27 Haziran 2010

Sıcak Bir Çorba ya da...

Çocukluğumdan beri sıklıkla hastalanırım, alerjik bünyem, kronik kelebekli öksürüğüm, faranjit ve laranjite yatkınlığım 40 yıldır, gene mi hastalandın cümlesinin vazgeçilmez cümlelerimden biri olmasına neden olmuştur.   Hastalık dönemlerini, genellikle ayakta geçiririm. Ne de olsa, o sıklıkla gelip de sıcacık bir çorba yapacak olanı bulmak ve kendini naza çekmek gibi bir lüksü her daim bulamaz insan. 

Anam sağolsun, içine sinmez, söylemeden bilir hasta olduğumu, elinde bir tas çorbası kapımdadır her daim. En uzaklarda olduğu zamanlarda bile eksik etmez, sıcak bir çorba yapıp içseydin der ki, çorba kadar iyi gelir sesi. Bugün yattığım yerden düşündüm de, sımsıcak bir çorba kadar etkilidir, sımsıcak bir nasıl oldun... Elimden birşey gelmiyor deriz ya bazen, oysa bilmeyiz, elimizden gelmeyen sesimizden gelir.

Dilerim, sizler daha iyi bir pazar geçirmişsinizdir.




26 Haziran 2010

3 Nokta 1 Soru İşareti


Burn It Blue




Bir gülümseme yayılıyor yüzüme, basket sahasını görünce...
Aşk biraz da göze alıp üç sayılık bir atış yapmayı istemek değil mi?









Yürüyorum tek başına, biraz ürkek, biraz duraksar gibi...
Aşk biraz da korkmak değil mi?










Düşünüyorum sanarken, düş kurar buluyorum kendimi...
Aşk biraz da düşmek değil mi?











Kafamı kaldırıp  gökyüzüne bakıyorum, bulutlar pare pare...
Aşk biraz da yara almak değil mi?









Bir hatmigül çıkıyor yoluma...
Aşk biraz da şaşmak değil mi?









Penceresinde saksılar olan ev takılıyor gözüme...
Aşk biraz da farkına varmak değil mi?






Denizler geliyor gözümün önüne, hırçın ve dalgalı denizler...
Aşk biraz da durulmak değil mi?









Yağmur yağdı az önce...
Aşk biraz da teslim olup akıp gitmek değil mi?









Bir mutfak penceresinden duyuyorum çilek reçelinin kokusunu...
Aşk biraz da hasretlik değil mi?






Yanan mumların alevinde tir tir titriyor gece...
Aşk biraz da portakal rengi düşler kurmak değil mi?






Gece bir yıldızı nöbetçi kılmış kendine...
Aşk biraz da korumak değil mi?







Parlarken gözbebekleri insanın, nasıl da güzel oluyor...
Aşk biraz da parmak uçlarıyla gözyaşını silmek değil mi?








Duvarlar örüyor insan aklı, kendini korumak adına...
Aşk biraz da karanlık bir koridordan geçmek değil mi?









Işığı göremediği zamanları olur ya insanın...
Aşk biraz da elinden tutmak değil mi?






Kulağımda bir şarkı uykuya gebe gözlerim kapanıyor usul usul...
Aşk biraz da yitip gitmek değil mi?







Bazen ne kadar sonsuz mavi ve sonsuz yeşil baktığımız yerler...
Aşk biraz da bir çift yürek olabilmek değil mi?










Bir yılı geride bıraktık anlara yepyeni anlamlar yükleyerek...
Aşk çoğunlukla kahkahalarla gülebilmekti.
Güldük.
Seni seviyorum.


Fotoğraflar / photo.net



24 Haziran 2010

Devamı Olmayan Cümleler


sana haksızlık ediyorum farkındayım ve senin beni anlamanı beklemiyorum...

Böyle başlamışım cümleye... Devamı gelmemiş, yarım kalmış, niceleri gibi. Biraz daha geziniyorum, gönderilmemiş, sahibi belli, adresi artık belirsiz maillerime. Neden silmediğimi, niye silemediğimi bilmiyorum. Az sonra bir cümle öbeği ile karşılaşıyorum, biraz kırgın duruşlarında fark ediyorum bir sonbahar sabahı terk edilmişliklerini. Tarihe bakıyorum, eylül diyor ayı, yılının artık ne önemi var ki...

Yaşadığım travmaydı evet tam bir travma...
Uzun upuzun bir hikaye... Anlatmaya bile değmez aslında...

Gerek kendi yaşamımda, gerekse yakın çevremde sıklıkla tekrarlanan, mekanları, şehirleri, kahramanları değişse de, cümleleri değişmeyen bu durumun, nedenleri ve niyeleri üzerine düşündüğüm o geçmiş zamanların üzerine, şimdinin gözlüğü ile bakabilmek istiyorum. Kelimeleri, anları, insanları değil de, sadece bir durumun yarattığı o travmayı, bu denli içselleştirip, içinden çıkılmaz bir sokağa koşar adım gidişime nasıl engel olamadığımı bulmak istiyorum. Gözlerimin artık açık olan o çukurlarında, farkındalık var. Eskiden ne mi vardı? Bir eski sevgilinin dediği gibi, belki aşk, göz çukurlarına dolan boktu! Böyle söylediği için bile terk etmeliydim ben onu. Niye etmedin, derseniz: Belki de çok haklıydı.

Geçmişi düşünür dururken - belli ki bir yıl değil de sanki onlarca yıla sığdırılacak bir yoğunlukta yaşandığından - çok geçmiş gibi geliyor şimdi üstünden. Hani beşle çarpsan her şeyi, yerli yerine oturacak yaşananlar. Dönüp bakıyorum anlara, hatırladıklarım beni hep gülümseten ve yüreğimi aşkla dolduranlar, oysa yazdıklarım ve gönderemediklerimde hep bir hüzün var.
Ben seni geçmişinle hiç yargılamadım,
aksine geçmişine bu denli sahip çıkan bir adama saygı duydum,
hayran oldum
 ve tanışınca da aşık...

Anıların saklı olduğu, o zihnin bilinmez büyüklükteki kütüphanesi, bir kelimeden alıp nerelere götürüyor insanı. Girilmez denen kapıları, şifresi sadece  kendinde olan bir anahtarla açıp da hiç korkmadan ilerliyor, geçmişin; karanlık, kokulu ve silik sokaklarında. Ne gerek varsa...

Ama bir kere çıkınca yola, durmayı bilmeyen bir av köpeği gibi koşuyorum kokusunu aldığım hüznün peşinden, o dönemde av mı, avcı mı olduğumu bilmediğim sonsuz ormanda, ilerliyorum. Gece çökmek üzere, puslu, serin ve sessiz bir havaya büründü bulutlar, rüzgar çalılara çarparak çıkarttığı o hışırtıları, aya çarptırıyor ve yankısı kulağımı deliyor sanki. Ah o rüzgarlar, meltemken bir sevdayı fısıldayan, kasırgayken bir ayrılığı bağıran rüzgarlar.



söylenen ufacık şeylerden yüreği kıpırdayan ben,
kocaman cümleler kurduğunu sanıyor
ve onların bir esinti bile yaratamadığını görünce 
çok üzülüyor biliyor musun

İnsan, sevince, istiyor ki, kendi içindeki kıpırtı büyüyerek gidip ona çarpsın, ve aşkı karşılıklı kılan da herhalde o çarpmanın yankısının gelip gene kendi yüreğini yakması. Böyle düşününce ne tuhaf oldu değil mi aşkın tarifi. Kendine yansımasına mı aşık oluyor insan gerçekte. Rüzgar, belli ki bugün bulutları süpürüp götüremeyecek ve yağan yağmurlar iç sesimi bastıramayacak. Onca işin içine sığdırılmaya çalışılan 'devamı olmayan cümleler' de tamamlanmadan huzura kavuşamayacak.

Uzun bir mektubun satır aralarında dolanırken, takılıp kalıyorum, o an'a. Beni bu uzun mektubu yazmaya itenleri bulup çıkartıyorum hafızamdan, geçmişin, geçmişin üzerine çekilen süngerin ve o süngerin üzerinde şimdi gene geçmiş olan o an'lara takılıp kalıyorum. Bir hesaplaşma peşinde değilim, faturalarımı çoktan kestim; bazen ona, bazen kendime, bazen ve galiba sıklıkla bize. Ben onca kelime arasından, bir veda cümlesine sığdırılan, her şey olmayan ama çok şey anlatan o  kelimelerin altını çizdim. Bir yüreği, hesapsız ve kitapsızca bir yüreğe iliştirivermenin değerini hep bildim. Bugün olduğu gibi.

teşekkür ederim...
en çok da yüreğini yüreğime koyduğun için...

Rüzgarın beni alıp götürdüğü, devamı olmayan cümlelerde dolanıyorum bir süre daha. Sonra yönümü bloglara çeviriyorum. Hasret Senfonilerinin yeşerttiği tesellide alıyorum soluğu. Altına bir not düşüyorum; hızlı ve içimden geldiği gibi:

bazen, yaşarken yani, yani o anda nasılda, anlamlar yüklüyoruz kendimize, ona ve olana.
sonra, mevsimler değişiyor, anlamlar bazen silik, bazen hala altı çizili çıkıveriyor karşımıza.
ya silik olanın üstünden geçip belirgin hale getiriyoruz, ya da altından çizgiyi alıveriyoruz.
hafızanın raflarında saklı nice böyle anlar var değil mi. insan kendi kütüphanesine girmeyiversin, kaldırdığı kitapları okumaya bir kere başlamaya görsün. daha önce bir yazımda da kullanmıştım bu ifadeyi:
kendinin farklı yüzleri ile karşılaşmak.
karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi...
sevgiler...

Yazdığım yorumun, son satırlarının altını iyice bir çizdiğimiz fark ediyorum. "Karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi..." Senli benli geçmişimizi düşündükçe fark ediyorum ki; gülen gözlerin ve sessizce bağırdığın seni seviyorumlarınla, benim gülen yüzümsün. Zamanın ve mesafelerin bir aşkı beslemek için, nerden baktığına bağlı olarak aşkı yeşerttiğini öğretensin.


Bundan tam bir yıl önce,
Yüreğini avuçlarıma bıraktığın o ilk gelişin
ilk heyecanıyla sevdim seni. 
Yüreğimi yüreğine iliştirdiğimde yağan o ilk yağmuru çok sevdim,
ama seni daha çok.


Gözlerimi kapadım
gerisi sana kalmış sevgilim.

s.v.a.k.
Fotoğraf 1/ Salvador Sabater
Fotoğraf2/ Ewa Ządło



23 Haziran 2010

Dalından Yemek Kırmızı ve Şarap Renginin Her Tonunu


Güzel bir üç güne sığdırdık
Ağaç bir eve
Yeşilin tonlarına
Dalından toplanan
çileğe, böğürtlene,
ahududuya
ve kiraza,
Huzuru.

Güneş ısıttı tenimizi
Toprak aldı bütün negatifimizi
Yağmur geldi damla damla
Islattı yüreğimizi
Güzel bir üç günde
Büyüttük sevgimizi




22 Haziran 2010

Dünya Giderek Cennetten Uzaklaşıyor

Biliyor musun İlhan Abi, sana hiç anlatma fırsatım olmadı, içinden sen geçen anılarımı. Geç mi kaldım dersin? Ben gene de başlamalıyım bir yerinden anlatmaya. Bu gece saatler 24ü vurmadan, vurmalıyım klavyemin tuşlarına.

Sen bilmezsin; matematik hep sevdiğim bir ders olmuştu. Analitik düşünebiliyorsam bugün, bunun sayesindedir. Matematik bölümünden mezun olmadım. Üstelik iki yıl okumuştum ve başarılıydım da, ama o cübbeli hoca ile yaptığım tartışmadan sonra, okumak istediğim okulun bu olmadığına karar verip, üniversite ve hatta bölüm değiştirmeye niyetlendiğimde aklımda tek bir yer vardı: Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, İletişim Sanatları Bölümü'nde okumak. Adı sonradan, Reklam ve Halkla İlişkiler olarak değiştirilse de, İletişim Sanatları mezunuyum ben. Bunu da bilmiyorsun değil mi? Hakkımda bilmediğin daha ne çok şey var bir bilsen... Ama önce okula giriş sınavımı anlatmalıyım sana.

Sınav üç bölümden oluşuyordu. Dil bilgisi ki; 30 soru için 25 dakika vardı ve kompozisyon; makale yazılacaktı ve en az yedi paragraf ve beş yüz kelime,  ve  son yazılı sınav, yaratıcılığın sınandığı; senaryo, haber ve reklam metinleri yazma. Bütün bunları başarırsan da mülakat.

Evimizin uzun süre tek gazetesi oldu Cumhuriyet, babamın yatılı okuldan Türk Dili öğretmeni ziyarete geldiğinde, senin bir yazını okutmuş ve ana fikrini söyle bana demişti. Bende iş olduğuna karar vermişti sonrasında yaptığımız tartışmada. O zamanlardan beri okurum seni ben. Yedi yaşındaydım galiba, bak Uzay doğmuş muydu hatırlamıyorum, doğmuşsa sekiz yaşındayım demektir. Bunu anneme sorup hatıramı netleştirmeliyim. Ne diyordum; işte o çocuk yaşlarımdan beri, kalemine hayran biriydim ben. Sınava girdiğimde, senden öylesine etkilendiğim bir dönemdi ki, düşün 20li yaşlarımdayım ve senle ve dostlarınla epeyce bir yoğrulmuşum, insana dair bir makale yazmamızı istediklerinde senin gibi yazmayı çok istediğimi hatırlıyorum.

Mülakat başladığında, dört bölümün de hocaları oradaydı. Bölüm başkanları karşısında güvenim tir tir titrese de, rahatlamamı sağlayan ilk soru, sinemadan geldi: Yer Demir Gök Bakır... Zülfü Livaneli... Sonrasında müzikler, kitaplar, yazarlar, şairler ve seçimler üzerine, hoş bir sohbete dönüştü sözlü sınav. Sanırsın, kır kahvesinde, dostlarla koyu bir sohbetin ortasındayım ben, öyle rahat, öyle samimiyim, samimiyim dedimse, ciddiyeti kenara koyan bir cıvıklık hali değil elbet. Neden matematiği bırakıp da iki yılımı heba ettiğimi sorduklarında yirmi yılımı kurtarmaya çalışıyorum demiştim. Sinema bölümü başkanı, Naci Hoca, kuvvetli bir kalemin var, gel halkla ilişkilerden vazgeç, ilk tercihini sinema olarak değiştir, demişti. (O dönemde yetenek sınavı ile öğrenci alınıyor ve 4 bölüm arasından üçünü tercih etmeniz gerekiyordu.) Bu her öğrenciye teklif edilen bir şey değildi. Kararsızlığımı fark edince, önerisini güçlendirecek ikinci bir argümanı daha koyuverdi önüme: üstelik, gözlem gücün çok kuvvetli... Düşünebiliyor musun, onca öğrenci arasından bir ben.

Düşünmem için süre verdiler vermesine de, yirmi dakika kadar sonra içeri tekrar girdiğimde, iletişim sanatlarında kararlıyım dedim. Sonraki yıllarda seçmeli derslerimin tamamını sinema programından alacağımdan henüz habersizdim. Öyle sevdim sinemayı, dilini, alt metinleri okumayı, yönetmenle bağ kurup satır aralarında sıkışıp kalan olası görüntüler üzerine, geceleri sabahlara bağlayan sohbetleri... Hâlâ zaman zaman düşünürüm, yönümü sinemaya dönsem bugün nerede olurdum diye. Bu sorumun cevabını hiçbir zaman veremeyeceğimi bildiğim halde, kendimi o kuyuya illâ atarım. Kuyu derin, tahmin edeceğin gibi. Üstelik tek bilinmeyen o olsa, tek yol ayrımı, tek karar anı, tek bir seçim... Neyse, senin de kafanı şişirdim. Kaldığım yerden devam edeceğim ama yazmak tutkumu sana anlatmasam eksik kalır birşeyler.

Yazmak, o dönemden beri bir tutku içimde. Hep diyorum ya, hoş sen bilmezsin; hiç gelip okudun mu ki blogumu, güncemi, defterlerimi; nereden bileceksin, kendimi bildim bileli severim ben kelimeleri. Severim onlarla arkadaşlık etmeyi. Annem küçükken okuduğu öykülerde bazen kitap çabuk bitsin diye, atladığında sayfaları, kızarmışım okumadın bazı yerlerini diye. Kitaplarla arkadaşlığımı annem sayesinde kazandım ve okuduğum okulu büyük ölçüde senin sayende; o gün o makaleyi, senin gibi yazmaya çabalamasam ve etkinde kalmasam o kadar, belki bugünkü Evren olmazdım.

Matematik bölümünde okumak, analatik düşünce yapımı geliştirdi demiştim ya, iletişim sanatlarında okumak da insan yönümü geliştirdi. Çok şey kattı bana okul. Yirmi kişilik sınıflarda, sonsuz bir tartışma ortamında, kendi doğrusunu savunan ve başka doğrulara pencereler açan, kapılar aralayan bir avuç gençten biriydim ben. Bir Cumhuriyet çocuğuydum. Parlamaya hazır bir yıldız... Neden söndüğümü hiç sorma, uzun bir aşk hikayesiyle kesişir yolun ki, gecenin şu saati hiç çekilmez bilirim. Şimdilerde neler mi yapıyorum, rutin bir işleyişin içinde, kendime penceler açıyorum: şiir tadında, öykü tadında yazılar yazıyorum çokca. Şiir tadında bir yazım vardır adının geçtiği; Kaydımı Sildirdim Ben:

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim ilkokulu
Herkes kitaplardan öğrenirken a-b-c-yi
Ben İlhan Selçuk okurdum mesela
Ablalar ağabeyler oynarlarken birbirdir ve saklambaç
Ben kaybolurdum hayat denen sinemanın ışığında
Sen bir okuldun benim için. Bir ülkeyi düşünmektin. Bir yanlışın altını çizmektin. Bir düşünceyi eyleme dönüştümektin. Bir inancı yaşamaktın. Bir türküyü çığırmaktın ve solumaktın bir yasemini büyürken. Sen, ben büyürken pencerenden baktığım, baktığımda insan gördüğümdün. 

22 Aralık 2008 tarihli yazını şöyle bitirmiştin:

21’inci yüzyıla girdik, dünya bir türlü cennete dönüşemedi, barış bir hayal...
Anılar bu kapsamda bize ne öğretebilir?..
Hem anı Cahit Sıtkı Tarancı’nın vapur iskelesinde “teneffüs ettiği” yasemin kokusu gibidir; anımsayabilirsiniz; ama, soluyamazsınız...
Cennetlik insanlar teker teker aramızdan ayrılıyorlar. Bir çoğunu kendi ellerinle uğurladın... Barış artık çok uzak bir hayal. Üstelik dünya giderek cennetten uzaklaşıyor.  Yaşam, ölüme çok yakın duruyor bugünlerde. Ölüm ad değiştirdi:  şehit düşmek!

Şu fotoğraf karesinde olan bütün iyi adamlar cennete gittiler bir dünya vakti. Gencecik umutlar da şehit düşüp geliyorlar cennete. Seninle aynı masada oturur da, sorarlar mı, neden bir tek biz öldük diye. Sorarlar mı, onların çocukları değerli de, biz değersiz miyiz diye. Sormasınlar be abi; ölmesin çocuklar, şairin dediği gibi kapıları çalsınlar bir gece vakti: Barışı müjdelesinler. Çocuklar barışı müjdelesinler, ölüm uzak olsun onlardan bari!

Daha fazla yazamayacağım...
Güle güle İlhan Abi...
Cennetteki iyi adamlara benden de selam  götürmeyi unutma!


21.06.2010
Saat 23:43

20 Haziran 2010

Gözyaşının Rengi

Ağlarken renkler ton ton akıyor pınarlarından... Hüzne, mutluluğa, kedere, aşka, şeffate...

İnsan mutluluktan ağladığında gözyaşı pembe akarmış öğrenmiştim bir seferinde... Bu sabah uyandım ve fark ettim ki beyazı yok gözümün, çevresine bir pembe yayılmış hare hare... Bebeğine bir pembe oturmuş ama ne pembe...

Döndüm sağ yanıma. Sırtımı yalayıp geçtiğinde sabahın ayazı, bir damla düştü yanağıma; ala çalıyordu rengi... Gülümsedim...


İlk Yayın Tarihi: 19.06.2009
Fotoğraf : deviantART

19 Haziran 2010

Nefes Almak Yaşamak Mı Diye, Sormuştum Bir Seferinde


Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyordu. Sözler sadece söyleniyordu da havada kayboluyor sanılıyordu. Oysa her bir söz, sahibini buluyor ve söz sahibinin kulağına kazınıyordu. Sözü söyleyen unutsa da, kulak, sözü unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse merak ettiğinin peşine düşmüyordu. Merak ettim deniyordu da sanki o merak havada kayboluyordu. Oysa her bir merak ettim, merak edileni buluyordu ve merak edilenin aklına kazınıyordu. Merak eden unutsa da, akıl, merak ettim diyeni unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse kırdıklarını anımsamıyordu. Kırdım kusura bakma deniyordu da sanki kusurlar havada kayboluyordu. Oysa her bir kusura bakma, kusur edileni buluyordu ve kırılanın yüreğine kazınıyordu. Kusura bakma diyen unutsa da, kırılan yürek, kıranı unutamıyordu.

Derken günlerden bir gün; sözler veren, merak ettim diyen ve kıran adam çıkmaya karar verdi kendi içinde bir yolculuğa... Dolanırken kendi hikayesinin zorlu sokaklarında, her köşe başında bir iz buldu geride bıraktıklarından. Kalbi dayanmadı karşılaştıklarına. İzleri topladı bir avucuna. Ekledi birbirine. Puzzle'ın bir parçası eksik kaldı. Bakındı etrafına bir çiçek gördü yüreğinin dibinde, çevresindeki toprağı kazıdı bir iyice, çiçeğin köklerine gelince, çürümüş insanlığı ile karşılaştı. Bulmuştu puzzle'ın bir parçasını daha ama çok geç kalmıştı. Çiçek güzel gözüküyordu da, yaşayamazdı kökleri olmadan uzun bir süre daha.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da kimse farkına varmıyordu, verdiği sözleri tutmamak, merak ediyorum deyip dönüp bakmamak, bir yüreği kırmak, içten içe çürütmek demekti insanlığını ve insanlığını kaybet ölüme dönmekti yüzünü aslında.

Hayat kendi döngüsünde dönerken, yaşam devam ediyordu kimilerine göre, sahi nefes almak için insanlığın lüzumu yoktu dimi? Nefes almak yaşamak sayılır mı düşünmek gerek ama insan olmak için düşünmenin lüzumu da yoktu dimi?



- Ararım demiştin?
- Valla hiç kimseyi arayamadım bugün...
'Hiç kimse'ye davrandığın gibi davranıyorsan bir insana, o insanın senin için özel olduğunu iddia edebilir misin? Bir kez daha düşünmek ister misin...




İlk yayın tarihi: Mart 2009
Fotoğraf:
deviantart