29 Aralık 2009

ŞÖYLE BİR DÖNÜP BAKTIM

OCAK 2009


Henüz tazeliğini koruyan bir ayrılığın acısı varmış üzerimde... Yalnızlığımla kavgamın orta yerine düşmüş her bir kelimem... Belki de yaptığım en iyi şey şapkamı erken zamanda  önüme koymak olmuş...



...
Farkında değilsin. YAŞLANIYORSUN. Bir gün önüne koyacaksın şapkanı, bakacaksın yaşanmışlıklara...İstemek yetmez sahip olmak için, bileceksin artık o yaşta. Bazen yönünü değiştirmek lazım akışın: Kanatların olmasını isteyerek bir ömrü heba etme lüksün yok SAÇMALAMA ama kanatları olduğu için kuşlara yem verebilirsin mesela ve gökyüzünde süzülebildikleri için onların kanatlarına yüklersin umutlarını.
...

___________________________________________________________________________


ŞUBAT 2009


Şubat ayı süprizlerle dolu doluymuş benim için, tam yüreğimin yangınına kapatmışken kelimelerimi, yürek yangınının aslında ne olduğunu öğreten bir haberle sarsılmışım... Hemen sonrasında çıktığım kısa bir gezinti bana yüklerimden kurtulmayı ve hafiflemeyi öğretmiş. İsyankarmışım, canım yanıyormuş... Sen bana lazımsın dediği için  kırmızı başlıklı bir arı, farkına varmışım...   






yürekten gelen bir canım…
hissedilen bir sen…
sarıp sarmalanmış bir bana lazımsın…
kurabildiğim tek cümle…
canım, sen bana lazımsın…



___________________________________________________________________________



MART  2009


Mart ayı; içimde hala kırıntıları olan aşkı kusmakla geçmiş gibi geldi şimdi dönüp de okuyunca... Babamın emekliliği, benim hayata karışma çabalarım ilk göze çarpan ayrıntılar Mart ayında... Ve küçük bir ışık, umuda dair...   O zaman için sadece benim gördüğüm...
...
Ben anlarım
Niyetin beni sevmekse
Sen söylemesen de olur


___________________________________________________________________________


NİSAN 2009


Hayat beni şımarttı, hiç düşünemeyeceğim kadar, hiç düşleyemeyeceğim kadar hem de... Bir yetkili çıktı geldi, henüz onun yetkili olduğundan habersizdim tabi o zamanlar, ben yetkili olsam daha fazlasını verirdim dedi... Sözünü tuttu ve tutmaya devam ediyor... Hayatın beni şımartması için elinden geleni yapıyor... Bazen hayatın attığı tokatlardan açılan yaraları pamuklara bile sarıyor...










...

bir rüyadayım içinde senin olduğun
hiç ama hiç uyanmak istemiyorum
Lyambiko çalıyor fonda
sesinin tınısında sesini buluyorum


bugün benim doğumgünüm
sen gelip beni şımart istiyorum
söyle hayat çok şey mi istiyorum...




___________________________________________________________________________





MAYIS 2009



Mayıs ayı bataklıktan kurtulmaya çalışan bir yaban ördeğinin çırpınışları ile doluymuş... Medcezirler, arafta kalmalar ama sonunda dönüp dolaşıp kararsız kalmalara inat, bir mektupla gülün dibinde umut aramalar...


...



ben yüreğimin yangınlarını da koydum bohçama
bu gece gül ağacının dibine koyacağım bohçamı
ve içinde bulacaksın ucu yanık mektubumu
sabah kalkınca bakacağım penceremden
gül bükmüşse boynunu anlayacağım sen bulamamışsın hazırladığım bohçayı
ama gonca dönüşmüşse açan bir güle
bayram edeceğim tez elden cevap gelir bana bugün yarın diye





___________________________________________________________________________




HAZİRAN 2009





Sorular, aranan cevaplar, korkular, açılan kapılar, medcezirler, arafta kalmalar, nedenler, susmalar, çığlık atmalar, kafa karışıklıkları, çıkmak istedikçe içine gömülünen bir bataklık... Haziran da neredeyse çırpınarak bitecekmiş ki, bir yıldız nicedir gökyüzüne bakmadığımın kanıtı gibi duruvermiş karşımda... Sanki bana bir şey demek istiyor haline  kulak kesilmişim... İyi de etmişim...





parlak bir yıldız bölüyor gecenin karanlığını
buradayım diyor
bir bulut geliyor önüne geçiyor
ama o inatla
ve tüm parlaklığı ile
buradayım gözünün ucunda diyor
zaman geçince de
dünya dönünce de
gözünün gördüğü
yüzünün güldüğündeyim diyor





...

___________________________________________________________________________


TEMMUZ 2009


Temmuz tam anlamıyla aşkın ayı olmuş... Aşk sarmış her günü, aşkla uyanmışım her sabahıma, aşka aşık hallerimi bir kenara bırakıp, yaşamaya başlamışım... Müjdesini vermişim evrene, aşk yüreğimde diye...



Artık geçti…
Yeni bir hayat, yeni bir yolculuk bekliyor şimdi beni.
Daha emin kollarda, daha güvenli…
Hep bildiğim sıcaklıkta…
Hep beklediğim lezzette...
Aşksa olur demiştim bir keresinde...
Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin...
Sen farkında değilsindir ama aşk yola çıkmış geliyordur, evde yokum diyemezsin...
Yaşarsın sadece...
Aşk... mı?
İtirazım yok, olursa olur...
Olmazsa...?
Şu kısacık ömre sığan anlardan bir senaryo yazarım kendime...
Filmi çeken bir yönetmen bulunur elbet, senaryo sağlam çünkü... Oyuncular tapılası...
Böyle bir senaryonun, durağan ama devingen bir kamera ile anları kaydetmek üzerine kurgusu, anların izleyeciye geçmesi için yetecek ve artacak bile...
İzleyiciye geçen duyguyu tahmin edebiliyorum. Yer yer abartmışlar diyecekler...
Bu kadarı da olmaz... Ama oldu... Olur yani... Aşk gibi...
Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin...
Yaşarsın sadece...
İzleyici, filmin kapanış jeneriğinde, yaz ortasında yağan yağmuru, üstelik tam da adam şehri terk etmek üzereyken, abartılı bulmazsa ne olayım ama yağdı işte...



Ama ne yağmak...


___________________________________________________________________________




AĞUSTOS 2009


Kendi içinde sancıları olmuş Ağustosumun, sevince sıkıntı karışmış aşka hüzün... 1997 yılından 2003'e kadar geçen zaman diliminde karşılaştığım karakterlerden bir öykü kurgulamışım... Karanlık bir koridormuş yürüdüğüm... Bir bara denk gelip oturmuşum, kırmızıymış tabureleri ve aşk beni iki burbonla kendine bir kez daha aşık etmiş...Fonda Catfish Blue çalıyormuş... Sevmişim...











___________________________________________________________________________




EYLÜL 2009



Hüzün boğmuş beni Eylül'de belli ki yürekteki sıkıntı da devam etmekteymiş... Sanki en çok içimdeki benler olmuş uğraştığım...







Uzaklara gitmek istiyorum
Çok uzaklara...



Ve
Yüreğimdeki tüm duygularla birlikte
İçimdeki bütün benleri yakmak...





  ___________________________________________________________________________




EKİM 2009



Bazen duygular nasıl da  harmanlanıyor değil mi? Sevdim derken korkmaya, duruldum derken koşmaya, ağlarken şarkı söylemeye başlayabiliyormuş insan... Demek ki sadece duygular değil, eylemler de harmanlanıyormuş... Duygular, anlarla birlikte akıp gidiyormuş... Tavırlar bazen takılıp kalıyormuş... Belki de olması gereken de buymuş...



Arabesk bir geceden elde kalan saçmalıklar...






senin  medlerin var ve bazen cezirlerin...
ve sen o medlerle cezirler arasında sıkışıp kalmış bir aşıksın ve ne yazık ki aşıksın...




...
 Aklın uçar saçmalarsın. Kelimeleri ortaya serpiştirince, cümleleri kuracak akıllı biri çıksa dersin. Özneleri unutur, yüklemleri kaçırırsın. Zamirler peşinden düdük çalar, gece bekçisi sanır pencereni kaparsın. Aşıksın ya, gitmen gerektiğini bir türlü söyleyemez, geceyi sabaha bağlarsın. Ağlar ağlar ağlarsın... Tependekini koca kara bir bulut sanarsın. Sabah olunca susup, kederine yanarsın.
...
___________________________________________________________________________


KASIM 2009


Kasımın ilk günleri, susturmak istemişim içimdeki sözleri, yağmura vermek sesimi...   Rüzgar esmezse yapacak bir şey yok ama eserse gene görüşürüz buralarda demişim... Bir kaç gün sonrasında dost bir yürek "fısıldar mısın" demiş bana... Öyle güzel bir esintiymiş ki duyarsız kalamazmışım...Hemen sonrasında Ela katılmış dünyama... Belki ela olur gözlerin demişim ama olmasa da ben onu çok sevecekmişim... Sonrasında kelimeler dökülmüş ardı ardına... Sonrasında bir kapı aralanmış yüreğimin ortasına...







Sen hiç aralanan bir kapıdan


baktın mı uzağa
yakını görerek


biraz ürkek
biraz telaşlı
biraz meraklı


baktın mı yakına
her adımda geleceği düşleyerek











___________________________________________________________________________




ARALIK 2009


Dünya bir turunu daha tamamlamış bütün bunlar olurken hayatımda... Bazen ben onun zamanına  ayak uyduramamışım bazen o benim zamanıma... Bazen benim kışımda o güneşler açtırmış, bazen ben onun baharının ortasında kara bir bulut olmuşum  içimin sıkıntısıyla... Bazen o benim  yazımda karlar yağdırmış, bazen ben onun güneşinde yağan yağmur olmuşum gözyaşlarımla... Zaman beni dinlememiş, dur dediğim de durup, ak dediğimde akmamış mesela... Benim de onu dinlediğim pek söylenemez ya... O kafasına göre takılmış, bildiğince akıp gitmiş işte... Ben yüreğime göre takılmışım, bildiğimce akıp gitmişim işte...


Öyle ya da böyle bir yaş daha almışım sonunu bilmediğim yaşamdan... Olmaz dediğim şeyler olmuş, olur dediklerim olmamış... Yepyeni şeyler öğrenmişim... Yepyeni kelimeler... Bazı bildiğim kelimeleri unutmuşum. Bazı öğrendiklerimi de unutmayı çok istemişim... Kendi kişisel tarihimin özel insanlarıyla tanışmışım, sanal denen ortamda yüzünü hiç görmediğim ama yüreğinden emin olduğum dostluklarım olmuş... Bir aşka yelken açmışım, havanın  bozduğu zamanlarda bildiğim kıyılara dönmek istemişim, bazen de öyle güzelmiş ki hava, bu yolculuk hiç bitmesin istemişim... Yolculuk bana çok şey öğretmiş... Bir yolculuğu keyifli kılanın hep güzel olan havanın olmadığını , o havaya karşı alınan önlemler olduğunu öğrenmişim...


Şimdi o yelken, yolculuğa çıkanların ortak düşleri ile  yoluna devam ediyor... Yeni kıyılar, yeni yaşamlar, yeni kültürler tanımak en büyük arzuları... Dilerim 2010 tüm bunları gerçekleştirmek için fırsatlar verir bize... Dilerim biz o fırsatları değerlendirebiliriz...




Dilerim 2010  düşlerin gerçek olduğu,
 gerçeklerin bir düş gibi sarıp sarmaladığı
bir yıl olsun herkes için...


Yüreğinizce sevebildiğiniz
ve sevildiğiniz huzurlu bir yıl dilerim...












_____________________________________________________________



Fotoğraf 1 / 1x.com  Fotoğraf 2 / Kendim  Fotoğraf 3 / Mektup Fotoğraf 4 / Stars© Angela Vicedomini
Fotoğraf 5 - 6  / 1x.com  Görsel / deviantART Fotoğraf 7 / Newyear

28 Aralık 2009

KURULMUŞ CÜMLELER / 14






Hayat yaşandığı kadar vardır...


Gerisi ya hafızadaki hatıra, ya da hayaldeki ümittir...


Hüsranı ise tek bir yerde kabul ediyorum: Yaşamak mümkünken yaşayamamış olmak.



Çetin Altan





_________________________________________________

Fotoğraf / 1x.com / Life © Christopher Scott

27 Aralık 2009

AHENK

Aşkta, ilk önce sözcükler sevişir. (*)


Öyle de olmuştu; kelimelerimizi tanıyorduk sadece, kelimelerimizden tanıyorduk... Ortak bir tanıdığımızın "sizin ritmi sürekli genişleyen ama hiç kaçmayan bir iletişiminiz var bu çok keyifli..." deyişi o denklik halinin; dışarıdan gören bir göz tarafından ilk fark edilişiydi, ilk kulaklarımıza deyişi, ilk karşılıklı dinlendirilişi... Ritmin denklik hali...

Kaç keresinde aşktır sorusunun sorulduğu gece, düşlerin yaşama yansımasıydı. An'dı, gerçekti... Aşkın; elle tutulur, gözle görülür haliydi. Kelimeler kelimeleri kovalarken hızına değil de, keyfine takılıyorduk sadece; öylesine yavaş, öylesine usul, öylesine özlenendi her bir kelime, öylesine saran, öylesine içten, öylesine aşktı her bir susuş...

Üzerinden çok geçmeden kelimeler yerini, uzun dokunuşlara bıraktı. Sevişmek, ritüelleri olan bir kutsanma, aydınlanmaydı. Yakalanmaya çalışılan ortak ritmin farklı notalardan ve seslerden oluşan bir kanon olması çok doğaldı, armoni dinlenmeye değerdi...  Zamanla repertuara eklenen yeni ritmler ve üzerine yazılanlarla, aşk, sözcüklerde sevişmeye devam etti...



________________________

Kanon zordur, aynı ritimde aynı şeyleri söylerseniz, kanon olmaz, farklı ritimde farklı notalarla bir ahenk yaratamazsanız, kendiniz bile çıkan sesten rahatsız olursunuz...Duymazdan gelirsiniz bir süre, bir süre ritme ayak uydurmaya çabalarsınız ama sonunda müziğin sesini kısarsınız... Zordur taşlardan bir kule yapmak, yanyana dizerseniz kule olmaz, üst üste dizerken ise dengeyi yakalamak her zaman mümkün değildir... Aşk bir parça kule yapmak gibidir... En değerli taşı tam koyacakken denge altüst oluverir...


Zordur ilişkilerde ritmi bulup akıp gitmesini sağlamak... Kastım çoşkudan hüzne değişen bir ritim değil, tıpkı taşların büyüklüğünün küçüklüğünün bir önemi olmadığı gibi ritmdeki duygunun da bir önemi yoktur... Duygular bir müziğin içinde doğru yerde kullanıldığında sizi alıp götürendir. Boyutlar denge noktaları bulunduğunda göz zevkinizi katmerliyendir.


Dilerim ki; yarattığınız ritmin ahenki sonsuz kere dinlemeyi isteyecek kadar keyif versin size, dilerim ki; ilişkinize koyduğunuz her bir taşın denge noktasını bulabilin... Dilerim ki; seneler sonra bile yarattıklarınıza baktığınızda bir gülümseme yerleşsin yüzünüze... Keyifli pazarlar hepinize...

_________________________________________________________

Haşmet Babaoğlu'nun Pazar Notları'ndan alıntıdır...
Fotoğraf / deviantART

25 Aralık 2009

HAK/SIZ/LIK

Bazı insanlar vardır, haksızlık söz konusu olduğunda, yeri, kişisi önemli değildir. Haksızlığa samimiyetle destek olurlar...


Bazı insanlar vardır, haksızlık söz konusu olduğunda, yeri ve kişisi önemlidir. Haksızlığa destek olurlar... Onların samimiyeti biraz şüphelidir...


Bazı insanlar vardır, haksızlık bir tek kendilerine yapıldığında sesleri çıkar, diğer zamanlarda etliye sütlüye dokunmazlar...


Bazı insanlar bazı insanlara, haklı olsun haksız olsun destek olurlar, onların samimiyetinin dayandığı yer,  çıkarlarıdır.


Bazı insanlar vardır haksızlığı kendileri yaparlar ve sonra da haklı olana ses yükseltirler ki, onların samimiyetsizliği su götürmezdir...


Bu nedenle haklının yanında olma hali, bir parça sevmekle ilgili gibi gelir bana... Bir parça hayatın içinde samimiyetle durmakla, bir parça ilkeli olmakla, bir parça sahte olmamakla, bir parça ahlakla, bir parça yürekle...



_________________________________________

Dün akşam eve dönüş yolu, bir iyotluk yolculuğun son durağı olan evime on kala telefonum çaldı... Ağlamaklı bir ses, içli içli, belli ki dokunmuş yaşadığı ona, belli ki ağır gelmiş... Cümleleri toparlayamıyor..

"Ben ondan küçüğüm diye, bir şey söyleyemeyecek miyim ben ona... Bu bir ekip çalışması ama o hiçbir şeyin elinden tutmuyor. Verilen hiçbir görevi yapmıyor... Sonra da bağırıyor... Hem ne yapayım 40ından sonra bu işlere kalkmasaydı..."

Gülümsüyorum son söylediğine, Allah'tan yüzyüze değiliz; kırılabilirdi neden gülümsediğimi anlamayıp, ama ben onun 40'ı çok görmesine gülümsüyorum. O 20lerinde bense neredeyse 40'lı torbaya gireceğim ya... Dikkatle dinliyorum, önce kusması gerek bir parça ki, yer açılsın anlatıcaklarıma... Nefes almaya başlayınca araya giriyorum. Yarın bana uğramasını, bu konuda beraber yapılan planı tekrar gözden geçireceğimizi, görev dağılımları konusunda nerede nasıl bir aksama olduğuna ve bu işi onun yetiştirememesi durumunda olası sonuçların neler olabileceğine bakacağımızı ve gerekirse bir B planı ile gemiyi karaya ulaştırabileceğimizi söylüyorum. Sesinde bir rahatlama ile deam ediyor konuşma bir yerinde, "bu haksızlık" diyor... "Bu haksızlık" diyorum. Teşekkür edip, telefonu kapatırken "iyi ki varsınız" diyor... Gülümsüyorum...

Yaşam beni bir kez daha pamuklara sarıyor; kesiklerimi  kapatmak için biliyorum. Bir ara,  uykuya bakıyorum ne kadar uzak benden bu gece diye, mesafeyi bilirsem ona göre bir tercih yapacağım, bir film seyredeceğim mesela benden çok uzaktaysa, mesafe biraz daha kısa gibiyse, oturacağım okuduğum kitaptan bir bölüm daha okuyacağım, yok 5-10 dakkaya kapımda olacaksa televizyona bakıp, biraz oradan oraya avarelik edeceğim... Derken, telefonum çalıyor... Geç bir saat, ses, yorgun ama keyifli... Konuşuyoruz, en çok hayattan... Sonra konu dönüp dolaşıp, sevdaya, aşka, ilişkilere geliyor... Onlar hayatın ta içinde konular... Uyku kapıdan göründüğü ile kalıyor... Hatta gittikçe uzaklaşıyor benden... Bir süre sonra gölgesi bile uzuyor. Uzun uzun dertleşiyoruz... Uzun uzun susuyor... Bir an geliyor, haksızlıktı diyor... Bir an, geliyor haksızlıktı diyorum... Gece soğuyor... Zaten gün içinde buza kesmemiş miydi hava... Ara ara güneş yüzünü gösterdiğinde, buz erir gibi olsa da, hava hala soğuk... Pencereden sızan soğuya, bir ısı yalıtımı gerek... Uyku kapıma gelip dayanıyor, ya şimdi ya da hiç diyor. Tehditkar tavrından ürküyorum. Telefondaki ses, kıyamam hadi uyu diyor... Kapatırken, "iyi ki varsın" diyor... Gülümsüyorum... Tüyden hafif yorganım, soğuğu kesiyor...Ilık bir uykuya dalmak üzereyim... Yaşam beni bir kez daha pamuklara sarıyor... Kesiklerimden kan damlamıyor... Sadece acıyor... Derin... Çok derin bir yara yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor... HAKSIZLIK BU... Ben onu gömmemiş miydim...

24 Aralık 2009

HAYAT MÜTEŞEKKİRİM SANA




Hayat tokat atarken...
Yaşam acıyan yerlerinizi pamuklara sarar...






Siz yaşamın kollarına bırakırsınız içinizdeki oynak kadını
Hayat...
Hayat durup dururken bir tokat atar...

Hak etmediğinizi düşüne durun
Yaşam bağırır yüksek sesle isminizi
Tam da dönecekken mutluluğa yüzünüzü
Hayat duyunca nefesinizi bir tokat da diğer yanağınıza atar...








___________________________________________


Yediğim tokatlardan hafızamı yitirmeden önce bir teşekkürüm var hayatın ta kendisine...
Öğrenmiştim daha önce; yürek, hiç dokunmasa ve hatta hiç öpmese de; sözüyle, gözüyle koruduğundan yanadır aslında...

Altını çizdiğin iyi oldu be hayat bunca yıl sonra, valla bak... İnan müteşekkirim sana... Tüm kalbimle... İstersen al senin olsun, ha biraz kırık ama olsun varsın, attığın tokatlara sayarsın...


____________________________________________________________

Görsel / devianART

İÇİMDEKİ OYNAK KADIN


'Nasıl güzelsin öyle'


İşyerinde genellikle Buena Vista Social Club, Macy Gray, Norah Jones, Lady Sings The Blues, Frank Sinatra albümleri dinleriz, radyo dinleyeceksek de ya Joy Fm açık olur ya da RadioLine... Geçtiğimiz günlerde, bizim çocuklar başka bir kanal açmış dinliyorlar... Türkçe yabancı karışık çalıyor... Kulağımın pasını alıyorlarmış böylece, kendi aralarında konuşup gülüşüyorlar birden bu şarkı çalmaya başlıyor... İçimde bir oynak kadın: Yerinde duramıyor... Hani iş yerinde olmasa, hani becerse fırlayıp atacak kendini açık ofisin tam ortasına... Yüzümde önüne geçemediğim bir gülümseme...

'Asılı kaldım sende' 

Bu sabah, trafik bir felaket, milim milim gidiyoruz. Dinlediğim radyo (Radyoline) reklamlara girdi, arama tuşuna bastım ve işte yine o şarkı... Sağım solum gergin insanlarla çevrili, kornalar, arabanın burnunu oraya buraya sokmaya çalışmalar, selektör yapmalar... Nasıl sakinim o telaşın içinde, nasıl bir gülümseme yüzümde, içimdeki oynak kadın canlanıverdi birden...

'Eline düştüm elimle aaaaa'

O yataktan kalkmak istemeyen, o sabah sabah sevgiliye nazlanan, o sabah sabah 'ama, ama biraz daha kalsaydım sıcağında' diyen kadın gitti, yerine neredeyse trafiği durdurup 'bi durun ya bi durun hiç mi aşık olmadınız, hiç mi dışınıza taşmadınız, hiç mi içinize kaçmadı oynak bir kadın/adam' diye avaz avaz bağıracak bir kadın geldi... 


Emir - Eline Düştüm

Mutluyum,
B.S.S.K. ツ




__________________________________________________

* Pembe kelimeler şarkı sözü...
Fotoğraf / deviantART

23 Aralık 2009

IP DEDEKTİFLERİ / BİR ADI OLMALI İNSANIN

2006'dan beri blog yazıyorum, bu benim ikinci blogum. İlk blogumu kapatmam tamamen kişisel nedenlere dayanıyordu: Boşanmıştım ve soyadım değişmişti, bir kadının soyadının değişmesi demek, bütün mail adresleri, banka kayıtları ile birlikte pek çok şeyin zaman içinde değişmesi demek... E, haliyle yazma istediğim tükenip bitmediği için ve artık o soyadını taşımadığım için de yeni bir blog açtım 2007'nin sonunda.

Yazmayı seviyorum. Kimliğimi herhangi bir zamanda herhangi bir sebeple gizleme gereği duymadım. Ne yazarken, ne yaşarken... Hep bir adım oldu: Evren... Bazen, beni sevenlerin beni tanımladığı şekilde de anıldım; havuçtan tutun da, başımın belasına kadar... Zaman zaman bir takma ismim oldu; eva, ama onun da ben olduğumu bildi herkes. Ben olmaktan hiç gocunmadım. Altına imzamı atamayacağım, adımı yazamayacağım herhangi bir işi ne yaptım ne de herhangi bir yazı yazdım... Sanılmasın ki; yaşadıklarım içinde sonradan dönüp baktığımda kendime yakıştıramadıklarım da olmadı, oldu tabi ki ama büyümek adına atılan adımlarda insanların yanlışlarının olması kadar da doğalı yoktur sanırım. Ama bu hataların altına da imzalarımı attım, bana ait oldukları için, beni ben yapabildikleri için...

Buradan farklı bir sonuca varılmasın "nickname" ile yazanlara, asla ve asla karşı değilim; herkesin kendi seçimi hangi kimlik altında yazılar yazıp, hangi yüzünü kendine yüz seçeceği ve tabi hangi kelimelerle hayata karışacağı... Ben benden sorumluyum... Bu nedenle burada ele aldığım hal kendim üzerinden, bir durumun resmedilmesidir...

Gelelim bana bu yazıyı yazdıran iki farklı olaya:

İlk defa küfredilmiyor bana bu hayatta... İlk defa beddua da okunmuyor... İlk defa da bu blog sayesinde sevilmedim bu kadar fazla... Sanal denen bloglara; kişisel zevklerin, renklerin, duyguların yansıtıldığı bu ortama; onların da bir yazanı olduğundan bir kimliği, bir kişiliği ve bir hayat duruşunu simgelediği gerçeği ile ve insanın söylediği ya da söyleyemediği şeyleri dillendirdiği yer olarak baktım. Söyleyecek sözüm varsa samimiyetle söyledim. Söyleyecek sözü olanların da aynı samimi duygularla dünyamı ziyaret ettiğini düşümdüm. Geçen aylarda aldığım bir yorumu burada yayınlamak benim terbiye sınırlarımı aşıyor, üstelik onunkini de aşmış olacak ki ADSIZ göndermeyi uygun görmüş. Ne de olsa ADSIZ denildiğinde bir kimlikten, bir kişilikten ve insan olmaktan sıyrılınıyordu değil mi, peki ne deniyordu bu adsız, hadsizlere?
__________________________

Başlıkta adı geçen IP dedektifleri ise; yarın öbür gün bu ADSIZın daha da HADSİZleşmesi  durumunda IP numarasını tespit ettirdiğim ve neredeyse açık adresine kadar elimde olduğunun altını çizmek içindir. Adsızın yazılarımı alıp, kendi blogunda yayınlaması da bir ironiyi içinde barındırır ki, bu konuda  sadece gülüp geçmek istiyorum kendisine...  Bu ADSIZın adı olmadığı gibi; duyguları, bunları dillendirecek yüreği ve aklı da yok. AKILSIZ, YÜREKSİZ VE ADSIZ... ve doğal olarak SÖZSÜZ kalır bölye zamanlarda insan?... NE ACI... (Ç)alıntı sözler, (Ç)alıntı bir hayat, (Ç)alıntı bir kimlik... NE ACI... (Bu arkadaş, üye olduğu platformdan uyarı aldığı için soluğu benim blogta alıp, iki satır küfretmişti...)

__________________________

(Ç)alıntı hayatlar... Hani şu bloglardan yazıları alıp, her hangi bir link vermeden ya da alıntı olduğunu belirtmeden kendi yazıları, anıları, yaşanmışlıkları, duyguları, akılları, yürekleriymiş o kelimeleri kaleme alan gibi çeşitli bloglara, sitelere, platformlara bu yazıları koyup, yetinmeyip gelen yorumları cevaplayanlar var, ben kendi adıma yoruldum artık YETER AYIPTIR demekten. Gün geçmiyor ki bir yazım, şiirim, yaşanmışlığım, serzenişim, duygum kullanılmasın... Olaya iki noktadan bakmak lazım, ilki fena, tecavüz hissi duyandırıyor çünkü, eh ikincisi az biraz iyi, vay be alıntı yapılacak kadar iyi yazıyorum demek ki, yanında hafif bir böbürlenme ile düşünün lütfen... İyice uç noktalarda şunu düşünmek de olası tabi: Adam emek harcamış, bloglar arasında dolanmış, vakit ayırmış okumuş, beğenmiş, kopyalamış... EMEĞE SAYGI LÜTFEN...

Bu sefer ki (ç)alıntılar iyice sinirlerimi bozdu... Fotoğrafından, benim verdiğim linklere kadar herşey öylece aynısı... Yani üzerindeki başlık bölümünde bir tek "Evrenin Dünyası" yazmıyor... Öylesine tıpa tıp aynı... Yahu Ela'nın gelişine yazdığım yazı bile alınmış. Ulan (çok özür dilerim ama okuyucu) sen ne bilirsin Ela kim, sen bilir misin Ela'nın annesinin benim hayatımdaki yerini... Hadi geçtim diğer yazılardan, ne diye özelimi de alıp senin yapıyorsun. Şuşum senin gibi birine arkadaş olur mu sanıyorsun... Sen (ç)alıntı bir hayatın içinde, kimliği, kişiliği, yüreği ve aklı olmayan sen... AYIP...HİÇ Mİ BİLMEDİN AHLAK DİYE BİR KELİME, HİÇ Mİ DUYMADIN SAĞDAN SOLDAN AHLAKLI OLMAKLA İLGİLİ SÖZLER... HİÇ Mİ DENK GELMEDİN OKUDUĞUN BİR BLOGTA... AYIP VALLA ÇOK AYIP... HA BİR DE VİCDAN VAR... VAR VAR OLMASINA DA SENİN YANINDAN BİLE GEÇMEMİŞ BELLİ... (Tahmin ettiğiniz üzere bu arkadaş da bir platforma üye, platform editörü gereğini yapacağını bildiren bir mail attı bugün, beklemedeyim...)

HEY SEN! (Ç)ALINTI YAPAN...
Şimdi al bu yazımı da koy bloguna, izin almana da, haber vermene de gerek yok...
AL KOY VE YÜKSEK SESLE OKU, OKUTTUR...
AYIP VALLA ÇOK AYIP kısmına gelince de bir ayna bul KENDİNE... BAK BAKALIM GÖRDÜĞÜN OKUDUĞUNLA BİR Mİ?


_________________________

Görsel / deviantART

(*) Farklı zaman dilimlerinde karşılaşılan (ç)alıntılar ve adsız bırakılan yorumlar için defalarca kaleme alınmış olmasına rağmen bu son olaya kadar bu tarzda bir yazının blogumda yer almasını uygun bulmadığımdan yayınlamamıştım... Hatta Biraz'ın Özgürce Yazabilme Özgürlüğü yazısına da bir yorum bırakmıştım ve yetinecektim bu kadarıyla da ama, işte bir ama, damarıma basılan, içimi sıkıştıran bir son dakika aması vardı ki, içimde kalmasın istedim...

İlk kez benim başıma gelmiyor, başına geldiğini bildiğim her arkadaşıma da elimden gelen desteği verdim, veririm de... Blog sahibi olmak özgürce yazabilme özgürlüğü olsa da özgürce (ç)alabilme özgürlüğü vermemeli bir insana...



22 Aralık 2009

ZAMANIN AKIŞI YAVAŞLADI



Norah Jones


L koltuğuna oturmuş düşünürken bugünü ve düşlerken yarını ve usul usul düşerken geçmişin girdabına, yalnızdı... Hiç olmadığı kadar diyemezdi, çünkü çok kere yalnız kalakalmıştı. Koşarken yarına ve soluklanırken bugünde ve usul usul saklanırken geçmişin girdabından, çok kere yapayalnız kalmıştı. İlk değildi, olmayacaktı, biliyordu. Geçerdi, geçecekti, geçmişti, biliyordu. Ağlamadı... Yo yo, hayır hiç ağlamadı. Sadece usul bir şarkı koydu, 2-3 mumla aydınlattı geceyi, gece kadar koyu siyah bir polar battaniyeyi sıkı sıkı sarmalayan bir çitf kol yaptı kendine... Sığındı... Kapandı, içine kaçtı... Yo yo, hayır hiç ağlamadı. Hem ağlayacak ne vardı... Geçerdi, geçecekti, geçmişti... Zaman dedi... Zaman... Sadece zamandı ihtiyacı olan... Gözlerini kapadı... Kendini zamanın akışına bıraktı.


Telefonun ucundaki ses, yarın görüşürüz dediğinde, titredi içi... Özlemişti. Çok geçmemişti son gelişinin üzerinden ama özlemişti işte. Bu gece evim şenlenecek dedi. Bir balık sofrası hayal etti. Tava barbun ve hamsi, yanında ızgara deniz levrek ve kalamarlar yanında bol salata... Salatayı elma parçaçıklı ve portakal soslu  yapmaya karar verdi. Bir iki de taze ceviz attı mı üzerine, ne güzel olurdu mevsim yeşillikleri... İyi ki kurmuştu yeni yılın müjdecisi çam ağacını; üzerinde kalpler, üzerinde renkler, üzerinde umutlar, üzerinde ışıltı... Bu gece evim şenlenecek dedi... Gülen yüzlere, gülümseyen bakışlar eklenecek. Balık masasında isteyene şarap isteyene rakı servis edilecek. Kahkahalar sinecek evimin duvarlarına, bir sevmek gelip yerleşecek köşe koltuğa, biliyorum bu defa kolay kolay gitmeyecek... Hiç kolay olmadı ki gidişi zaten...

Daldı düşlere, kurtuldu düşüşlerinden, sardı envayi düşünce balonu etrafını... Birden herbirinde helyum gazı olduğunu fark edince, teker teker her birini serbest bıraktı...  Biri gitti durdu köşede, diğeri çıktı camdan dışarı... Birinin gücü yetmedi kendine, salonun orta yerinde yere çakıldı... Biri döndü dolaştı yanaştı kadına, baktı yeşildi, aldı onu kollarına... Gözlerini kapadı... Yüzünde bir gülümseme, kendini zamanın akışına bıraktı...

Biliyordu, bu ilk değildi, olmayacaktı. Geçerdi, geçecekti, geçmişti, biliyordu. Ağlamadı... Yo yo, hayır hiç ağlamadı. Zaman dedi... Zaman... Sadece zamandı ihtiyacı olan... Kendini zamanın akışına bırakan düşlerinin kollarına bıraktı, usulca uykuya daldı...

________________________________________________

Fotoğraf / Neslihan Öncel @goodbye

21 Aralık 2009

HALİM ÖYLE...



Düşünceler
Düşünce
Düş

Şimdi cümle içinde kullanalım bakalım her birini...

Düşünceler sardı dört bir yanımı... (Eh, fena değil...)
Düşünce kanadı yüreğim... (Nasıl bir düşmek haliyse o...)
Düş... ( Bazen bir kelime, tek bir kelime başlı başına bir cümledir ya... Değil midir yoksa...)

Tamam benim de çok içime sinmedi...
Farkındaysanız, sinmişim bir köşeye, kendi ormanımın kuytularına kaçmışım
düşümdeki düşünceler düşmemek için sarmaşık olup dolanmışlar her bir duyguma...
( Üç kelimeyi de kullandım aynı cümle içinde, fark etmediniz mi yoksa...)

Neyse ne diyordum, kafam karışık...
Gitmekle, kalmak arasında...
Sabretmekle, vazgeçmek arasında...
Sarılmakla, uzak durmak arasında...

Düşünceler
Düşünce
Düş

Düşünceler üşüşünce
Düşünce üşürmüş
Düşünceler üşüşünce
Düş görülmezmiş

Öyle mi?

Bir de her düş aşka, her düşünce aşkla ilgili olmak zorunda değil, değil mi?

Şimdi kelimeleri veriyorum sil baştan...

Düşünceler
Düşünce
Düş

Şimdi birer örnek ile kelime doğru kullanılıyor mu cümle içinde görelim...



___________________________________________________________

ISLANMAK AMA NE...

özletiyor bu çılgın sağanak seni
sırılsıklam özletiyor biliyor musun







 







____________________________________________________________________
 
(*) Dize / Ahmet Telli / Özletiyor Bu Yağmurlar Seni... Şiirin Tamamı İçin
Fotoğraf / Yağmur

20 Aralık 2009

TEL TEL BİR PAZAR SABAHI



Tüm gece sırtından sarılıp, sağ eliyle kadının sol memesini tutarak  ve öpe koklaya, uyana uyuya bir düş uykunun kollarına bırakmıştır kendini adam... Kadınsa sabahın erkeninde uyanır, adamın yatağın diğer tarafında sırtı dönük uyuduğunu fark edince, sırtına dolanır ve öpe koklaya, uyuya uyana düş bir sabaha uyandırır adamı...

Gece ve sabah... Adam ve kadın... Günlerden pazar... Dışarıda; ne simitçilerin ne top oynayan çocukların ne de fırından aldığı sıcak ekmeği kahvaltıya yetiştirme telaşında olanların sesi soluğu vardır... Öyle bir sabahtır ki, sanki dünya dönmeyi bırakmış, bir tek ikisi kalmış gibidir... Şiddetli bir rüzgar, neredeyse çatı uçtu uçacak, bütün kuşlar saklanmışlar kuytulara, kediler kaçışmışlar apartman boşluklarına... Kış dışarıda, bahar yatağın içinde... Ilık bir tenin, ılık bir tene dokunuşunda uçuşan kelebekler, küçüçük öpüşlerde filizlenen çiçeklere konuyor gibiler... Dışarısı buza kese dursun, yatağın içi yaza merhaba dercesine usul usul yeşermekte...

...

Kadın kahvaltıyı hazırlamak için kalkmayı önerince, adam kadının yüzünü ellerine alır,

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Kadın bu adama neden aşık olduğunu bildiğinden, sımsıcak bir gülümseme yüzünde... Adamın bıraktığı yerden dizelere devam eder...

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy Köprüsü'ne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik


Adam duşa gelsene dediğinde, kadın süzüle süzüle yürür toplam bir metre bile olmayan mesafeyi... Rüzgar kesmiştir şiddetini, sessizlik; bir pazar sabahının tenhalığında çırılçıplak tenlerinin suya değdiği andaki ürpertisi ile bölünür. Kuşların kanat çırpınışları duyulur saklandıkları kuytularda, kedilerin ağlamaklı sesleri yankılanır sokak aralarında... Adam, saçlarını yıkar kadının, uzundur saçları kadının, adam tel tel yıkar saçlarını, tel tel sever kadını, tel tel öper... Tel tel okur şiirin devamını...

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.

Sonrası mı, şair demiş diyeceğini... Sonrası iyiliktir güzelliktir...






___________________________________________________________

Şair/ Cemal Süreyya
Şiir / Aşk
Fotoğraf / Biz
Görsel / deviantART


19 Aralık 2009

DOSTLUK

Yanıma geldiğinde yine hüzün kaplamıştı gözlerini, "hayrola, ağladı ağlayacak bir haldesin", " ben ağlamıyayım da kimler ağlasın ki..." dedi. Nişantaşında, rahat koltukları ve enfes kahve kokusu ile bizi bizden alan, saatlerce kalkmadan oturup, kendimizi hiç rahatsız etmediğimiz, mudavimi olduğumuz kafeden içeri girerkenki konuşmamızdı... Onu ağladı ağlayacak hale getiren tek bir şey vardır, ve bu tanıdğım 20 yıldır böyledir. Ne oldunuz gene diye sorsam, sazı eline alacak ve bir daha bırakmayacaktı. Onlarca kez dinlediğim, tanıklık ettiğim hallerine bir yolculuk; derinlemesine ve hep hatırlıyorsun değil mi cümleleri ile süslenmiş olacaktı... Bildiğim halde, ihtiyacı olanın da bu olduğunu bildiğimden, daha siparişleri bile vermeden soruverdim...

"Dur dur, anlatacağım, her ayrıntısını anlatacağım, bu sefer bitti... Bak söylüyorum, eğer olur da dönersem, vur kafamı şu duvara..." İçimden gülüyordum ve dışıma yansımasın diye kendimle boğuşuyordum. Her dönüşüne duvara vurmaya kalksak şimdi bir duvar yoktu... Ben de o nedenle hiç vurmadım, çünkü biliyordum ki bir sonraki sefer gene ve yine ve ısrarla o duvara ihtiyacımız olacaktı. Kendimce en gerekli zamanı bekliyordum, bir kere daha dönmesinin gerçekten onu çok hırpalayıp, bitireceği bir an gelecekti. Onu öyle iyi tanıyordum ki, o bütün olasılıklar tükenip de gene de bir şans diyenlerdendi... Şansları hep 100den başlatır gerie sayardı... O anlatırken, ben onu seyrediyordum. Öyle masum, içten, samimi ve çocuksuydu ki, kızmayacağını bilsem, yanaklarını sıkar ve ne şeker şeysin sen diye severdim ama böyle bir ruh halindeyken ortamı sulandırsam bütün öfkesi bana yönelirdi bilirdim.

"Daha dün, daha dün..." diye kelimeleri ikişerli sıralar halinde parmak uçları omuzlara deyecek mesafeler bırakarak arka arkaya diziyordu. Kendi karmaşasını bir düzene oturtuyor böylece ne anlatacaklarının kronolojik sırasını unutuyor ne de birinden diğerine atlarken bir detayı unutuyordu. Böyle zamanlarda enerjisine hayran bırakırdı beni. Dedim ya bazen kalkıp kocaman kollarımı açıp sarılmak isterdim; "ulan kadın bi dur, bir dur da nefes al" ama o zaman bile durmayacağını bilirdim. Aşkı öyle coşkulu yaşardı ki, başlarken de biterken de hep heyecanlanırdı. Kendi kadınlarımı düşündüm... Hiç bu kadar enerjik, hayata sıkı sıkıya bağlı, gülümsemesi yürekten, inandığı adama kendini adayan bir sevgilim olmamıştı. Baktım yüzüne, sanki ilk kez görüyormuş gibi baktım, uzun uzun... "Sen beni dinlemiyorsun" dedi. "İçine işliyorum şu anda" dedim. Güldü. "Deli ya..." Kızmamıştı. Aksine durulmaya, sakinlemeye, nefeslerinin arasına esler vermeye başlamıştı.
"Neden öyle dedin...", "Neden öyle dedim" "Ya..." Ya ne..." Şımarmak bu dünyada en çok ona yakışıyordu. 40 yaşlarında bir çocuk sevinci gözlerine oturuyor ve bir salıncakta özgürce "daha yukarı, daha yukarı" diye çığlıklar atıyordu... Şımarmak sana çok yakışıyor dedim... Gözlerimi gözlerinden ayırmadan söyledim. Flörtöz tavrımı yakaladım, kısık bakışlar, yamuk bir gülüş, oturuşum mu değişmişti ne... Hemen toparladım kendimi...
"Aklımı dağıttın" Bu sefer kızmıştı. "Tamam dinliyorum" dedim. "Nerde kalmıştım" dedi... Bu küçük ouyunu hep oyanrdı. Dikkatli bir dinleyici ona göre, son kelimeleri değil konuyu hatırlardı. "Gittiğiniz balıkçıda kalkan yerden olanları anlatıyordun, daha doğrusu bir gün önce olanlar üzerine tartışmanızı... Son cümlende de bana kızıyordun, dinlemiyorum diye..." dedim, gülümsedim, dudağımın kenarındaki gülümsememi yakalayıp avucmun içine aldım. Sırası değildi... Hiç sırası değildi...

Akşamın ilerleyen saatlerinde, şaraba katık edilen değerlendirmeler, kişisel olarak yapılan hatalar, kadın bakış açısı, beklentisi, erkek bakış açısı ve beklentisi üzerinden dalga geçmeler ve nihayetinde gelinen "ulen bu aşk da ne menem birşey kardeşim, ne seninle ne sensiz" edebiyatından sonra son bir kadehi yaşama, bize sunduklarına, bize öğrettiklerine ve bizden götürdüklerine kaldırıp, birbirimize sahip olduğumuz için "Tanrının sevgili kullarına" şükranlarımzıı sunarak geceyi noktalama... Sonrası hep aynı; o kendi yalınzlığına bense kendiminkine kederli ama gülümseyerek yol alırdık...

O gece yatağıma yattığım, düşündüm, insanın sevdiği iyi bir dost olmalı kendine... İyi bir dinleyici...

18 Aralık 2009

GÖZÜ YAŞLI GUARTZ




İnsan sevdiği birini unutmaz.





Ama insan bazen birini "sevdiğini" unutur.




_______________________________________

Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Görsel / Smoky Guartz


CIR CIR

Koltuğa uzanmış gelmeni bekliyorum, onlarca ses kafamın içine üşüşmüş cırcır böceği sanki... Durları yok ve soluklanmaya durakları. Cır cır... Cır cır...

Gelişin geciktikçe, türlü çeşit ses dolanıyor, dallanıp budaklanıyor, yenilerine yol açmak için sanki kuruyorlar da neden köklerini bırakıyorlar anlamıyorum. Kafamın içinde bir cırcır böceği, çiftleşme öncesi seramonisinde erkeği, vuruyor ön kanatlarını birbirine. Cır cır... Cır cır...

Sanki bilmiyorum ben seni. Gündüzleri kendine bir kuyu kazar saklanırsın tek başına. Gece oldu mu, hele de aylardan Haziransa... Düştüysen bir dişinin telaşına... Cır cır... Cır cır... Pis cırcır böceği. Aklımın kıvrımlarını mı buldun saklanacak bir dahaki bahara kadar. Yağmurlar başladı. Hava da soğuk artık. Sus artık cırcır böceği... Yol ver yağmurun sesine... Yol ver sevdiğimin nefesine... Ben bu gece ona sığınayım, sen git bir ağacın gövdesine...

Bana ondan bir haber mi getirdin, sadece bir elçi misin, zeval olunmaz mı dilinden dökülene; bak iyi bir haberse şimdi söyle, yoksa sus da uyuyayım azıcık...  Söyleyip gidecek misin hemen... Söz mü... Dinecek mi bu sessizliğin içinde yankılanan sesin... Cır cır... Cır cır...

Dinliyorum hadi söyle, uzattım kulağımı sana... Kulağım olmaz mı... Şaşırdın galiba cır cır böceği, neremle dinleyeceğim ki seni... Yüreğimle mi... Yüreğimle dinlersem cır cır diye gelmez mi sesin... Duyduğum onun kelimeleri mi olur yani...

Yüreğim... Yüreğimle dinliyorum şimdi seni... Cır cırlar kesildi... Sadece onun sesi kulağımdaki, onun nefesi üflüyor sanki; bir sıcaklık, bir huzur sarıyor geceyi... Uyku... Uykum geldi... Gözlerim kapanıyor... Gözleri... Beni seyrediyor. Fark ettim ki... Şimdi, şimdi kelimelerini anlıyor yüreğim... Kelimeleri, yüreğinden geliyor, ancak yüreğim anlıyor dilini... Anlıyorum, kaç zamandır duymamışım yürek sesini, kaç zamandır yüreğimle dinlememişim sözlerini... Ama şimdi kesildi cır cırlar, sadece kelimelerini duyuyorum, sanki kulağıma fısıldıyorlar...



Uzaklardan sevdim, çok uzaklardan...
Tanımazdan evvel sevdim, tanıdıktan sonra çok...





 ______________________________________

Fotoğraf / deviantART