04 Kasım 2011

Hastasıyım Bu Kekin

Bünye hastalandı gene. Laranjit. Yatıp dinlenmeyi ve bol bol ıhlamur içmeyi gerektiriyor. Doktor istirahat dedi. Bünye de dedi ki, eyvallah ama nasıl? Beni bilen bilir, dinlenmek bünyeme ters. Yattığım yerden ve hatta uykumda sorun çözme canavarına dönüşürüm ben. Aklıma bin bir türlü iş gelir ve tabi onlara ait pratik çözümler. Dinlenemem. Kafam sürekli çalışır, bünye bu çalışmaya ayak uydurur. Sonuç, bir hafta sürünürüm. Gene öyle olmasın istedim. Yani bu sefer adam gibi iki gün yatayım ve dinleneyim. Malum bayram geliyor. 

Bünye gene beni dinlemedi. Kronik köle... Bünyeyi bu gibi durumlarda arka odalara kapatasım geliyor. Dün bahanesi hazır bir sebze çorbası pişirdim önce. Hemen ardından yoğurt da yiyebileyim diye bulgur pilavı. Tam yattım uzandım aklıma şöyle bol elmalı havuçlu cevizli bir kek çırpıvermek gelmesin mi? Hem de ıhlamurun yanına katık olur, enerji olur... Yorgun ve bitkin düşen bünyeyi ayaklandırır dedim. Cümlem bittiğinde tarife göz gezdiriyordum, tabi ki elimde mikserimle. 



Tarif basit:

3 yumurtayı bir kap (ben ölçü kapları kullanıyorum. Bir su bardağına denk geliyor) şeker ile kar beyazı oluncaya kadar çırpıyoruz. (İlk defa bu sefer şekeri bir fincan kadar  az kullandım (3/4 kap), sonuç daha başarılı oldu sanki. Kekten ne kadar tatlılık beklediğinizle de ilişkili bir durum bu tabi.) Öncesinde bir tatlı kaşığı tarçının da eklendiği, 3 adet orta boy rende havuç, 2 adet (ben golden kullandım) rende elma ve bir kap dövülmüş cevizi hazır etmekte fayda var. 

Kar beyazı karışımımıza önce bir küçük kahve fincanı fındık yağını ekliyor ve kaşıkla şöyle bir karıştırıyoruz. 1+ 1/4 kap unu (ben kepekli kullandım) eleyerek bu karışıma ekliyoruz. Bu aşamada bir paket vanilya ile kabarta tozunu eklemekte fayda var. Hoş koku katsın diye limon kabuğu rendesi de gene bu aşamada ekleyebilirsiniz. Kaşıkla gene aynı yöne olmak koşuluyla, ıslak karışımla kuru karışım birbiri ile sarmaş dolaş oluncaya dek karıştırıp, elma-havuç-ceviz karışımını eklemek gerekli. Özenle karıştırdıktan sonra kekimiz pişirme aşaması için hazır hale gelmiş oluyor. 

Ben önceden 220 derece ısıtılmış fırına koyup ısıyı 170'e indiriyorum. Böylece daha güzel kabarıyor. (Ya da bana öyle geliyor) 40-45 dakika kontrollü (kürdandan yardım alıyorum) olarak pişiriyorum. Karışımı kek kalıbına dökmeden önce kalıbı sadece fındık yağı ile yağladığımı belirtmemişim ama zaten siz bunu biliyorsunuz. Kekiniz yattığınız yerden gelen kokuları ile baş döndürürken çözdüğünüz havuz problemine ara verip ıhlamur kaynatmaya ne dersiniz? Sakın ola benim gibi yazıya başladığınız anda ıhlamuru da kaynamaya koymayın, hastalıktan dolayı tıkalı olan burnunuz koku almadığından buram buram kokan yanık kokusunu duyamayabilirsiniz. (Evet! Ihlamur yaktım. Pişman değilim. Yazı güzel oldu. Bünye yazarken dinlendi. Ihlamur dediğinde bir kere daha kaynar.)

Son söz;
Bayram üzeri hastalıklar hanenizden uzak dursun... Çalan her kapı, telefon ise huzur ve mutluluk versin. Yüzünüz gülsün. Yuvanız şen olsun, aşk dolsun. Ben kurban bayramını sevmiyorum, o yüzden diliyorum ki, şeker gibi bayramlarınız olsun, dilinizden yüreğinizden hep tatlı kelimeler çıksın. Aşkla kalın. Aşkta kalın. 



03 Kasım 2011

Duygu Seli




Neydi kıskandığım bilmiyorum. Ama hissettiğim duygunun kıskanmak olduğuna eminim. Bir erkeğin böyle bir duygu seline kapılma ihtimalinin çok zayıf olduğunu söyleyebilecek kadar kadınca bulduğum bir durum bu.

Belki adamı çok iyi tanıdığımdan, belki onun naif kelimelerinin yüreğime değmişliğinden, belki adamı çok sevmiş ve hatta aşkın en halini yaşamış olduğumdan, belki de yıllar sonra onu bir kadınla görmenin bende böylesine bir gelgit yaşatacağını hiç hesaplamamış olduğumdan, titredim. İçimden bir cız sesinin her hücreme çarpa çarpa geçtiğini hissettim. Sarsıldım. Ayaklarım aşktan değil de, onun ona yaşatabileceği duyguların yoğunluğundan kesildi. Bilmek bazen ne kötü. 

İnsan bir zamanlar sahip olduklarını bir zaman sonra sahip oldukları ile kıyaslamamalı. Çünkü hiç bir artı birbirini tutmadığı gibi, eksilerin de denk gelme şansı çok düşük. Ama dedim ya, kadınca bir duygu ile kıyasladım. Pişman mıyım? 


01 Kasım 2011

Garip




Yazmak istiyorum. Günlerdir yazıp siliyorum. Bu hal garip. Ama zaten günlerdir garip günler yaşadığımın altını çiziyorum. Bu garip günlere az önce bir de garip bir gece eklendi. Genelde ne diyeceğini, nasıl diyeceğini bilen biri olarak, bu aralar ne diyeceğini, nasıl diyeceğini ve hatta neden bir şeyler demek istediğini bir türlü anlayamayan bir ben var ki, işte bu her şeyin bir parça daha garip olmasına sebep oluyor. Garip bir duygu ile boğuşuyorum. Sanki; tüm gece rüya görüyor, sabaha karşı bu rüyaların özeti şeklinde daha kısa bir rüya görüyor ve sonra gördüğüm her şeyi unuttuğum ama bir şey gördüğümden emin bir şekilde uyandığım için de daha uyanır uyanmaz ne garip bir durum bu diye söylendiğim sabahların sayısı çoğalıyor. Gördüğüm rüyaların bana anlatmak istediği ve bence bu garip halden beni kurtaracak olan mesajlarımın bana ulaşmasını diliyorum. Bu aralar gördüğüm her rüya dilini bilmediğim bir ülkenin sokaklarında kaybolmuşken yol bulmak için çırpınmak gibi. Garip diyorum ya, aslında önüne çok eklemeliyim.

Bu hal üzerine yazıp çizebilirim ama ne garip ki, yatıp uyumak dışında aklıma yaratıcı bir fikir gelmiyor. Bağlantısız gibi durabilir, yani; yazıp çizebilecekken yatıp uyumayı istemek... Ama dedim ya garip bir hal içindeyim. Kısaca bir yanım kalk gidelim diyor öbür yanım uzun bir bip sesinin ardından otur diye yaygarayı basıyor. 

Hoş diyelim ki uyudum, ne malum rüyalarımı hatırlayıp da bu halden kurtulacağım. Rüyalarımı hatırlasam bile mesajları doğru algılayacağıma dair iyimser bir hal içinde olmama siz de gülümsüyor musunuz? Lafı fazla uzattım. Şimdilik hoşçakalın. Bir kaç güne sesim çıkmazsa bunun garip bir hal olduğunu bana hatırlatın olur mu? Bilirsiniz, susmak pek bana göre değil. 



20 Ekim 2011

24



bir anneydi kocatepeden el sallayarak oğlunu uğurlayan ve bir abiydi bağıran
BİZ VARIZ!
"Oğuz var, Yavuz var, Deniz var"

dimdik duruyorlardı ayakta... 
anneydi onlar babaydı, abiydi, ablaydı, kardeşti. 
nişanlıydı, eşti, çocuktu onlar.
ayakta dimdik durdular.

gözlerindeki yaşı, yüreklerine taş yapıp bağırdılar:
şehitler ölmez!

şehitler ölmezdi bu ülkede
sonsuza giderlerdi...
sonsuz acıyı yüreklere 
gömüp giderlerdi...

artık gitmesinler!
artık
oğullar, 
eşler, 
babalar 
abiler
kardeşler
ÖLMESİNLER

17 Ekim 2011

Önce...



Neredeydim...?
Kimdim..?

Oteldeydim.
30lu yaşlarında, bakımlı bir kadın.

Saatler sonra, kendimce çok vurucu olan giriş cümlesine şu yukarıdaki iki üç cümleyi daha ekleyebilmiştim.

Kahvemi tazeledim. Hayatın kendisinin de benzer bir biçimde bazen, anı geldiğinde, aynı çarpıcılıkla bize kapılar açtığını ama o kapıdan geçip de ileriye giderken bazı şeylerin umduğumuz gibi olamayacağının düşüncesi üzerinde yoğunlaşmıştım.

Yaşamak yazmak gibidiydi... Sen istediğin kadar kurgula, yazı kendi yolunda akıyordu. Seni senin istediğine değil de kendi varması gereken yere vardırıyordu. Ve belki de sen, kendi seçtiğin kelimelerle önceden tasarladığını sanarak -ki bu ancak her şey bitip de zaman geçtiği vakit anlaşılacak bir şeydi- yarattığına, geçmişine ve kendine gururla bakıyordun.

Kalemi kağıdı bir kenara bıraktım. Bana ait olamayacak sokağın çığlığını ve kelimelerini perdesi yarı açık pencereden özgürlüğüne bıraktım. Her bir kelimenin bembeyaz bir güvercin gibi havalaşına baktım. Kanat seslerini dinledim, bir karıncanın fısıltısı ile irkildim. Sarı papatyanın üzerindeki arının tutturduğu şarkının mısralarında gezindim. Endişeli bir annenin çocuğunu bulma sevincine uygun bulduğum toz mavi bulutlara baktım... Camı kapatıp, elimde kalemle cama görünmez bir yazı yazdım. 

Günler sonra, kendi iç sesim kulaklarımda yankılandı: Bilmediğim bir dünyada kaybolmak, bildiğim bu dünyada kendimi arayıp bulmaktan daha kolay geliyor.

Kapının kapanma sesi ile kendime geldim. Doktor sizi görmek istiyor dedi bir ses. Günlerdir sanrılar içinde uyanmalarımdan hoşnut olmamış ve belki de başa döndüğümüzü sanmıştı. Hemşireye beni neden ispiyonladığını soran gözlerle baktım. Üzerime bir şal alıp, aynada saçlarımı düzelttim. Oldukça iyi gözüküyordum. Bu bakımevine yerleştiğim günden beri kendimi evimde, salonumda ve yalnız hissediyordum. Yan odamda kalan ve geçkin yaşına rağmen erkeklerle oynaşmayı seven kadının bahçede dolanırken yardımcısına sinirlenip, "pek ala ben bir orospu da olabilirdim" diye bağırışının üzerinden neredeyse bir hafta geçmişti. Yalnızlık duygumun derinliği beni uzaklaştırmıştı. Önce gözlerimi, sonra da ellerimi... Elimi eteğimi çekmiştim hayattan... Bana ait olamayacak sokağın çığlığını ve kelimelerini perdesi yarı açık pencereden özgürlüğüne bıraktığımda, üzerime bir kaç beden dar gelen kabuğumu da attım. Kırıldı... Böylece bilmediğim bir dünyada önce kendimi kaybetmiş sonra da yeniden bulmuştum. Basit iki soruydu sorduğum...

Hayatın içindeydim...
Yaşama tutkuyla bağlı bir kadındım.


Üstelik kazanmak için okeye dönmek gerekmediğini de öğrenmiştim.





Görsel / deviantart

16 Ekim 2011

Önce..



Telefondaki sesin, sevdiğim, içimi ısıtan birinden geldiğini algılamamla, yüzümde yeni duştan çıkmış birinin ardından banyoya girdiğim ve o temizlik kokusunu aldığım andaki gülümseme oluştu. Nasılsın?

Zor bir sorudur. İnsan; iyiyim diyerek geçiştirmekle, olduğu gibi içindekini akıtmak arasındaki koca bocalamadan genellikle iyiyim yenilgisi ile çıkar. Hele de benim gibi boşlukta sallanırken bir ılık rüzgara teslim olmaya ramak kalmışsa.

İyiyim.

Günlerdir sesin soluğun çıkmayınca, uğrasam bir kahve içer miyiz diyecektim.

İçerdik içmesine de... Masa başındayım. Bir öykü yazmayı deneyeceğim. Bilmediğim bir dünyada kaybolmak, bildiğim bu dünyada kendimi arayıp bulmaktan daha kolay geliyor. Demedim.

İçmeyiz. Saol.

Hayata karışma zamanın gelmedi mi?

Neden azarlıyorsun ki beni... Sana ne zararım var benim. Git kendin karış. Hepimiz hayata karışmak zorunda mıyız sanki. Ben karışmayacağım. Sizin hayat dediğiniz şey benim çok uzağımda. İçimdeki hayatı söküp aldınız, ille sizin gibi bir hayatım olsun diye beni ait olmadığım bir dünyaya hapsetmeye kalktınız şimdi de kalkmış bunun hesabını beni azarlayarak benden çıkartıyorsunuz. da demedim.

Demek ki gelmemiş, teşekkür ederim aradığın için. Görüşürüz. dedim ve telefonu kapattım. Gülümsememi, buharla kaplı banyo aynasından alıp, doğruca, henüz soğumamış yatağıma geri döndüm, yatağıma serildim, yorganımı beni nefessiz bırakacak kadar başıma çektim.

Gelen telefonun beni soktuğu ruh halini hiç sevmedim. Yaşadığım bu duygu kaosundan çıkmak için telefonun fişini çektim. Cep telefonunu sessize alıp kendimden uzak bir köşeye koyup üzerine de bir yastık kapattım. Telefonu tamamen kapatabilirdim ama kendimi iyi tanıyordum: Aranmak, sorulmak istiyor ama bulunmamak istiyordum. Birilerinin beni merak etmesini içten içe bir karşılık olarak görüyor ve bunu hak ettiklerini düşündüğüm için de öç alma duygusu ile karışık bir haz yaşıyordum. Bu ben miydim?

Masanın başına bir kez daha oturdum. Soğuyan kahvemi tazelemiştim. Kalemi elime alınca, neden bilgisayarda değil de, kağıt kalemle dedim... Bir kapıdan geçmeye niyetliydim. Nedenleri, niyeleri ile uğraşmaktansa neredeyimi çözmeliydim. Neredeydim? Kimdim?









Görsel / deviantart

15 Ekim 2011

Önce.



Bunun bir faydası olur mu bilmiyorum... Yani "hayata karışmanın"... Gündelik yaşamın göbeğinde olup da yine de hayatı kaçıranlar yok mudur? Bunca zaman hayatın içindeyken ve hayat da benim içimdeyken "hayatı kaçırıyorsun" diyenler, onların yöntemi ile hayatı yakalamaya çalıştığımda başıma gelenlerden sonra bir kabuklu gibi içime kapanışıma çözüm olarak "karışmayı" uygun görüyorlar(dı.) Oysa ben yeterince karışığım. 

"Ben bir orospu da olabilirdim..." sokaktan duyduğum, bağırmaktan çok çığlık gibi yükselen sesle yankılanan bu kelimelere takılı kaldım. Yerimden kalkıp meraklı bakışlarla perdenin hemen ardından olanı biteni anlamaya yönelik bir kaç kare fotoğrafı yakalayacak mecalim yoktu. Hem ne yapacaktım; de ki kalktım, de ki gördüm... De ki bir kaç kelime daha uçuştu havada ve ben pencereden onları yakaladım... Oturup üzerine öykü mü yazacaktım. Fena fikir de değildi hani... Nasıl olsa yapacak daha iyi şeylerim yoktu.  Belki de sokaktan gelen bu kelimelerdi "karışmanın" kapısı, yemek kursuna gitmek de iyi bir fikir olabilirdi, hatta belki de daha faydalı. Ama ben günler sonra ayağa kalkma enejisi bulduğum kelimelere bir kahkaha atınca fark ettim: Zoru seviyordum. Bu kadar "hayatıma" uzak bir durum hakkında neler uydurabileceğimin merakındaydım. O kapıyı aralamak arzumu bastırmadım.

Oldum olası kırtasiye meraklısı bir tip oldum. Kokulu silgiler -alerjim olmasına rağmen- rengarenk kalemler ve defterler... O defterlerden büyük boy, sarı sayfaları gri incecik çizgiler ile kare kare çizilmiş olanını aldım elime. Londra'dan taşımaya üşenmediğim o hasır sepetin içinde, taze açmış çiçekler gibi renkleriyle beni cezbeden kalemlere baktım uzun bir süre... Hayat o kadar dışımdaydı ki, saksı çiçeklerim bile solmuştu ve ben nesneleri yaşayan, nefes alan bir şeylerle özdeşleştirecek kadar zayıf düşmüştüm. Turkuaz ve lacivert renkli bir kalemi, bir çocuğu elinden tutup parka götürmenin sevinci ile aldım elime. Özlemlerin su yüzeyine çıkma anları herkesi şaşırtabilir... Ama ben şaşırmakla kalmadım. Salona giderken biriken iki damla yaşımı, mutfak tezgahındaki kağıt havluya bıraktım. 

Masa başında çalışma disiplini ile donatılmıştım: Bir fincan koyu filtre kahvem, defterim, kalemim, giriş cümlem ve ben... Hazırdık "hayata karışmaya"

Giriş cümlemi özenle yazdım: Ben bir orospu da olabilirdim...




Görsel / deviantart