gün hafta versen sığmaz...

08:15 Yoldayız. Mahalleden çıkmadan sanayi içindeki Mesut'a uğrayıp tam tekmil içelim ki, yola sağlam çıkalım fikri. Hemen karşılık buluyor. Yol üstü de değil ama olsun, İstanbul dediğin karşı kıyı.

Saat 8.30, kelle paça için biçilmiş bir saat. Kara kuru zeytin masada, başka zaman olsa, burun kıvrılır, ama sabah çorba öncesi, ilaç niyetine, bir yudum köy ekmeği ile altlık yapılması elzem. Çorba tarifsiz, bol sirke, bol sarımsak, zaten bol etli. Bitiyoruz, benim 3de1 gene adamın. Her seferinde fazla geliyor.

09:00 Yoldayız. İzmit üzerinden geze geze gitmeye karar veriyoruz. Yolda sürekli listeye yeni yerler, gençlik hallerimizin, salaş mekanları ekleniyor. İstanbul nostalji turu aylar sürecek gibi. Yol aldıkça, listedekiler bir bir eleniyor. Samatya Küçük Evde balık rakı ve Kireçburnu'nda kahvaltı listeden çıktı bile. Elimizde Anadolu Feneri, Kavağı var ki kesin. Beşiktaş, Kadıköy ise niyetine girilmiş iki nokta. Kavaktan çingene vapuru ile boğaz turu var ki, pazar günü hava yağışlı, ama kim korkar bulutlardan.

İlk durak anıları yıllar öncesinin, Kahve fincanında rakı! Gülmeyin. Kaptanın yeri caminin dibi, alkol izni yok haliyle ama kaptan da yılların kaptanı, bu meret içilsin de istiyor, bulmuş çözümü kahve fincanında. Kaptan ortaya karışık o günkü balıklardan getiriyor. Seneler sonra bir kez daha gümüş balığı, bol ekşili sosu da yanında. O günü, o güne dair tüm anıları deşiyoruz. Kah gülüyor, kah düşüncelere dalıyoruz. Bir kaç 2021 fotoğrafı sonrasında yeniden yollara düşüyoruz. 




15.00 Yoldayız. Kavağa gitmekten vazgeçip daha önce uğramadığımız Poyrazköy'e iniyoruz. Akşama konaklama yerini de böylece buluyoruz. Riva listeden silindi. Deniz kenarında bir büfe var, yanındaki otopark denize nazır, manzarada 3. boğaz köprüsü. Gecesi süper olacakmış. Hadi bakalım. Büfeyi işleten abla ile sohbet ediyoruz, "pahalandı buralar, kimse bilmezdi yolumuzu, şimdi karda kışta geliyorlar, lüks olduk, marul bile 7.30 olmuş, nasıl salata yapacağız balığın yanına bilmem" Saatler su gibi akıyor. Sohbet sıcak ve içten. Bırakıp gitmek olmayacak. Hemen planda ufak bir değişiklik yapıyoruz. Çengelköy'e kadar gidip, oradan minibüs ile Sarıyer, motor ile Beşiktaş, son kararımız gibi. Uygulamaya geçiyoruz. Beykoz, Çubuklu, Kanlıca, Hisar, Küçüksu, Kandilli, Vaniköy, Kuleli, Çengelköy derken, sahilden boğazı usul usul geçiyoruz.

Çengelköy İspark'a arabayı bırakıyoruz Üsküdar minibüsüne binip trafik sıkışıklığından yarı yolda iniyoruz. Yürümek iyi geliyor. Motora binmek için sıraya gireceğiz diye düşünürken, kalkmak üzere olana nakit para verip koşarak yetişiyoruz. Halatlar çekiliyor, hava bahar, haliyle dışarıda iskeledeyiz. hoş buz da olsa, biz gene Kız kulesini solumuza alırdık. İçimize İstanbul çekiyoruz. Nasıl da özlemişiz. Sarmaş dolaş oluyoruz. Öyle güzel ki, öyle güzeliz ki... İyi ki diyoruz.

Beşiktaş iskeleye inerken, endişeliyiz. Mahşer bu olsa gerek diyoruz, vaz mı geçsek diyoruz, kısa bir tur atıp geri döneriz diyoruz. Bunları derken "follow the flow" durumu yaşıyoruz. Beşiktaş - Taksim dolmuşunun kalktığı duraktaki kuyruğun sonu yok. İyi de bir Taksim havası da almayalım mı? sorununun cevabı gelemeden, Akaretler yokuşuna varmışız. Başka bir dünyadayız. İnstagramcılar iş başında. Fotoğraf çekmeyene tuhaf bakışlar fırlatıyorlar, dudaklar yarım aralık, beden dili zamanın ötesinde. Herkes güzel, herkes yakışıklı. Mekanlarda en azı 30lu kuyruklar. Parası olana cennet vaadi gibi bir durum. 

Hızla Maçka parkı yanından, İTÜ Taşkışla, Nişantaşı Kedili Park ve nihayet Taksim'deyiz. Taksim ışıl ışıl. AKM'ye selam çakıyoruz. Çok açız. Önce altlık niyetine, Fransız Konsolosluğu yanından anıların duraklarından biri daha olan, pidecide soluğu alıyoruz. Kavurmalı, yumurtalı, kapalı.

Kızılkayalar ikinci durak ama ulaşmak mümkün değil. Fotoğraf çekip ıslak hamburgeri listeden çıkarıyoruz. Beyoğlu'nda iğne atsan yere düşmez. Böyle bir kalabalık yok. Ezilemeden ve ezmeden çiçek pasajına varıyoruz. Tek tekçi duruyor, ama Şampiyonun yerinde yeller esiyor. Birer bira ve fıstık ile başlıyoruz anılar denizinde yüzmeye. Bir bira daha götürüyor sohbet. Mercan'dan da olsa bari birer çeyrek yiyoruz, ayıp olmasın diye de bir çöp soslu. Eh eski tatlar olmasa da... Sabırtaşı arayı kapatacak gibi.

Cumhuriyet Meyhanesi ve Nevizade'de bir anıya bakıp çıkacağız. Soldaki kırmızılık gözümüzü alıyor, Şampiyon! Tüh be... Olsun zaten çeyrek yemiştik, bir çeyrek birer ısırık, onca anının hatrı var.

Sabırtaşına doğru ilerliyoruz, 10 adım sonra oradayız. Biz oradayız da, Sabırtaşı'nın el arabası ortada yok. 5 kat zorlayacak, çıkmıyoruz. Ama ah bir el arabası köşesinde olsa. Tüneldeki pasajda kahve keyfine doğru yol alıyoruz. Sevdiğim duraklardan biri daha selam ediyor bana, ayin var, giremiyoruz. Mumları evde yakarım artık. Pasaja geliyoruz ama kotolar bira ile dolu olunca vazgeçiyoruz. 3 binişlik kartımızı alıyoruz, nostalji diye buna derim, tarihi füniküler hattındayız. 1863 yılında Londra'da hizmete giren yer altı toplu taşıma sistemlerinden sonra inşa edilen en eski sistemmiş. 1875, 150. yıl yani. vay be oluyoruz. 

Karaköy'de kısa bir tereddüt anı. Kadıköy ağır basıyor, hem vapura da binmiş olacağız. Görücüye yeni çıkmış Galataport henüz anılarda yok, e bu gezi adı üzerinde nostaljik tur, hakkını teslim edip, bir sonraki bahara öteliyoruz. Kadıköy için bir kez daha 3 sıkımlık bilet alıyoruz. Vapurdayız, bahardan kalma hava bize yardımcı oluyor. Yorgunluk hissedilir seviyelere gelse de dönüş yolundayız, elbet kavuşacağız mavişe.

Kadıköy... Ah Kadıköy, ah Piraye... Ama vakit ancak Cafer Erol'a yetecek. Belki bir bira daha. Sonra doğru sarı dolmuşlara ve ver elini Üsküdar, uzat elini Çengelköy.

Bu insanlar çıldırmış olmalı... Nasıl bir kalabalık, anlatılmaz, yaşanmaz ve bizati arkanı dön ve çık hali. Anlaşılıyor ki bizi ancak bir bira daha paklar. Bir kaç fotoğraf çekip, tek-tekçide alıyoruz soluğu. Bira ve bir çeyrek kokoreç daha. Gece kıyıntısı gibi bir durum yaşıyoruz. Neyse ki, sarı dolmuşlar uzak değil. Sokak müzisyeni vermiş sırtını İş Bankası kuytusuna vuruyor gitarın tellerine ara ara. Takılıyor dinleyenlere. Ah bir vakit olsa, peçete de var cepte. İstek parça belli zaten. Mırıldana mırıldana biniyoruz sarı dolmuşa. Pıt pıt doluveriyor. 

24:00 Yoldayız. Üsküdar'da inip mavi minibüs durağına gidiyoruz, kaosun başladığı yerdeyiz. Halbuki ne vardı, karşıya geçecek derken, iyi ki yaptık be, helal olsun enerjimize derken buluyoruz kendimizi. Duygular yorgunlukla karışık. Kabul ediyoruz, bazen dozunda ve zamanında kaos ve yorgunluk da gerekli insana. Yaslıyorum en güvendiğim güçlü omza başımı, yorgunluk iyice çöküyor. Ellerimi ısıtan ellerine dokunuyorum usulca, bu benim teşekkürüm. Anlıyor. Bakışları üzerimde, doydun mu İstanbul'a diyor. Gülüyorum.

Maviş bizi bekliyor. Çengelköy hala canlı, hareketli. 23bin adım sonra bi miktar yorgunuz. Gene de kısa bir turu hak ediyor mahalle. O yorgunluğa rağmen gece ıssızlığına bürünen, cılız sokak lambası ile yarı aydınlık sokaklarda zamana meydan okurcasına yürüyoruz.  

01:00 Yoldayız. Nispeten rahatlamış trafikte, sakinlik ihtiyacımız yol göstericimiz oluyor, istikamet Poyrazköy. Obamızı kuruyoruz denize nazır noktaya, kimsecikler yok. El ayak çekilmiş, balıkçı tekneleri uykuya çoktan yatmış. Neyimiz eksik biz de sarılıp hemen uykuya dalıyoruz. Yağmur, düşmeye başlıyor, pıt pıt. Kafamızda kırmızı bir gerdanlık gibi ışıltılı köprü. Sabahı iple çekiyoruz. 




10 Aralık 2021

Kuzey Işıkları



Yemin edebilirdim, o gün o kuzey ışıklarını görmüştüm ben.  

Sonra bunun bir sanrı olduğu anlaşıldı, çileğe alerjim varmış. İçtiğim ilaçlarla etkileşim yapmış.  Peh! Kimin aklına gelirdi ki.

“Küçücük çocuklarız, ben 10 yaşlarındayım belki 9. O zamanlar mahallede oyunlar oynardık, ezan saatiyle eve girerdik, yarışmalar yapardık, kim hızlı koşacak, köşeyi kim en hızlı dönecek, kendi aramızda para topluyoruz, lira ha! Değerli para. Ödülümüz Osman amcadan süt kokulu dondurma ya da leblebi tozu, hepimize ne kadar yeterse. Dondurmanın çikolatalısına da oynardık ama süt kokulu dondurma hem de külahta, çıtır çıtır, evlaydı o zamanlarda. İlle de Osman amcadan olacak ama. O bizim mahallenin hikaye anlatıcısıydı, babamız gibi bilirdik. İlk Ondan duymuştum kuzey ışıklarını.”

“Nice sonra mahalleye yeni bir dondurmacı gelmeye başladı. Küçük pembe boyalı, üçteker pır pır, arkasına tarafa koyduğu üç buzluk olurdu arabasında. Neşeli bir müzik çalardı mızıkasıyla. Komik bir adama benzese de sevmezdik onu.  Osman amcanın rızkına göz koymuştu sonuçta. Mahalleye ilk geldiğinde fark ettik garip hallerini, hem insan neden pelerin takardı ki takım elbisesine. Tuhaf adamdı, sihirbazlık yapıyormuş eskiden, tavşanı mı kaybolmuş ne, çaldılar diyen de olduydu ya, neyse işte, demeleri o ki üzüntüsünden bırakmış mesleği. Derlerdi ki sihirbaz olacam diye feda etmiş hayatını boş işler uğruna, karısı, çoluğu, çocuğu olmamış, bir göz oda evi varmış. Aç kalınca gitmiş bir pastaneci yanına, bulaşık yıkamaya, geçinememiş, oradan öğrendiği kadarıyla, dondurmacılık yapmaya başlamış. Öyle anlatırdı büyükler.”

Turgut’a bu hikayeyi neden anlatıyordum acaba?

Yüzüme baktı. Hikayeyi bir yerinden bağlayacaktım. Biliyordu. Hep böyle bakardı, ben de hep böyle biteviye konuşurdum. Anlatırdım da anlatırdım. Turgut görüp görebileceğiniz en karizmatik doktordur bu arada. Yaşı da var ama o yaşta o karizma. Peh! Kimin aklına gelirdi ki.

“Bir gün çocuk merakı ile takıldık peşine, Osman amcaya ihanet etmeyeceğiz, vermişiz çocuk sözümüzü, yapmışız anlaşma gibi anlaşma. Eee bir yandan da biri sütlü olsa, diğeri çikolata, üçüncüsü konusunda ortaya atılan fikirler dönüşüverdi iddiaya. Ortadaki para büyük, bu sefer bölüşmek yok ama. Bir öğle vakti, mızıkasını çala çala uzaklaştı bizim mahalleden yüz bulamayınca.  Yan mahalleye kadar takip ettik, çocuklar üşüştü başına. Tarık abi, Tarık abi…, açtı kutuları tek tek, bir çilek kokusu yayıldı havaya. Nasıl mis. Süt kokusunu bile bastırıyor, dinine yandığım. İddiayı kazanan olmadı. Çilek hiç birimizin aklına gelmedi. Nasıl uyanmadık pembeden deyip duruyoruz.” Osman amca geldi ertesi gün. Dedik sen de yap. Olmaz öyle şey dedi. Çilekli dondurma mı olurmuş dedi. Ne diyeceksin. Olmaz tabi Osman amca dedik. Bir bağırmak ki yan mahalledekiler duymuştur valla. Gel zaman git zaman, çocuk aklı işte, çilekli dondurma düştü bir kere aklımıza, serde mahalleli olmanın verdiği dayanışma, verilen söz; asla Tarık abiden alınmayacak o dondurma. Eeee dedik çalalım. Nasıl parlak bir fikir. Işıklar yanıyor her birimizin kafasında. Planlar yapıldı, Salı gecesi, saatler geceyarısını geçer geçmez 5 kafadar düştük yollara. Tarık abinin evinin kapısının önünde durdu birimiz nöbete. Islık parola. Cesaret paçalarda derya. İçimizden Ali en ufağımız, çıktı Serkan’ın sırta, hop mutfak camından daldı içeri. Açtı kapıyı bize, Tarık abi evde yok. Biz istemişiz ekmek, içinden çıkmış mı bi de kara zeytin. Bir göz ev, elimizle koymuş gibi bulduk buzluğu. Koca buzluk, nasıl ağır. Sırtımıza vurduk buzluğu, bizim mahalleden köşeyi döner dönmez, Dudu’nun evinin önündeki sokak lambasında aldık soluğu. Oturduk kaldırıma. Avuç avuç yemeğe uğraşıyoruz. Her şey akıl etmişiz de, kaşık falan gelmemiş aklımıza. Koca buzluğun dibini gördük o gece. Ertesi gün, mahallede bi yürüyüşümüz var, sanki zafer kazandık. Kahvenin önü kalabalık, koca çınarın altında var belki 10 kişi. Osman amca yardığı gibi kalabalığı koştu bize, tuttuğuna veriyor sopayı, ulen eşşolu eşşekler, ulen deyuzlar, havada uçuşuyor. Yedik sopayı, ama ne sopa… Babamız gibiydi Osman amca, hem severdi, hem söverdi. En sona ben kaldıydım, nasıl bir koşmaksa yakalayamadıydı beni, salak gibi döndüm suç mahalline, Tarık abi evin önünde oturmuş taşa, çocuk gibi ağlıyor, burnunu çeke çeke ağlıyor, elleriyle kafasına vuruyor, kalakaldım. Beni görür görmez öyle bir fırlayıp yakaladı ki omzumdan, öyle bir tokat attı ki bana, kuzey ışıklarını gördüm. Bayılmışım. Ateş 39, boğaz şiş, nefes alamıyorum, bedenimin her yerinde pul pul kırmızı lekeler.  Annem babam başımda, ağlıyorlar, ölümden dönmüşüm. Sen bendeki gururu gör.  Osman amcaya ihanet etmedik, onun rızkını Tarık abiye kaptırmadık diyorum hala, çocuk aklımla.”

Sustum, sırtımı döndüm odaya, pencereden uzun uzun seyrettim Osmanbey’in kalabalığını. Gerisini içime anlattım, "Tarık abinin o ağlayışı hiç çıkmadı aklımdan, ne vakit birine bir kötülük edecek olsam, o gelirdi gözümün önüne. Bir de o gece var, o gece de gördüm ben o ışıkları. Yemyeşil, hare hare, dalga dalga…"

Uzun sürer suskunluğum. Bekler Turgut beni. 

Aniden yüksek sesle,

"Anlatmış mıydım? Son on yıldır, kuzey ışıklarını görmeye gidiyorum, ışıkların peşi sıra gezmediğim ülke, şehir kalmadı. Rusya’da Murmansk, Salekhard, Severodvinsk, Norveç’de Alta, Andøya, Bødø, Finnmark, Hamm, İsveç’de Abisko, Björkliden, Jukkasjärvi, Kiruna, Alaska’ya bile gittim. Sayısız kez gördüm aurora. Kesinlikle büyüleyici. Ama hiç biri Osman amcanın anlattığı, Turgut abinin bana vurduğu anda gözümde canlanan ışıklara benzemiyordu. O gecekine ise hiç…"

O geceyi gene anlatamamıştım. Dönüp duruyordum geçmişin izlerinde, ama o geceye bir türlü varamıyordum. Özür dileyecektim Tarık abi'den... Niyetime bin küfür. Babam kahveye gidiyorum der demez peşi sıra çıkmıştım ardından. Peşi sıra yürüdüm, peşi sıra döndüm köşeyi, peşi sıra koştum, o gece... o evde... bir göz odada, babamı gördüm ben. 

Tarık abi ve ba... Tarık abi ve .... kendime bile söyleyemezken... Nasıl anlatacaktım Turgut'a. 

Seans bittiğinde yorgundum. 

-Haftaya devam edelim mi Levent?

-Edelim.

***

Fotoğraf / Alıntı

Kelime Oyunu 54  / Kuzey/Pelerin/Çilek/Yemin/Feda