08 Ocak 2024

Kaçış


"Buradayım. Beni sağaltan yerde." demiş ve bırakmışım. Kim bilir neden? Tarih: 16.12.2023, öğle saatleri. 

Günler sonra; şu paragrafı yazıp yine bırakmışım. Muhtemelen tetkik için gittiğim doktorun raporu yazış biçimine özenmişim. Sonra da kalemli ultra tabletimde bu satırları yazmışım. 

"Rapor yazan hocanın elindeki cihaza ihtiyacım var. Ben konuşuyorum o yazıyor. Hatta ben düşünüyorum o yazıyor. Bence elimdeki hali hazırda bu yazıyı yazmayı kolaylaştıran bu cihaz hala biraz sorunlu. İtiraf etmeliyim ki, benim gibi kağıt kalem sever biri için biçilmiş kaftan sanıyorum."

***

Bugün Sevgili Buraneros'un "YOKOLUŞ" yazısını sabahın karanlığında okuyunca ve uzun uzadıya bir anımdan bahsedince fark ettim ki, ben sabah yazarıyım. Kazara yazar olmam bundan mütevellit bile olmuş olabilir. 

Yoğun paylaşımlı geçen blogger günlerimde de sabah erkenden kalkar, çala kalem yazardım aklıma düşeni. Okumaya bile fırsat vermeden basardım "yayınla" tuşuna. Biraz özenle kim bilir neler çıkacaktı ama o özeni göstermek için klavye başına otursam kesin beğenmez göndermezdim bir çok yazımı yayına. 

En son yazımı 4 Eylül'de yazmışım. Ondan önce sadece 1 yayın var, 1 Ocak 2023 tarihli. 

"İnsan söyleyemedikleri kadar mıdır diye soran o çakır gözlü çocuğa da dediğim gibi, insan yüreği kadardır. 

İçinde iyilik, sevgi ve şefkat biriktir ki, zamanı gelip sebebi belli taşmalarda, kendine mendil olasın. 

Merhaba 2023... Böyle dile geldin. Hoş geldin. Hep dediğim gibi, asla vazgeçmeyeceğim gibi, iyikilerin çok, keşkelerin az olduğu merhametli bir yıl daha geçirelim, sevdiklerimiz ve bizi sevenlerle."


demişim.
 
Şimdi dönüp bakıyorum da, iyikilerin çok, keşkelerin az olduğu merhametli bir yıl geçmiş kendi adıma... Dünyanın türlü acımasız hallerini ve ülkemin gidişatını sınırlarını çizmek konusunda uzun mesai harcanmış korunaklı yüreğimden uzak bir kenara koyarak yaptığım yorumum bu elbette. Yoksa... Daha ne görecekti bu gözler, neler duyacaktı bu kulaklar acaba demeye kalmadan başlayıverdi 2024.

***




Bu yıl Frig vadisinin uçsuz bucaklığında girdik yeni yıla. Maviş sağ olsun. Takvim sayfalarından ibaret üç otuzluk ömrümün, ikinci otuzuna var daha 3-5 yıl, ve ben artık biliyorum ki, şimdilerde doğada olmak beni en az yazmak kadar sağaltıyor.



Bazen bir yazı okuyorum, kitaptan bir cümle, gazeteden bir başlık... Taşıyor içim. Evet hala elle tutulur o kağıt kokulu içerikleri seviyorum. Digital platform olarak instagram en sevdiğim. Yararlı ve beni mutlu eden içerikleri bulmak konusunda epey mesafe aldığımı söylemeliyim. Ara sıra zaman geçirmek konusunda kontrol düğmesini çevirmek gerekiyor yoksa ciddi bir sarmal söz konusu olabiliyor.

Havaların soğuması ile evde geçen süre çoğalınca, film izleme grafiği yine yükselmeye başladı. Pandemi ile hayatımdan çıkan sinema ile aramızdaki mesafeli ilişki ne yazık ki devam ediyor. Oysa ben bir filmi sinemada seyretme tadını başka hiç bir şekilde alamadığı için şehir şehir festival gezen bir aşıktım. Aşklar da bir zaman geliyor ve şekil değiştirebiliyor demek ki!

Mesela geçen gün bir film izledik ev sinemasında, dilimize Kızgın Güneş olarak çevrilmiş. Filmin kahramanı Amerikalı kadın, yaşadığı aşk ve evlilik acısı sonrası hayal kırıklıklarını da yanına alıp, en yakın arkadaşının da teşviki ile gittiği İtalya'da alıyor soluğu. "Kaçmak" temasının aradığını "bulmak" olarak evrildiği bu filmde bence kıymetli olan şeylerden biri, duaların karşılığı ile ilgili repliklerdi. Kadın kahraman tesadüfen aldığı evinin tamiratı sırasında, bu evde bir düğün olsun, bir aile yaşasın diliyorum diyerek evin hayat bulmasını diliyor. Elbet film olsun diye elinden geleni ardına koymuyor, ama ana karakterimiz duasının gerçekliğini ancak bir başkasının açıklaması ile idrak ediyor. Düğün onun değil, aile de ama dua karşılığını buluyor işte. Mutlu olmak için yeterli değildir de nedir? Film eleştirisi ve üstüne düşünceler konusunda bazı eleştirmenlere taş çıkaracak bir arkadaşım varken filmle ilgili bir şey daha yazmadan buralardan uzaklaşıyorum. Derdim dualar, niyetler, açılan kapılar, kapanan pencereler... Gerçekler hayallerden ilham alır diye boşuna bir inanış değil benimkisi, tam hayal ettiğimiz gibi gerçekleşmese de gerçekleşene farklı bir bakış açısı geliştirebilirsek, fark ederiz ki, onu dilemiştik.

***

Of of... Fazla oradan buradan biraz da suyundan oldu ama, aklıma gelmişken yazmadan geçmeyeyim. 

Doğu mistitizmine merak salan bir adam, yıllarca sabah meditasyonunda "kalbimi yeniliklere aç, kalbimi iyiliklere aç" diye dua etmiş, ne mi olmuş, yaklaşık10 yıl sonra açık kalp ameliyatı geçirmiş, ve sonra tüm hayatı değişmiş. Sanırım kıssadan hisse kısmına tam da burada geldim. Demem o ki, dua, iç ses, niyet önemli. Mesajı açık, net vermek de öyle. Sonuçta görmesini bilirsek, karşımıza da o çıkıyor. Yağmurdan kaçmak isterken doluya tutulmak da bence böyle. Öyle endişe ile kaçıyoruz ki yağmurdan, "doluya tutulacağım, kesin sırıl sıklam olacağım" diye diye "kendi kendini doğrulayan kehanetler" gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Üstelik yağmurun şifasını bir türlü anlamıyoruz. 

Mesela siz hiç bile isteye yağmurda ıslandınız mı? 

Ben bir kaç kere ıslandım. 

Sonu düşlediğiniz gibi olmayacak bir aşka evet deyip kafa göz girdiniz mi o ilişkiye?

Ben girdim. 

Garantisi yok hayatın. Denklem hiç de ilk okul matematik bilgimiz ile örtüşmüyor. 2x2 çoğunlukla bir, nadiren beş oluyor. Sonuç ne olursa olsun, her biri bizim hanemize ekleniyor. Artı veya eksi, sonuçta bugünkü biz yapıyor. Memnunsanız ne ala, değilseniz tavsiyemdir, bakış açınızı değiştirin. 

Fotoğrafçılık kursuna gitmiştim yıllar önce, oradan kalan bir cümle ile bitireyim "2024'e Merhaba" yazımı;

"Herkes fotoğraf çeker bir kişi doğru açıyı yakalar!" 

Gel bakalım 2024 bildiğin gibi, benim duam bu yıl da geçerli... 

***

Okura Not: Yazı başlığına bakıp bu yazının kaçışla ne ilgisi var diyebilirsiniz? Çok derim, çünkü yazmak da doğa da olmak da, bir kaçış barındırır özünde. 


04 Eylül 2023

Gülmek En Çok Bize Yakışıyor

Sabahtı... 

Sıradan bir günü, unutulmaz ana çeviren bir kutu, ofisin hemen girişinde beni bekliyordu. Bir gece öncenin, en çok da bağnaz insanlara hakkettikleri cevabı veren A Milli Kadınlar Voleybol Takımı namı diğer Filenin Sultanlarının Şampiyonluğunun, gözlerimdeki yaşı henüz kurumamıştı. Azmin, inancın, çok çalışmanın, birbirine güvenmenin, umudun, kadın inceliği, insan güzelliği ile bezenmiş bir duruşun, Atatürk'ün emaneti Cumhuriyet'in bu topraklardan kolay kolay silinemeyeceğinin kanıtı gibiydi her bir sayı. 

Dün gecenin sesleri kulaklarımda yankılanırken açtım kutuyu... Önce kahkahası geldi, sonra hüznü... Sonra şükrü... Sonra gözyaşı... Sonra bir kez daha kahkahası... 

Sepom... Göçüp gitti bu diyarlardan. Geride bir çok kahkaha bırakarak. Mülkiye'li Sepom, sevmediği masa başı işinde yıllarca emek vermiş, bankası da onu zor zamanlarında yarı yolda bırakmamıştı. 30 yaşında Bodrum tekne gezisi anılarını dinlerken fark etmiştim, yıl 1980 Sepom teknede, ben henüz 8 yaşında mahalledeki erkeklere benle futbol oynamıyorlar diye kafa tutan bir inatçı. O ana kadar yaştaş sandığım Sepomla meğerse kuşaklar arası çatışmalara gebe olacak kadar yıllar varmış aramızda. Ne fark ediş ama. Hiç öyle olmadı, o bana "senin içine 50 yaşında moruk kaçmış" derdi, ben ona "sen büyümemiş bir çocuksun" derdim.  O bana "salak çocum" derdi, ben ona "kozmik annem". 

***

İstanbul 2000'li yıllar...

Eski eşimin sabah yürüyüşü sırasında tanış olduğu bir adamın ısrarıyla girdik mahalle komitesine, iyi ki taşlarından en önemlisi. Eski eşimin bağ kurmak konusundaki cılızlığına karşılık benim bağlarım hep kuvvetli olmuştur, tabi ki sadece sevdiklerimle. İyi ki taşlarımdan en kıymetlisidir Sepom.  

Serpil ilk bakışta sert mizaçlı, aksi tavırlı, yaşadığı günlerin etkisi ile biraz da evine kapanmış bir yaşlı teyze gibiydi ama bir yandan da değildi. İlk karşılaşmamız sonrasında kanımın ısınması çok kısa bir zamana denk gelir, saniye. Muzip bakışları nereden ve ne kadar uzakta olursa olsun hemen yakalarım. 

Saniyesinde onda bir yer buldum kendime, saniyesinde kocaman bir kapı açıldı yüreğimde, o da geldi baş köşeye oturdu. İstanbul'daki o evin, o sokağın, o parkın, o mahallenin dili olsa da anlatsa, Kadıköy Gülü ile Salak Çocuğun maceralarını... 

Kozmik annemle bir kış günü, kar şimdiki gibi değil, yollar kapanmış, 2001 krizi sonrası işsizliğimize çözüm olsun diye, okul panayırlarında ürün satışı yapıyoruz. Sepom deneyimli tezgah müdürü, ben yamak. Mum yapıyorum, kolye yapıyorum. Neyimize güveniyorsak bir de dükkan tutuyoruz apartman altında, atölye niyetine. Leyla abla var, mahalledeki az çalışanı olan küçük işletmelere  yemek yapıyor, biz de günün büyük bir kısmında onun dükkanında kendi çapımızda dedikodu yapıp, okey ve kağıt oynayarak vakit geçiriyoruz, bir nevi kadınlar kahvesi. Hayat ekonomik sıkıntılar ile çalkalanıyor. Bizi durup durup bir gülme tutuyor. Evde, özellikle de hafta sonları ortalama 6 kişi yaşıyoruz, sayının 10u bulduğu zamanlar da oluyor. Kapıcı ile muhatap müzmin bekar hemşiremden herkes umutsuz o sıralar. 6 yaşlarındaki yeğen bile "Evren'e gitme hafta sonları, barlara git koca bulamayacaksın" diye tavsiye veriyor. Ne hikmetse evde içki eksik değil, paso içiyoruz, gülüyoruz, yiyoruz. Ahım şahım şeyler değil ama bize iyi geliyor bir arada olmak. 

O kış günü, taksiye biniyoruz, şoför mahalleden tanıdık, abla emin misiniz yollar kapalı diyor. Eminiz diyoruz. Yollar gerçekten kapalı, kar diz boyunu geçmiş, ama biz inatla gidiyoruz. Okul açık ama kimse yok. Gene de alıyorlar bizi spor salonuna, gelen 3-5 kişi var belki de yok. Tezgahı açıyoruz, bekliyoruz, tezgahı yerleştiriyoruz, bekliyoruz, tezgahı bir kez daha düzenliyor bekliyoruz, bizim gibi tezgah açmış 3 kişiye gülüyoruz. Sonra bir anda Serpilim "salak çocum" asıl biz bize gülelim diyor, kahkahalarla boğuluyoruz. 

Bir ara pictionary, bir ara çanak, bir ara 101 müptalası oluyoruz, sabahlara kadar sürüyor, uykusuzluk bizi sürüm sürüm süründürüyor, ne gam! Biz gülüyoruz. Çocuk okuma yapacakmış, koyuyoruz kumar masamızın bir kenarına okuma kitabını, al papazı ver kızı derken, çocuk pırasayı, kısır okumuş, ne gam! Biz gülüyoruz. 

İşsiz güçsüz halimize, aceleci bacılar, ethem dedeler yetişsin diye, bir gün mahalleye yetecek kadar hamur açıyor öbür gün zekeriya sofrası kuruyoruz, tuz biber çeşitten sayılmasa sofraya koyacak pek de bir şeyimiz yok aslında. Ama biz tüm bunları yaparken çok eğleniyoruz. Öyle parasız günler geçiriyoruz ki, makarna çeşitleri alay konumuz oluyor. Bugün ne'li makarna yapsak sorusuna cevap pek de yaratıcı değil: düdüklü... Aç kalmışız, açıkta kalmışız ne gam! Biz hep birlikte gülmeyi kendimize "hayata tutunmak" olarak anlatıyoruz.

Paramız yok bir gün, ama öyle böyle değil... Bildiğin yok. Sepom kalk kız diyor, benim Kadıköy bankada param vardı, gidip çekelim.  Son otobüs biletimiz ile Kadıköy'e gidiyoruz. Banka matik parayı vermiyor. En az 20 lira çekiliyormuş, 10 lira parayı çekemiyoruz. Nasıl gülüyoruz ATM önünde, gören deli dese yeri. Müthiş bir ciddiyetle giriyoruz bankadan içeri, sıraya girip 10 liramızı söke söke alıyoruz bankadan. Bir simit, iki bilet parası, ne gam! Biz kahkahalarla gülüyoruz. Dönüşte klasik olarak tuvaletim geliyor. Mc donalds köşe başında ama tuvalet kilitli. Ancak müşterileri kullanabiliyor. Serpil'e sen sipariş verecekmiş gibi sıraya gir diyorum ben o arada tuvaleti kullanayım. Tipimiz müşteri olmaya müsait, cep değil elbette. Tuvalet üst katta, alt kat neredeyse boş, gözlerim Sepomu arıyor, bırakıp gitti mi telaşındayım, o sırada Sepomu tezgaha dayanmış kasadaki çocuğa nasıl 10 liramızı çekemediğimizi anlatırken buluyorum, sonuçta hamburger alamayacağımız ve beş parasız olduğumuz ortaya çıkıyor, ne gam! Eve kadar gülmekten sarhoş gibi bir o kaldırıma bir o kaldırıma vura vura gidiyoruz. Herkes bizi sarhoş sanıyor, ne gam! Bilmiyorlar ki, yaşamak dibine kadar ve her şeye rağmen en çok bize yakışıyor. 

Marketten patlıcan alan çocuğa, eline aldığı bir patlıcanla, seçimin önemini anlatırken denk geliyorum Sepoya, elinde patlıcan, şöyle avucuna alacaksın, böyle hafif sıkacaksın... Karşı kaldırımdayım, beni alıyor mu bir gülmek, öyle bir kahkaha atıyorum ki, çocuk koy veriyor onca sıktığı edebini ortaya. Serpil salak çocum diye diye sallıyor elindeki görece dolgun patlıcanı bana. Kahkahadan boğuluyoruz. Amaç mahalle çocukları patlıcanı doğru seçsin, evde annelerden takdir görsün. 

Modadayız, başımızda kavak yelleri, henüz kıyı doldurulmamış, Taksim'den dönüş feribotla olunca, iskele inişi sonrası sahilden Moda cazip geliyor. Ayağı yanık kazlar gibiyiz. Taksimdeki şapkacı çocuğa  pachwork renk ahenk şapkayı alarak en güzel cevabı veriyor Sepom, bej sizin yaşınız için daha uygun cümlesine ağzının payını vermek de böyle oluyor. O gün sahildeki molozlar, künkler ve tozlar içinde kedi kovalıyoruz, onların korkutmak için ellerimiz havada bir o yana bir bu yana koşuşturuyoruz. Kediler bizi biliyor, deli bunlar diyor, bir süre saklanıp, kovacalama oyunumuza ortak oluyorlar. Gelip geçenler bize bakıyor, bu tuhaf kadınlar deli mi diye, ne gam! Biz kahkahalarda boğuluyoruz. 

Vapurdayız, canımız sıkılmış, karşıya Beşiktaş'a gidip döneceğiz. Amaç denizi içimize çekmek. Biletçi geliyor, Sepom 5 lira uzatıyor, gidiş dönüş değil mi evladım diyor, çocuk olur mu abla gidiş sadece diyor, Sepom indir beni diyor, denizin ortasındayız, çocuk ısrarla mümkün olmadığını anlatıyor, Sepom öyle ciddi ki, çocuk tamam abla diyor, ben kaptana söyleyeyim, sizi biz geri getiririz ama sıra ne zaman gelir bilmiyorum diyor. Sepom içi rahatlamış bir vaziyette çocuğa 10 lira veriyor.  Çocuk şaşkın, söz verdin diyor, senin tekne ile döneceğiz. Beşiktaş iskelede çay simit yapmak bize farz oluyor, biz dönüşü o kaptanın teknesi ile yapıyoruz. Çocuk yanımıza gelip, abla bir ara çattık belaya dedim diyor, gülüyoruz... Çocuğun gözleri ışıl ışıl oluyor, hiç tanımadığımız bir çocuğun gözlerindeki ışık oluyoruz. İnsanlar bizi tuhaf buluyor, ne gam! Biz hayatı alaya alarak yaşamayı seviyoruz. 

Ne vakit konuşsak, bitmeyen anılar geliyor aklımıza. Niceleri, niceleri var ki gülmekten gözlerimiz yaşarıyor. İstanbul sonrası ayrılık en çok beni hırpalıyor. Kozmik annem, sırdaşım, göz yaşım... İstanbul'da kalıyor. Kahkahalar benimle geliyor. nereye gitsem, ne vakit hatırlasam, ne zaman konuşsak, kahkahalara boğuluyoruz. En zor zamanda, en sıkıntılı günlerde, en hastalık, en yalnızlık, en dip anlarda, sarılıyoruz birbirimize, kahkahamız hiç ama hiç eksik olmuyor. 

****

2023 yılında bir yaz günü, 7 Temmuz, yağmur yağıyor, acı bir telefon sesine kulak veriyorum tüm dikkatimi... Dağılıyorum. Çok ama çok ağlıyorum. Ara ara susuyorum, anılar dolaşıyor zihnimde, biliyorum kahkahalar susmayacak ama onunla yankılandığı gibi bir daha  hiç yankılanmayacak. Bu sabah sıradan bir günü, unutulmaz ana çeviren, ofisin hemen girişinde beni bekleyen o kutuyu açtığımda, anılar saçıldı etrafa. Bir kaçını tuttum kulağından, dökülsünler istedim, unutacağımdan değil de... Dursunlar istedim bir köşede. 

Kutunun içinde çanta, çantanın içinde bir zarf, zarfın içinde bir kart, kartın içinde bir not: 



Şubat 2003, İstanbul.

"Seni çok özleyeceğim...

...

Gözlerini kapa ve unutma!

Bir insanı sevmek için mesafelerin hiç bir önemi yoktur.

                                                                salak çocuğun...




01 Ocak 2023

Hoşgeldin 2023



Bu fotoğrafın çekildiği an mıh gibi aklımda. Mutluluk gözyaşı denilen ve ömrümde hayallerimin ötesine geçtiğim nadir anlarda akan, o incecik sızıyı da içinde barındıran gözyaşlarımın muhteşem bir çağlayana dönüşerek  yanaklarımdan dökülüşü de aklımda. 


Bazen ve hiç hayalini kurmadığın gibi sonuçlanan anlardaki kırıklığın zaman içinde önemsiz hale gelip ve senin yüklediğin anlamın ötesinde bir öğretiyi sana getirdiğini fark ettiğin andaki gözyaşı var ki, balta girmemiş bir ormanda yolunu bulmak için kaybolduğun bir anda karşına çıkan su birikintisi gibi, anlık bir mutluluk kaynağı ile özdeş bir mutsuzlukla akıyor, incecik ve sessiz, senden uzakta ama senin içine. 


İnsan söyleyemedikleri kadar mıdır diye soran o çakır gözlü çocuğa da dediğim gibi, insan yüreği kadardır. 

İçinde iyilik, sevgi ve şefkat biriktir ki, zamanı gelip sebebi belli taşmalarda, kendine mendil olasın. 


Merhaba 2023... Böyle dile geldin. Hoş geldin. Hep dediğim gibi, asla vazgeçmeyeceğim gibi, iyikilerin çok, keşkelerin az olduğu merhametli bir yıl daha geçirelim, sevdiklerimiz ve bizi sevenlerle. ❤️ 

31 Aralık 2022

Ne Geziydi Ama!!!

 


31 Mayıs tarihinde, Bir Parmak Bal ile başladığım gezi-yazı-fotoğraf dizisini yıl bitmeden bitireceğim hedefini tutturup, nihayet dün bitirdim. 

Pandemi sonrası normale dönüşümüz ise, yıllardır "Ohrid'e bir kere daha gitsek" diyen babamın lafını dinleyip, 1 Mayıs - 19 Mayıs tarihleri arasında Yunanistan ve Makedonya'yı kapsayan bir rota ile kelimenin tam anlamıyla, "muhteşem" oldu. 

sözleri ile başladığım gezi notları-anılar-fotoğraflar dizisini, sırasıyla;


    başlıları altında toplamayı başardım. Unutulmaz anılarla dolu, her anı rüya gibi geçen bu seyahat enler arasında yerini aldı. Maviş bize hayalini kurduğumuzdan çok daha keyifli bir yol arkadaşı oldu. 2023 yılında yenilenen yüzüyle, bizimle yepyeni maceralara yol alacağını bildiğimiz, Mavişli yollarda yolculuklarımızın devam ettiği, yollarımızın, yüzümüzü güldüren anılara dönüştüğü, öğrendiğimiz, eğlendiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz, yediğimiz, içtiğimiz, sevdiğimiz, sarıldığımız onca anı biriktirdiğimiz harika bir yıl diliyorum. 

İnsan bazen hayal kuruyor, vazgeçiyor, kırıyor, kırılıyor o uğurda ama niyet temizse, güzelse, kötülük içermiyorsa, gerçekleşiyor, buna hep inandım, rahmetli teyzemin, sen yüreğini kötüye açma dediği gibi. 2023 dilerim, herkesin gönlündekini gerçek kılan harika anılarla dolu, geleni geldiği gibi kabul edip, sabırla öğrenmeyi becerdiği, sonunda huzurlu, sağlıklı, bol kahkahalı anıları sandığına kaldırdığı, şahane bir yıl olur, dilerim yüreklerimizin kapıları hep ve daima sevgiye ve iyiliklere açılsın... 

30 Aralık 2022

Kutsal Bakir Athos ve Eve Dönüş

Günlerden Salı 17 Mayıs

Aynoroz, Halkidiki yarımadalarının en doğusunda yer alıyor.  Halkidiki plana eklendiğinde sadece 2 yarımadayı gezer döneriz diye düşünmüştüm. Zaten Meteora gibi muhteşem ve mistik bir kutsal bölgeyi çoktan gezmiş ve büyülenmiştik. Günler içinde google okumalarım ilerledikçe, gelmişken gezelimden çok, burayı da mutlaka görelime evrilen rehberlik duygum ağır bastı. Meryem Ana'ya adanan ve Meryem Ana'nın bahçesi olarak kabul gören bu mistik bölgeye 300 yıllardır kadın girmemesi çok ilgimi çekti. Tüm aramalarda "kadınların dünya üzerinde giremediği tek bölge" olarak geçiyor olması merakını daha da uyandırıyor insanın. Hatta pek çok kaynakta dişi hayvan bile giremediği notuna rastlamak mümkün. Kutsal dağ Athos'dan adını alan yerleşim yerine özel izinlerle giriliyor ve tam bir keşiş hayatı yaşanıyor. Burayı ilginç kılan bir diğer özelliği ise, dini açıdan İstanbul'da bulunan Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlı olması. Size de bazen bu ilginç bağlantılar tuhaf gelmiyor mu? Nereden nereye?

Tam anlamıyla tapınmaya adanmış bu keşişler kutsal dağına turistik turlar ancak tekneler aracılığı ile yapılabiliyor ve belli bir mesafeye kadar yaklaşabiliyorsunuz.  Halen bölgede aktif olarak 20 manastır varmış, 17'si Yunan, 1'er Bulgar, Sırp ve Rus olmak üzere toplam 20 manastırda düzenli olarak 2500 kişi yaşıyormuş. Kişilerin münzevi, keşiş veya küçük bir kardeşlik topluluğundaymış gibi yaşadığı zaviyeler, hücreler ve sığınaklar gibi daha küçük yerleşimler de bulunmaktaymış. Rehberimizin bize anlattığına göre, özel seçilmiş keşişler  maksimum 4 gün olmak üzere adaya gelip bu inziva hayatı deneyimleyebiliyorlarmış. Tam bir komünel yaşam hakim olan adada, rahipler dini ritüellerini yapmanın yanısıra adanmış bir şekilde günlük işleri de yapıyorlarmış. Sarp kayalıklardan oluşan adaya deniz yoluyla ulaşılıyor.   Adada asfalt yol yok ancak manastıra bağlanan orman yollarının ve patikaların genişletilmiş ağını tekne turu sırasında bile fark edebiliyorsunuz. Ziyaretçi de kabul edilen adaya sadece 100 kişi günlük giriş yapabiliyor ve tahmin edeceğiniz gibi bunlar sadece erkek olabilir. Bir ara bizim ikili için izin girişiminde bulunmayı düşünsem de zorluğunu araştırınca vazgeçiyorum. 

Deniziyle adeta bir tatil beldesi olan Ouranopolis Athos Dağı’na adeta bir geçiş kapısı, konumu itibarıyla rahiplerin tekneyle kutsal bölgeye geçmeden önce bulunacağı son dünyevi yer. Günümüzde binden fazla insan bu Kutsal Dağ’ın eşiğinde ve Prosfori kulesinin görkemli gölgesi altında yaşımını sürdürüyormuş.  

Okuduğum ancak kaynağını not etmediğim bir yazıda; kutsal bölgede satış olmadığı, manastırların gelen her misafire yatacak bir yer ve lezzetli yemekler sunduğunu okumuştum. Yemek saatlerinin dini ritüellere göre ayarlandığı, gelen her keşişin önemli oruç dönemlerinde ve haftanın belli günlerinde oruç tutması gerektiği bu ilginç ve gizemli bölge insandaki merak duygusunu perçinliyor. Özellikle doğanın bakirliği ve endemik türlerin olduğu patikalar ve doğa, keşke dedirtmiyor değil. 

Rehberimiz her bir manastır ile ilgili detaylı bilgiler paylaşıyor, zaman zaman uzaktan da olsa fotoğraf çekme uğraşları arasında bu detayları kaçırsam da; Great Lavra manastırı kütüphanesinin dünyadaki Bizans yazıtlarının en büyük üçüncü koleksiyonunu içerdiğini, Zygos Manastırı'nın 10. yy'daki manastırlara uygun restore edildiğini, Iviron manastırına yürüme mesafesinde bulunan Mylopotamos şaraphanesini, ki şarapları zamanla uluslararası kabul görmüş kaliteli şarapları arasında sayılıyormuş, keşişlerin 2,033 m olan Athos Dağı’nın zirvesine farklı rotalardan çıkıp, zirvedeki tapınaktan doyumsuz Kuzey Ege ve Makedonya manzarasında inzivalarına devam ettiklerini hatıra kayıtlarıma alıyorum. 

Aslında itiraf etmeliyim ki, Athos manastırları turu tam bir tesadüf oldu. Limana doğru ilerlerken, bir kaç teknenin tur için kalkmak üzere olduğunu fark edip, fiyat sormak için bizimkileri geride bırakıp hızlıca ilerledim, teknenin biri fazlaca kalabalıktı, diğeri ise küçük bir aile tarafından işletilen görece az kişilik ve daha lükstü, ben tam kaça, ne kadar sürüyor derken bizimkiler yaklaştılar ve annem, bu da benden olsun geçen gün tekne çok istedin, vaktimiz var deyince, kendimizi teknede bulduk. 

Daha sonraki araştırmalarımda, Halkidiki'nin hatrı sayılır bir şarap rotası olduğunu öğrenip, yeni planlara yelken açmadım değil, meraklısı için, hayal kurmalık Halkidiki şarap rotası

Meraklılar şarap rotasında kayboladursun ben kaldığım yerden devam edeyim. 

Fark ettim de galiba söz bitti, Athos yarımadası turundan sonra bölgedeki son gecemizi geçirmek üzere yola revan olduk. Tam yarımadadan çıkmak üzereyken günlük güneşlik hava bir bulut marifetiyle kapkara oldu ve 5 dakikayı geçmeyen ama ceviz büyüklüğünde yağan dolu ile yüreğimizi ağzımıza getirdi. Olmadık bir yerde bir laf edip, Tanrıları kızdırmış olabilir miydim? Neyse ki uzun sürmedi ve kara bulutu geride bırakıp, sarı çiçeklerle çevrilmiş yollardan başladığımız noktaya geri dönmek üzere yola devam ettik. 

























Geceyi, geziye ilk başladığımız noktada sonlandırmaya karar verdik, Nea Peramos, balık ziyafetiyle başladık, daha görgemli bir balık ziyafeti ile kapanış yaparak geceyi sonlandırdık. Masaya gelen her şeyin lezzeti tartışmasız enfesti, 3 hafta sonra başladığımız noktada üstelik yeniden aynı yerde olmak, sahibesine de ilginç gelmiş olmalı ki, ikram olarak gönderdiği jumbo karidesli ev makarnası tadımlık değil resmen doyumluktu. Ekmek soğanlı ve kırmızı biberli, kurutulmuş domatesli ve kekikli üstelik fırından çıktığı sıcaklığı ile geliyor. Tadından önce kokusu ile mest olma garantili... Salata ve ekmek başlı başına şölen. Ama taptaze deniz balıklarından söylemeksek olmazdı, ah o patates salatası, bunu bize yapmayacaktın o kadar lezzetli olmayacaktın, yedik vallahi de billahi de masaya gelen ne varsa yedik. İlk kaldığımız ev dolu olduğundan başka bir ev tuttuk. Mimar bir adam ve eşi, anne babadan kalan üç katlı evin katlarını ayırıp, ilk giriş katındaki daireleri kiraya verecek şekilde düzenliyor. Nasıl da şirin nasıl da kullanışlı daireler, yaşarsın yani içinde seve seve. İyi ki diyoruz şansımız hep yaver gitti bu gezide. Bazı son nokta atışları güzel ve gülümseten cinsinden oldu. Akşam yemeğini yağdı yağacak sisli pulu bir havada, hafif esintiler içinde dışarıda yedik. Bir ara rüzgar şiddetini öylesine artırdı ki, heyecan bile yaptık, ama dedim ya şans bu seyahatte bizden yanaydı, yemeğimizi afiyetle yemek mümkün oldu. Tam eve giriş yapacakken kopan fırtına ile eşyaları arabadan indirmek bile hayli zorlu oldu, ama kim korkar hain kurttan misali, eşyaları eve, kendimizi mahalleyi keşfe için sokağa atıverdik. Fırtına düşündüğümüzden zorlu çıktı. Öyle ki, sahile gidip gelmemiz bir an gibiydi. Geceyi dinlenerek ve ertesi günün rotasını belirleyerek geçirdik. 




Günlerden Çarşamba  18 Mayıs

Sabah bambaşka bir havaya uyandık, damağımızda iz bırakan pastanemizden bir şeyler alıp, yola koyulduk, elbette ki, son bir tur veda fotoğrafları çektirmeyi ihmal etmedik. Dönüş yolu uzun ve nispeten hüzünlüydü. Neyse ki yol boyu bir sonraki rota için yapılan konuşmalarla 2030'a kadar bol bol rota hayali var elimizde, geriye sadece plan yapmak kaldı.