26 Temmuz 2009

BİR GÜN



Günlerden bir gün...

Uzaktaki dağların tepesindeki karlı sevdaları düşlüyorum. Balkonumdan görülen manzaranın ihtişamı, yüreğimdeki yalnızlığa kafa tutuyor. Kalabalık ailelerin o şaşalı pazar keyiflerine özeniyorum. Dayımla teyzemin yaşadığı çocukluğumun bayramları geliyor aklıma. Dalıyorum düşlere...
Sonra, günlerden bir gün:

Uzakta çok uzakta bir evin bahçesinin mangaldaki etlerinin kokuları dağ kekiklerinin kokusuyla dans ederek geliyor burnuma adeta. Telefonun sesine irkiliyoruz. Babam "ama dağdayız..." ... "eee gelin tabi, akşam mangal yaparız" diyor ve yolu tarif ediyor. Aile dostlarımız geliyor. Mutluyum... Bir kez daha beni duyuyor. Yakınım ya ondan herhalde diyorum. Kafamı kaldırıp buluta bakıyorum. Teşekkür ediyorum. 1-2 saat geçmiyor, şen şakrak bir coşku oluyor evin içinde, bahçede... Mangal hazırlıkları için herkes bir görev alıyor. Salatalar, etler, yakılacak ateş, bahçeden toplanacak biber domates görevleri birbir dağıtılıyor. En güzelini ben alıyorum. Karabaşla oynamak, boğuşmak ve sonra ona yemeğini verip yemek için masaya oturmak...

O sıra telefon çalıyor. Babam; "ama dağdayız..." ... "eee gelin tabi, mangal hazır" diyor ve yolu tarif ediyor. 1 saat sonra masaya sığacak mıyız diye bakınırken buluyorum bizimkileri: 11 kişi olduk diyor annem. Arka bahçedeki masayı kullanalım. Bir ses güne damgasını vuruyor. "2 idik 3 olduk, 3 idik 5 olduk, 5 idik 7 olduk, 7 idik 11 olduk..."

Hepimizde bir neşe... Mangalın kokusu dibimde. Ben eriğin dibinde. Erik adamın dibinde, bira adamın elinde... "Ah hayat sen ne keyifsin çoğu zaman..." Başımı kaldırıyorum akşam serinliğine, ahlata bakıyorum. Ahlata gülümsüyor ve teşekkür ediyorum. "Hayat bugünlerde seni seviyorum."

Bazen öyle şaşırtıyorsun ki; bizim karabaşın hatun doğum yaptı 2 gün önce, adamı eve almıyor. Karabaş napsın, nerede bir serinlik gidip kendini oraya atıyor. Nice sonra hatun kişisi gelip karabaşı kontrol ediyor. İki kokluyor, bir sırnaşıyor ve o sırada yavrularının durduğu yerdeki kapının ağırca rüzgardan kapanışına kulak kabartıp, dört nala yavrularına koşuyor, karabaş yarım kalan keyfi ile çamın altındaki gölgede düşlere uzanıyor. Masadan bir kahkaha kopuyor: Annelik ve babalık üzerine, şakalaşmalar alıp başını gidiyor.

Mangal hazır çanı çalıyor; bir telefon da beraberinde... Birden mangalcı elindeki maşayı bırakıp, telefonuyla uzaklaşıyor. Beklenen kötü haber geldi. Gece karanlığı çökerken, sessizlik her yeri kaplıyor. Ne karabaş, ne hatun, ne de mangaldaki kordan çıt çıkmıyor. Koca kara mangalcı sarsıla sarsıla ağlıyor. Çatal ellerden düşüyor, yüzler, neşe, keyif... Hepsi tek tek düşüyor. Koca kara mangalcı gözyaşlarını üzerine siliyor. Masada herkes birbirine bakıyor, sonra eğiyor kafaları hayata bakıyor.

Hayat diyorum bazen ne acımasızsın...
Ahlata bakıyorum, yoksun, bulut çoktan gitmiş zaten, ayı görüyorum hilal: Uzun uzun bakıyorum, uzun uzun susuyorum.
Teşekkürlerimi geri ver diyorum: Hiç yakışmadı böyle bir geceye ölüm, ama hiç...






25 Temmuz 2009

HABERİN OLA!




MÜRDÜM ERİKLERİNİN DALLARINA KURDUM YATAĞIMI


Buram buram kokun geldi sabahın telaşına
Serinliği geldi teninin...
Bilsen nasıl özledim seni
Bir tebeşir izinde gelirdin peşime
Bugünleri katık edip kelimelerine
Biliyorum
Yüreğinden taşar gelirdin

Buram buram kokun geldi sabahın telaşına
Sıcaklığı geldi ellerinin...
Derin bir iççekiş eşlik etti gözlerine
Koklayıp uzandın usulca yanıma
Ilıklığı geldi nefesinin...


***

Haberin ola, sevdim seni, hem de çok





İTHAF


Hüseyin Alemdar kime ithaf etti bilemem T'ye derken ama ben tebeşirle yazıyorum duvarlara adını...





1



Akşamları eskil şiirler mi yazılır

- bütün tensel sözcükleri kokladım gövdende -

akşamlar ki usulca kendine kapanan gri şiirler gibidir

ki yitirdiğim şiiri buldum teninde.



2

Sen ki bir zambağın terleyen sesisin şimdi


3

Ağzının yanan ateşini öpüyorum işte
yanan ipek ateşini ağzının -

Göğsümde gecenin uğultusu duyuluyor!


Ağzın: Akşamın göğü öptüğü yerde uçuklayan lale


Lale: Beyaz beyaz beyaz uçuklayan ağzın



4

Dilimde gizil beyazlığı teninin,


5

akşamıma dayadığın ağzını öpüyorum

akşamım ki kasığıma terlemiş

ten kokulu bir zambak

6

Ve gecedenizi etinde öldüm!




____________

1992

(*) Hüseyin Alemdar şiiri






24 Temmuz 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 3


"Zaman yoksa, artık çok geçse herşey geçmişte olup bitmiştir. Bu durumda yapılabilecek bir şey yoktur. Biraz çabalarsak belki olup biteni anlayabiliriz. Zamanı yitirmek, yalnızca bugünü yitirmek değil, hem bütün bir geçmişi, hem de boydan boya geleceği yitirmektir. "

Mehmet Serdar

MEDET



Kitaplığımı düzenliyorum. Annemden gelenler, çocukluğumdan kalanlar... Neler neler çıkmadıki karşıma: Küçük Kara Balık, Yarının Büyüklerine Şiirler, Günışığı Hoşçakal ve daha niceleri... Ama hiçbiri Adam Sanatın eski sayıları kadar düşündürmedi beni. Nelerden beslenip, nasıl şekilleniyoruz üzerine düşündüm. Algı kirlenmesi üzerine ne güzel bir örnekti okuduğum: Saflık

Sahi nerde kirleniyordu algı ve yürek ne zaman boğuluyordu kuşkunun içinde...

Yıl:1992 - 1993

Arasından iki sayısını rastgele çekip aldım yanıma. Servis aracı beklerken, oturdum kaldırım taşına. Medet umdum ve açtım bir sayfa: Blogumu takip edenler bilir, kendi kendime oynadığım bir oyundur ki bu sefer; ilki kadına, ikincisi adama ve sonuncusu duruma olmak üzere rastgele sayfa açtım ve okudum.

KADINA

Hüzün Denen Kadın (*)
Geçmiş acılardan bir tül üzerinde
Ne yapsa sıyırıp atamaz onu
Gülümsediği an dağılsa ya bulutları
Sisi hiç kalkmaz dağlarının

Görseniz hemen tanırsınız
Hüzün denen kadın o işte
Buğulu bir güzelliktir başlar
Kirpiklerinin ucunda

Sevmiştir eskiden, şimdi kilitli yüreği
Pişmanlıkların kırbacıyla kendini döver
Elini uzatamaz kimselere
İhanetlerle kırılmıştır filizleri
Yasak bahçe duvarın ötesi

Kendini tutmak istese de
Boşanır bütün gökyüzlerinden
Yağmurun ta kendisidir o
Her an ıslatabilir sizi
Bütün şehirlerin bütün sokaklarından
Ansızın geçebilir
Yolunu yitirmiş bir yolcu gibi

Encamı çorak çöllere dönmektir
Kırağılı kıranlardan geçmiş çünkü
Bir kucucuk yaprağında koklar havayı
Elinizi uzatsanız
Küstüm çiçeği

Görseniz hemen tanırsınız
Hüzün denen kadın işte o
Kimi zaman ışıltılar geçse de gözlerinden
Gülümsemesi solgun bir çiçek resmi

ADAMA

İmana Geldim (**)
Bir kız buldu beni akşam üstünde
Bâkire değil ama kızmış
Allahına kadar
O ne memeler o
O ne uyluklar o
Ooo
Hele o engebesiz aşağlara
İnen o göbeği o
O müselles o müselles o
Hiç ağda görmemiş ayda
Allahıma güzel
İşte o zaman imana geldim

DURUMA

Şemsiye (***)
Tozlu bir şemsiye durur
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla

Anımsar mısın bilmem
yağmurun bardaktan
boşanırcasına yağdığı o günü
hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza
dudaklarımla hesaplamıştım
yüz ölçümünü

Nicedir sokağa çıkarmıyorum şemsiyeyi
korkuyorum çünkü
kapısı açık kafesinden
uçan bir kanarya gibi
beni ikinci kez terk etmenden
Yanıt alamayacağımı bilsem de
yanına gidip
sorarım her gün şemsiyeye
altında elele nasıl görünürdük diye...
__________________________________
(*) Hüseyin Yurttaş şiiri
(**) Can Yücel şiiri
(***) Sunay Akın şiiri

İŞARET



Beklemek...
Senden gelecek tek bir işaret için...

Gecenin serinliğinde oturdu balkonuna. Peggy Lee Black Coffee albümünden en sevdiğ parça çalıyordu fonda: A Woman Alone With The Blues... Bir sigara yaktı. Gökyüzüne baktı. Yıldız yoktu. Gecelerdir hiç kaybolmayan yıldızı bile kaybolmuştu. İç çekti, derin, soğuk... Soluna doğru bir sıkıntı yerleşti. Yanıyordu teni. Sigarasından bir nefes daha çekti. Yeşil kaplı günlüğü sabah bulduğunda okumamak için çabalasa da; geceydi, yalnızlık çökmüştü ve o gene bildik tanıdık bir sese sığınmak konusunda zayıftı. Masanın üstünde duruyordu. Yeşil, küçük, ağır defter. Geçmişin kapanmış yaralarına açılacağını bile bile baktı deftere uzun uzun. Aklından geçenleri kovaladı bir süre. Ama olmuyordu. Gece üstüne geliyordu. Yetmiyordu rüzgar baskı yapıyordu ve anılar bir sağanak yağmurun habercisi bulut olup başında bekliyordu. Aniden doğruldu yerinden. Aldı eline yeşil, küçük, ağır defteri... Açtı kapağını, okudu ilk satırı: ÖZLEDİM... Büyük harflerle yazılmıştı. Düzgün özenli bir el yazısıydı. Kalakaldı o sayfada. Altına düştüğü tarih; 22.Temmuz.2006

Aklı, yüreği ve gözyaşları gidiverdi o tarihe:

Havaalanından almaya geleceğim seni yarın sabah, 4-5 günlüğüne geliyorsun sadece ama olsun. Ben senle bir sarılma süresince bile mutlu olurum. Sadece o kadar bir süre için gelsen bile. Öyle özledim ki...

Bir daha hiç gitmedi o havaalanına o tarihden sonra. O gece gelen bir telefon üzerine, anlamıştı. Beklediği işaret bu değildiyse de bir işaretti işte; yarınlar tükenmişti.

Ah yürek dedi kendi kendine. İkinci bir sigara yaktı. Herşey dedi ilk başlarken ne kadar farklıdır. Saatlerce sohbet edersin. Nasıl da zaman bulursun herşeye. Gelmelere, gitmelere. Uykusuz kalırsın. Umursamazsın. Sonraki zamanlar o sıklıkla devam eden sohbetlerin arasına, günlük rutin işlerin girer. Uzar aralar. Sonra bir gün içinde 2-3 mail, belki bir telefon konuşması, sonra kısa bir mesaj: "İyi geceler bebeğim. Benden hayır yok sana, çok yorgunum Yarın görüşürüz artık."

Oysa; o da, sen de bilirsin ki yarın yoktur. Yarınlara yüklediğin her anlam teker teker kayar gökyüzünden. Tutunduğun son yıldız da kaybolur gözünün ucundan. İçinde bir sızı... Çöker yüreğine yalnızlığın. Yakarsın bir sigara daha. Dumanı kaçar gözüne. Ağlarsın...

________________________________________________

Kitabının son bölümüne gelmişti ama kelimeler istediği gibi dökülmüyordu kaleminden. Mojito hazırlamıştı. Keyfi yerine gelsin diye. Yazdıklarını okudu. Beğenmeyip, taslak klasörüne attı. Yeni beyaz bir sayfa açtı. Bir nefes sigara aldı. Bir yudum Mojito. Gülümsedi. Geç olmasa, her zaman gittiği bara gider, oturur ve barın sahibi kadınla lak lak ederdi. Belki dedi adam da gelirdi. Ne güzle sohbet etmişlerdi o gece. Adamın yüreğinde taşıdığı kadını merak etmişti en çok. Bir kitap yazılırdı o gecenin üstüne diye düşüdü.

Son bölümün giriş cümlesini yazdı:

Beklemek... Senden gelecek tek bir işaret için... Tina Turner, I've Been Loving You Too Long dediğinde, bıraktı herşeyi olduğu gibi.

İçeri girdi. Joss Stone, The Chokin' Kind dinledi defalarca.








__________________________________________



Fotoğraf / Serenity© Patricia

23 Temmuz 2009

BAZEN DENK GELİR HAYAT



İlk blogum olduğunda yıl 2006'dıydı ve Ocağın 18'inde muhtemelen karlı bir havada, evde yalnızdım bir blog açmaya karar verdiğimde...
Kolyeler yapıyordum: Terapiydi, para kazanmaktı, en çok da vakit geçsindi...

Merhaba yazısını şöyle bir notla sonlandırmıştım:
Umarım birbirimizi severiz de konuşacak kelimeleri birlikte çoğaltırız...

Aşağıdaki yazıyı yayına verdiğim tarih ise: Haziran 2006, bir dostun bıraktığı yorumu taşımışım satırlarıma...

Uzun zamandır yazmamıştım. Nedeni basit kendimce: yaşadığım şehir, evim, komşularım, yemek yediğim yerler, dolaştığım sokaklar, alışveriş merkezleri ve niceleri... DEĞİŞİYOR.

Telaşlıyım yani. Şaşkınım hatta biraz. Belki şoktayım...

Sonra bir gün bir mail geliyor, bazen de bir telefon. Hayat tekrar anlamını buluyor. İfadelerdeki tedirginlik yerini anlık gülümsemelere bırakıyor. Yürek fark ediyor. Herşey değişse de dostluklar hep baki... Daha önce de yazmıştım değil mi,"nerede nasıl bırakığınız değil biraraya geldiğinizde nereden başlayabildiğinizdir dostluğunuzu belirleyen"

Bu akşam o dostlardan birinin yazdıklarını paylaşmak isterim sizlerle. Teşekkürlerimle birlikte...


"Sayfalarında ufak bir gezinti ile neşeyi sitende üzerini bir hüzünle örterek gizleyebildiğini fakat bir o kadar da, yazamayanı bile yazar hale getirebildiğini gördüm. Nereden mi biliyorum o benim işte yazamayan. Bunları yazarken yazar mı olduğumu düşünüyorum? Tabi ki hayır. Ben o kadar yazar değilim ki yazarken noktalama işaretlerini bile doğru yere koyamam. Hani derler ya “doğru yerde doğru insan” bunların ikisine bile bir arada rastlamışlığım olmamıştır şu 3 onluk hayatımda. Ya da “bu bana bir işaret olmalı” diye bulunduğu durumdan ders çıkarmışlığım. Hangi durumun neye işaret ettiğini hiç kezleyememişimdir. Sanırım benim işaretlerle ilgili bir sorunum var. Tüm bunları anlayabilen ve kendine yüksek bir dirayetle paye çıkarabilen insanlara imrenerek bakmışımdır. Hatta çoğu zaman bakarken de kendilerine yakalanmışımdır.

Aslında ben Evrenin şöyle bir “Takı”larına bakmaya gelmiştim fazla durmayıp çıkacaktım. Ne kendimin yazarken ne de kendisinin yazdıklarımı okurken ayıracağı vaktini almayacaktım. Ama burada her şeyin takılardan ibaret olmadığını başta da dediğim gibi hüznün arkasına gizlenmiş ince bir siluetle bize gülümseyerek bakan neşe ne ise, takıların arkasına gizlenmiş “takıntı”lar da aynı şekilde dikkatimi çekti. "