22 Mayıs 2013

Böylesi Herkese Gerek




Zamanın içinde bir yerdeyim... iyiyim. Kendime dönük hayatımın orta yerinde bir bahçe, içinde çeşit çeşit çiçek açan bitkiler, çam ve meşe ormanları. Ben yavaşladıkça yavaşladı zaman, daha çok şey sığar oldu kısacık hafta sonlarına. Neresinden başlasam, nasıl anlatsam hallerinde, zihnimde dolanan onca cümle yazılmayı bekliyor. Nedense de daha çok iş yaparken takılıyor cümleler, oysa yaşarken öyle mi? Ne cümle kuruyor akıl ne fotoğraf çekiyor el... Yaşıyor, hissediyor yürek.  Bence böylesi yaşamak herkese gerek.

Güzel şeylerin ardı arkası kesilmiyor ben "ben"e vakit ayırdığımdan beri. Düşünmediğimden belki de olup biteni. Komik gelecek biliyorum ama bir "merak ödevi"m var bugünlerde elimde sürüklenen. Sürüklenme sebebi işlerin yoğunluğu, nasıl bir yorgunlukla geceyi sabaha taşıyor kafamın içindekiler anlatacak kelime bulamıyorum şu an. Haftanın içi böyle geçip giderken, bir bakıyorum cuma akşamı olmuş, dostlarla bir sofra kurulmuş, sofranın orta yerinde kocaman kahkahalar, cumartesiyi pazara bağlayacak planlar... Yaşanıyor dar vakitlerde en derin duygular. Dedim ya bence böylesi duygular herkese gerek. Kitap bile gelmiyor aklıma... Okuduklarıma sayayım diyeceğim ama, siz de bilirsiniz her okumak başka bir dünyanın kapılarını aralamak tek başına. Ama nedense bugünlerde "yaşamak" daha ağır basıyor "boş vakitlerde ne yaparsınız" sorunsalında. 

Nasıl oldu diyeceksiniz, nasıl oldu da senin gibi huzursuz bir bünye huzur buldu şu dünyada... "Doğa" efendim, bildiğiniz hemen yanı başınızdaki doğa... Bir de sanırım "güzel büyümek". Evet! İşin sırrı "güzel büyümek"te. Sen güzel büyüyünce baktığın da, gördüğün de, bulduğun da, sunduğunda "güzel" oluyor. Derle ya hani "gülümsemek" ilaçtır. Gülümsemek ilaçsa sevmek "gençlik aşısı"... Siz yüreğinizde sevgiyi büyütün kısa bir zaman sonra ne kadar "güzel büyüdüğünüze" şaşıracaksınız. Demedi demeyin, bence böylesi büyümek herkes gerek.




03 Mayıs 2013

Maraz



Bu sabah her zaman ki gibi bir sabah olmasını çok isterdim ama ne yazık ki değildi... Akşamından belliydi sabahımın iyi olmayacağı... Sesim küçülmüş, enerjim düşmüştü. Üstelik senaryo yazmaya meraklı kafamın içinde dolanan cümlelerden kırbaç yapsam tilkileri bile kovalardım ama dedim ya enerjim yoktu böyle şeylere. Onun yerine köşe koltuğuma oturup bekledim. Bir süre sonra çalan telefondaki ses enerjilerini sevdiğim, birlikte olmaktan çok keyif aldığım ne hikmetse uzun zamandır bir araya gelemediğim arkadaşlarımdı, üstelik benim mahalleden geçerken sesimi duymak istiyorlardı. Ufaklığa park sözü verdikleri için onlar gelir gelmez parka doğru yol aldık. İki yaşında bir beyefendiydi karşımdaki, elimi uzattım "iyi akşamlar" dedim. Elini uzattı ve "İdi vidi" dedi. Akı babasının adıydı. Sıklıkla ona seslenip bu hiç de alışık olmadığı mahallede gördüklerini heyecanla babasıyla paylaşıyordu. Yürüyüş parkuruna gelince beraber koşmaya başladık. Enerjim yerine geldi. Hayatın mucizelerinden biridir çocuklar... Kaydıraktan tek başına kaymayı istediğinde saymaya başladı... "bir di al be ü" yani "bir, iki altı, beş ve üç" önemli olan üçtü adına yakışır bir şekilde "poyraz" gibi uçtu. 

Eve döndüğümde sehpa üzerinde duran telefonumda cevapsız bir çağrı gördüm: ruh annem de koşup gelmişti o gece... Biraz sohbetten sonra "ailenin davetiyeye ihtiyacı yoktur" dedim. " Geleceğiz elbet". Gülümsedim. "Sahi ne zaman büyümüştü de evleniyordu bizim mahallenin ufaklığı"

Gece uykum uyku değildi, ama neydi diye sorarsanız da bir cevabım yok. Sabah gri bulutları uyandım. Güneşe iyi geliyordu ama dedim ya bu sabah her zaman ki gibi bir sabah olmayacaktı. Uzun süre yatakta debelendim ve kahvaltı etmek fikri ile yataktan çıktım. Duş, hazırlık, kahvaltı derken saat geldi. Ayaklarınızın geri geri gittiği bir ilişkiniz varsa durma vakti gelmiştir aslında. Ama hayat durdurmaz sizi, bekleyen faturalar, borçlar, sorumluluklar biraz daha dayanayım demenize sebep olur. İşe koyulmak üzere merdivenleri teker teker indim... Üçer üçer geri çıktım. 

Otoparka gittiğimde parke taş üzerinde yatan iki kedi yavrusu gördüm. Hemen yanlarına gittim ve birinin çoktan ölmüş olduğunu fark ettim. Diğer kedi kafasından darbe almıştı ve kulağının çevresinde kanlar vardı. Nefes alıyor ve ağlıyordu. İş yerinden arkadaşım zaten öleceğini onu orada bırakmamız gerektiğini söyledi. Arabaya doğru yöneldim ama içime sinmeyince bagajda bir şeyler aradım. Ayakkabı kutusunu boşalttım ve bir torbayı eldiven yapıp kediyi kutuya koydum. Yol boyu ağlayan kediyi üniversitenin hayvan hastanesine yetiştirdim. Gerekli tedavileri yapıldıktan sonra belediyeye gönderiliyormuş. Bilmem hayatını kurtarmakla iyi mi ettim. Hani derler ya iyilikten maraz doğar... İşte ben orada biraz tereddüt ettim. 










02 Mayıs 2013

Ne Fayda



Dilin kemiği olmazsa, kırarsın en yakınındakini...
Ne fayda sonrasında üzülmek, 
sen vur kafanı duvara ya da 
otur ağla bir köşe başında tek başına...
Ama ne fayda!



10 Nisan 2013

Gerçekler Hayallerden İlham Alır


"Başka işin mi yok, olmaz o iş"
"Ruhum bedenime dar mı geliyor ne"
"Sanki başkasının hayatını yaşıyorum, bu ben miyim?"
"Neden o yapabiliyor da ben yapamıyorum, çünkü....."
"Bu hayatın benle bir derdi var, nedense hep bana ters gidiyor"
"Hayal bunlar..."
"Neyi nereye bırakıp gidiyorsun, iş güç, okul, çocuklar..."

Uzar gider bu liste... Bu ve buna benzer cümlelere aşinayızdır, bazen kendi sesimizdir duyduğumuz bazense yakın bir arkadaşımızın. Bugün benim doğum günüm. En güzel hediyelerinden birini sundu bana evren: "hayalin olsun"




Erden Eruç'u dinlemekten, ona hayran olmaktan, hayal kurmaktan geliyorum. "Bir avuç insansınız, bu bir tesadüf değil, bir seçim" diye başladı konuşmasına... "hayalleriniz olsun" diye devam etti, "öncelikleriniz olsun" diye tamamladı sözlerini.

52 yaşında Erden Eruç... "benden bir on yıl daha iş çıkar" diyor gülerek ve ekliyor, sonrası  için plan hazır;
yaptığı ve yapacakları için cümlelerin başına "en yaşlı"'yı eklemek...

Bu doğum günü bana "bahanelerinden kurtul" dedi... Bakalım söz dinleyecek miyim?



görsel / buradan





05 Nisan 2013

Saat




Uyanır uyanmaz kötü bir gün geçireceğimi anlamıştım.* Saat çalmamıştı. Köşesi açık kalan perdeden neredeyse yağdı yağacak gibi duran koyu gri, ağır bulutları gördüm, bir de camdaki yansımamı. Gözlerim… gözlerim… o bulutlar gibiydi; yağdı yağacak! Oysa yeni uyanmıştım. 

Neyeydi yüreğimin yası? Nasıl bir rüya görmüştüm… Görmüş müydüm… Uyumuş muydum… Sorulara soru işareti bile koyamayacak kadar yorgundum. Yatağın içinde gerindim. Kaslarım…kaslarım öylesine ağrıyordu ki… ya da kemiklerim… ağrı ayak parmaklarımdan… bacaklarıma… kasıklarıma… karnıma… göğsüme… kollarıma… boynuma… başımın arkasına… saçlarımın ucuna… öylece çıkıp gitti ağrı saçlarımın ucundan. Arkasında bir ah bile bırakmadan. O kadar hızlı, bir o kadar amacından kopmuş, başı boş bir ağrıydı ki… dönüp bakmadım. 

*** 

Uyanır uyanmaz kötü bir gün geçireceğimi anlamıştım. Saat çoktan çalmıştı. Onu bile duymamıştım… Öyle kütük gibi, koyu kahverengi, ağır bir uykudan uyanmıştım. Köşesi açık kalan pencereden bulutlarla oyun oynayan, neredeyse parladı parlayacak olan güneşi gördüm, bir de karşımda duran aynadaki yansımamı. Gözlerim… gözlerim… o güneş gibiydi; parladı parlayacak! Oysa yeni uyanmıştım. 

Neyeydi yüreğimin öfkesi? Nasıl bir rüya görmüştüm… Görmüş müydüm… Uyumuş muydum… Sorulara soru işareti bile koyamayacak kadar yorgundum. Yatağın içinde gerindim. Kaslarım…kaslarım öylesine ağrıyordu ki… ya da kemiklerim… ağrı ayak parmaklarımdan… bacaklarıma… kasıklarıma… karnıma… göğsüme… kollarıma… boynuma… başımın arkasına… saçlarımın ucuna… öylece çıkıp gitti ağrı saçlarımın ucundan. Arkasında bir ah bile bırakmadan. O kadar hızlı, bir o kadar amacından kopmuş, başı boş bir ağrıydı ki… dönüp bakmadım. 

*** 

Uyanır uyanmaz kötü bir gün geçireceğimi anlamıştım. Saat durmuştu. Annem ölmüş! 






görsel / deviantart

* Bu yazı Vladimir'in Yedi Öykü Başlangıcı yazısından sonra yazılmıştır. 

12 Mart 2013

Bana Kendini Getir*

İstanbul Modern'i bir başka severim. Hoş ben İstanbul'un her yerini bir başka severim... Ama niye de ne bileyim işte, sanki orası bambaşka... Gözlerim parlar gitmeye yakın, söner içimde bir mum gitme vakti yaklaşırken. Daha dumanı tüterken bilirim, belki de bu yüzden hüznümü kısa tutar, ayrılık vakti gelmeden yeniden kavuşmanın ümidiyle elveda derim. 



Son gidişimden yüreğimde kalandır az sonra okuyacaklarınız:

Sözler olmasa o kadar şeyi anlatır mıydı bana diye de düşünmeden edemedim ama kelimelerin esere eserin kelimelere kattığının en güzel örneğiydi 19 bavul, 19 sandalye ve büyüteçler... Duvardaki şiiri son anda görmüştüm. Okudum... arkamda kalan 19 bavula, 19 sandalyeye ve büyüteçlere ve şiirin hemen yanı başında yer alan 19 maskeye bir kez daha baktım. Sonra şiiri bir kez daha okudum. Sonra bir kez daha baktım... arkamda kalan 19 bavula, 19 sandalyeye ve büyüteçlere ve şiirin hemen yanı başında yer alan 19 maskeye... Her birinin fısıltısını dinledim. Her birinin fısıltısına kendimce ses verdim. Sakinleştim... Zenginleştim... Bana  kendimi getir dedim... 

Şöyle söyledi mekan:
Beni ilk gördüğün zamanki heyecanlarını getir,
Her biri bir başka işinde sana yol olan.
Bana kendini getir.
Her bir parçanın dünyaya karışmış olanından geriye kalan.
Bana eski misafirlerimden bir parça getir,
Hani senin de şu çok sevdiğin,
Yan yana dizili 19 kişinin bize bakan yüzlerini taşıyan.
Kurimbu köylülerinin yekpare ağaca yonttuğu,
Her birinin hikayesi uzaklara boş bir bavul asılı kalmış olan.
Bana 19 bavul getir,
Her biri başka birinin belleğini saklayan.
Bana kaybolduğum bütün anları getir,
Merceklerden bakıp zamanın izlerini süreceğin.
Bana eski sandalyelerimi geri getir,
Her biriyle başka bir belleği kavuşturacak olan.
Bana Rumi'nin şiirini getir.
"Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güze" diye başlayan,
"Ne kadar öz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek  lazım" diye biten.
Bana insanlar getir,
Her biri geldiği yerin tesellemecisi olan.
Bana hayallerini getir,
Yaşarken beni baştan ayağa sen yapan.
Bana kendi belleğimi getir,
Hasretle karşılaşmayı beklediğim.
Bana her şeyi getir,
Her biri bir başka şeyin her şeyi olan.
Handan Börüteçene
Paris, 2008



Eser fotoğrafı / buradan

11 Mart 2013

Mart Kapıdan Mı Baktırır Sadece



Siz onu tanır mısınız bilmem, ama ben izninizle ondan haberdar olmamı sağlayana bir selam göndermek isterim: Selam olsun sana ey güzel yüreği kahverengi gözlerinde ışıldayan adam. Nasılsın sahi? Ben iyiyim. Şükürler olsun ki, bazen hiç olmadık bir yerden vurduğunda hayat ağlamadan sızlamadan, durup bakmayı, yüreğimden geçenin ne olduğunu anlamaya çalışmayı öğrenmişim. Payın var bunda da, daha nicesinde olduğu gibi. Teşekkür ederim. 

***
Aklım ne zaman karışsa, yüreğim sıkışsa, boğazımda bir düğüm ne zaman beni nefessiz bıraksa... şarkılara sığınırım ben. Fal tutarım şarkılardan kendime... Bir de garip gelecek biliyorum ama fal bakarım olur olmadık zamanlarda... Fala kanma falsız kalmadır bu noktada inandığım cümle. 

***

Sabah erkenden bir kahve içtim. Selçuklu mutfağından örnek bir tabak denedik öğle yemeğinde, sabah içilen kahve kapatılmış vaziyette kaldı bir yerlerde. Kısmete ne çıkmıştı acaba... Odama döndüğümde bir şarkı tuttum kendime: Sıla / Zor Sevdiğimden 

"Niye gidemiyorum biliyor musun? Çünkü emek verdiysen zor
Meydan okuma öyle hemen, Dur neden diye sor
Niye susuyorum anlıyor musun? Çünkü anlattıkça zor
Bükme dudağını, Hemen otur o zaman hesabını sor
Çok sevdiğimden değil zor sevdiğimden
İyi günde burdasın dar günde yoksun neden

Güler ömür ağlar ömür
Farkında olmayız geçer ömür"

***

İnsan yüreğinin acıdığı zamanlarda daha da acıtmaktan ne zevk alır bilmiyorum. Eskiden çok eskiden çektirirdim bu işkenceyi kendime... Günler sürerdi acıdan sıyrılmam. Öyle dibe vurdururdum kendimi,, dip ne kadar dip anlamazdım bile... Ama büyüdüm. Büyüdüm ve kendimi daha fazla acıtmamak için şarkılardan fal tutmaktan vazgeçtim. 

***
Gazete okumayı denedim. Olmadı. Rapor yazmak için kafamın yerinde olması lazım ki... Kafa bugün bedende değil. Dolandım durdum bloglar arasında ne buldumsa aradığım değil... Sonra birden aklıma düştü: İrem Su... ne diyordu kim bilir mart ayı için... belki aradığım cevaplar tam da oradaydı... evraka misali bir gülümseme yüzümde. Google sağ olsun. 

Kişisel tarihim gibi mart ayı... Bana özel yazılmış gibi... Aradığım soruların cevapları gibi... Yok valla daha fazlası... Altını çizdim zaten aradığımın, belki de başından beri bildiğimin... Hani söylemek istemez ya insan bazen kendine bile... hani en büyük yalanı kendine söyler ya insan yeri geldiğinde... Öyle işte!


"Bir yolun sonunda veya bir kapının önünde Mart ne diyor bize ?

4 Mart tarihi Temmuz 2012 ve civarında adım atılmış, yürürlüğe konmuş, ancak daha sonra kafamızı karıştırmış, tekrar düşünmemize neden olmuş meseleleri hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kafamızı karıştırmasına izin vermeden akıllıca gözden geçirmemiz gerektiğini gösteriyor. Özellikle geçtiğimiz 15 Şubat tarihinden bu yana yaşanan gelişmeleri de tekrar dikkatli bir şekilde ele almamız gerekiyor..

5 Mart tarihi içinde bulunduğumuz meseleleri, durumları, ilişkilerimizi, hassasiyet içinde aşkın derinlikli olarak ele almamızı sağlarken, aslında bize zayıflıklarımızı hatırlatarak bunları tedavi edebileceğimizi gösteriyor. Yeter ki, biz kendimize özen gösterelim. Bunları kabul edelim.

7 Mart tarihi güçlendirici, gözlemde bulunmamızı sağlayıcı, kuvvetlenmemiz için bize destek oluca ve geçmiş ile gelecek arasındaki her şeyin aslında yaşadığımız anda gizli olduğunu gösteren bir ışık gibi.

8 Mart tarihi 27 Aralık 2012 ve civarında yaşanan, derlenip toparlanmaya çalışılan, güçlenmek adına odaklandığımız büyüme, gelişim anlamındaki her durumu tekrar ele almamızı sağlarken, aslında ilik-düğme misali birbirine uygun veya uygun düşmeyenleri fark etmemizi sağlıyor.

10 Mart tarihi Geleceğimizi doğru şekilde çizebilmek için geçmişe bakmayı ihmal etmememiz gerektiğini işaret ediyor. Yapıcı düşünmek ama her türlü olasılığı da gözden geçirmek lazım.

11 Mart tarihi çiçeğin tomurcuk hali açmaya hevesli,,biraz sabırsız ama öyle güzel ki, insan umutlanıyor, insan huzur buluyor insan hayatla barışmanın keyfini sürüyor...

12 Mart bir heves, bir telaş olmalı, olacak amacım bu, koşacak bu yürek ona ulaşacak...

14 Mart tarihi derinlemesine düşündüğümde hayallerimi ve farkında olduğumda gerçeklerin huzur buluyor ruhum, hayata umutla sarılıyorum... evet ben ne yaptığımı biliyorum, gelişmeliyim, büyümeliyim, ona göre kendime bir yol çizmeliyim... ne esiriyim bir şeylerin ne de çaresizim.

20 Mart işte ben işte yeni bir hayat..bir çocuk gibiyim hevesli...kendime güvendiğimde kazanacağım çoktan belli....

22 Mart değişime açık olanlar.. değişimden yana olanlar... hadi bakalım gösterin kendinizi artık durmak zamanı değil..duygular coşmuş, aşk kaygısız bir çocuk gibi, rota belli ise tam yol ileri... Belli değilse hala

27 Martı beklemeli, şaşmamalı terazi, anlamalı olan biteni...dengeli mi dengesiz mi ?

28 Mart tarihi 12 Şubatta yaşananları, düzeltilememiş olanları, karşımıza çıkanları, kafamızı karıştıranları tekrar ele almamızı sağlıyor.

29 Mart tarihi ayağım gaz pedalında hayatın, artık durmaya yok niyetim... Ah şu kafamı bulandıranlar olmasa işim daha kolay olurdu ama!

31 Mart tarihi ne olacaksa olmalı artık yenilenmeliyim.... işlemeyeni tamir etmeli, yolumu çizmeliyim..."






05 Mart 2013

Derde Bak Diyebilirsiniz, Özgürsünüz!

Sanırım hayatın akışını yavaşlatmakla ilgili bir derdim var. 22.Kasım.2012'de Evrenin Dünyasına yazdığım yazının başlığı ile 20.Şubat.2013 tarihinde Kazara Yazara yazdığım yazının başlığı kelimesi kelimesine aynı ve ne ilginç ki ilk iki paragrafları da... Ve daha ilginci bu örtüşmeyi, bugün "değer" kelimesini blogumda arattığımda fark ettim. Hafızam, Evrenin Dünyasına yazdığım yazıyı silmiş ve anladığım kadarıyla yaklaşık 3 ay sonra hızımı kesemediğim için yürek gene kaleme gelmiş.

Mesela ben hızlı yemek yerim, belki de bu yüzden yediğim yemek bir tat bırakmaz bende, -yani bırakır tabi damak lezzeti gelişmiş bir insan olmasam bu halde olmazdım değil mi? ama yine de nerede ve kiminle bağlamı daha bir akılda kalıcılık sağlar bana- hal böyle olunca yemekten çok mekan seçiyor olabilirim. Yani anlayacağınız hafızama kazıdığım güzel anıların güzel mekanları oluyor ve ben yemek yemek için oraları seçiyorum. Ve her halükarda yediğim yemekten keyif almayı beceriyorum. 

Haftasonu üç güzel mekana yaydık sohbetin koyuluğunu, dostluğun derinliğini, gülmenin hafifliğini... Kahve için vazgeçilmezim İstanbul Modern bir taşla iki - üç kuş vurmanın en güzel yolu... Öğle yemeği kaçamağı bu sefer Taksimde; yaşı yaşıma uygun Şimşek Karadeniz Pide Salonunda; pastırmalı, kavurmalı, yumurtalı pide ile... Ve akşamına bir boğaz klasiği olan Yeniköy'de Alekon'un Yeri Deniz Park'ta aldık soluğu... Ama ne soluk! Yazar Ali Rıza KARDÜZ'ün kaleme aldığı gibi;

"Terasın altı deniz, önü deniz... Yanı deniz... Arkada ahşap, tarihi bir bina... Yeniköy iskelesine yanaşan dolmuş motorları, şehir hatları vapurları, boğaz trafiği, mis gibi yosun kokusu.. Gerçekten İstanbul'da örneği bulunmayan, son Rum Lokantası'dır Aleko'nun yeri..."

Anlayacağınız yine çok güzeldi İstanbul. Yine aşk kokuyordu patlayan bahar dallarında. Bir ara dalmışım derinlere, aşk olsan çekilmezsin be İstanbul derken buldum kendimi...  Ama sonra öyle bir an oldu ki; öyle bir aşksın ki, gözüm kör, kulağım sağır yaşananlara deyiverdim bir solukta... Oysa en çok o acıttı beni, en çok o heveslendirip kursağımda bıraktı ne varsa... Ah İstanbul! Üzerine şarkılar, şiirler, romanlar yazılmış kent... Sen nasıl da güzelsin her köşe başında, nasıl da özel senin kaldırımların, gün batımların ve rüzgarın... Denizinin kokusu bir başka mesela... Peki ya erguvanlarına ne demeli... Mimozalarına... Adalarına ve vapurlarına...

Bu sefer aklımda kalansa; Kariye Müzesinin iç narteks güney kanadı, doğu lunet duvarını kaplayan mozaik tasvirde Kariye’nin Deesis sahnesiydi... Ayakta duran Tanrı Anası Meryem insanların günahlarından arınması için üzgün bir şekilde dua ederken ayakta olan İsa’nın sağında betimlenmişti... Yüzünde gene o bildik mahzun ifadeyle...

İnsan ve günah... Dua ve bağışlanma... Aşk ve ölüm...

Hikayesi 4. yüzyıla dayanan Khora'yı bir de masalsı bir anlatımla sunacak sanat tarihi meraklıları gençlere denk gelirseniz keyfini uzatacağınız bir gezinin unutulmaz mekanı olarak hafızanıza kazıyacağınız Kariye Müzesine mutlaka zaman ayırın derim. Hele de benim gibi zamanı yavaşlatmak gibi bir derdiniz varsa, ilaç gibi geleceğine eminim. 












13 Şubat 2013

Yine O Şarkı


Günün koşuşturmasında, 
aklın tilki oyunlarında,
dilin kavga ortasındayken 
zaman durur mu?





"Bütün bunlara rağmen, 
ben hala 
ne zaman 
“Ain't no sunshine when she's gone" çalsa, 
senin o şarkıyı dinlediğin 
ve bana dinlettiğin günü hatırlayıp ağlıyorum."





08 Şubat 2013

Hükümet Kadın Üzerine



Sıkıcı geçen bir günün ortasında "akşama bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biriydi sinemaya gitmek. Hem öncesi de gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Alışveriş ve yemek

İş çıkışı rujlar tazelendi ve çıkıldı yola. Ah o sıkıntılı iç sesler nasıl da yansıyordu iki kadının suratına... 

Sinema önerisini getiren ben, başladım hikayeden aklımda kalanları anlatmaya: Havamız değişecek ya...

"8 Çocuklu Midyatlı bir kadını oynuyor Demet Akbağ, kocası Midyat Belediye Başkanlığı yaparken zamansız ölüyor. Babadan oğula geçecek olan Başkanlık, erkek çocukların çekişmesi nedeniyle anneye kalıyor ve böylece Midyatın kaderi değişiyor. Okuma yazması olmayan kadın Midyat Belediye Başkanı oluyor. Köye su getirmeye yemin ediyor, bu uğurda okuma yazma bile öğreniyor. Darbe ile de görevden alınıyor." 

Beni "hı hı" sesleri çıkartsa da dinlemiyor farkındayım ama dedim ya amaç havayı değiştirmek, o yüzden o beklediği soruyu bi türlü soramıyorum aslında. "Boşver hadi düşünme, kahve içerken anlatırsın..." Gene bir "hı hı" ama bu seferki biraz daha kısık bir ses tonuyla...

Hemen en üst kata çıkıp sinema biletlerini alıyoruz. Şimdiki dert ne yesek... Çok da aç değiliz ama... O zaman şöyle bir vitrinlere bakalım. Bakıyoruz... Canlar sıkıntıda... Burun kıvrılıyor her bir detaya... 

"Bu güzelmiş ama rengi benim rengim değil. Aaaa bak bu tam bana göre... Tüh, bedeni kalmamış iyi mi... ben hırka alacaktım ama böyle uzun olsun, kalın olmasın ama rengi de bi güzel olsun... "

Vazgeçiliyor alışverişten falan... Zaten yorgunluk sarıyor bedeni sıkıntı işin içine karışınca... Oturuluyor bir masaya, başlıyor ne yesek sorunsalı... Onu yesek... Ihıh... Bunu yesek... Ihıh... Bak şu açılmış... Hı... Olmuyor yemek de bizi mutlu etmeye yetmiyor, havada asılı kalan iç ses dönüp dolaşıp geliyor, masanın baş köşesine kuruluyor. 

Saat yaklaşıyor. Tuvalete bilmem kaçıncı kez gidiliyor. Sinirler hâlâ gergin. Filmin güldürmesine ise giderek daha büyük bir umut yükleniyor. Perde kapanıyor... Mardin uzaktan beliriyor... Xate hatun demek...   O da uzaktan beliriyor. 

BKM'nin politik alt yapı üstü güldürürken sosyal içerikli mesajlarımı da vereyim "sinema dili" ni sökenler için film öyle şaşırtıcı bir başlangıç sergilemiyor. Hatta sonuna kadar Türkiye'nin temel bir kaç sorununa neredeyse klişe denebilecek göndermeler yapıyor ve mesajlar üretiyor. Kültürlerin buluştuğu Mardinde klasik bir yağmur duası karakterlere ilişkin ip uçlarını vermek üzere seçilmiş gibi duruyor. Başlarken güldürmek istiyor ama doğrusu bende sadece dudak kıvrılması oluşuyor. Filmin ilk sahnesi; genel olarak film için tebessüm ettiriyor demek için erken olsa da, "güldürmek" üzerinden başarı grafiğinin düşük olacağının da habercisi oluyor. 1957'den 60 darbesine kadar geçen süreden bir kesit sunmayı hedefleyen senaryo çokça cılız kalıyor. Demek Akbağ'ın yüzünde bir türlü anlam veremediğim bir durum (mimiklerdeki fazla gerginlik) filmin zaten akıp gitmekte zorlanan yapısına biraz daha zorluk katıyor. Senaryonun ilerleyen zamanlarında mantıksal bir takım hatalar da fazlaca göze batınca ve hatta bazı sahnelerde sırf biraz daha güldürelim diye olmadık ayrıntılar eklenince,  film seyirlik olmaktan çıkıp, e para verdik bari sonunu da görelime dönüşüyor. Sermiyan Midyat oyunculuğu üzerine söylemek istediğim bir kaç şey var, ilk defa seyrettiğim bir oyuncu olarak bende bir kez daha denk gelmeliyiz hissi uyandırdı ve oynadığı karaktere yüklediklerini sevdim. Öykünün içinde verilmek istenen mesajlardan bence en insancıl ve en güçlüsünü de buraya yazıp film ile ilgili notlarımı burada sonlandırayım: Beyaz siyahla güzel... Siyah da beyazla... 

Filmden çıktığımızda sanki biraz daha yorgunduk...

Neredeyse sıkıcı geçen bir gecenin sonunda "haftasonuna bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biri oldu "rakıya gitsek". Üstelik bu teklif gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Şarkı söyleyerek ufunetini dağıtmak... Plan ayak üstü yapıldı. Tarih kesindi, yer ise nasıl olsa bulunurdu. 





07 Şubat 2013

Geçmişin İzinde

Geçmişin izinde bir gün sürüyorum sabahtan beri... İlk karşıma çıkan 2010 yılı Şubat ayından Oyun Arkadaşı oluyor... Okuyorum: ben mi yazmışım bunu...

"Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuyruğu saçlarını."

Zaman akıp giderken ve hayaller hatıraları kamçılarken çıkıveriyor karşıma 2009 Nisanında yazılmış Zaman.

"Sığınmak istiyorum sıcaklığına ve yitip gitmek yüreğinde... Ki o yürek en güzel kelimeleri seçip gülümsetmişti, bir umutsuzluğun içinde yitip gittiğimde beni. Hafif kızgın, biraz şaşkın, çokça anlamış halini sevmiştim de bir şey söyleyememiştim üzerine."

Geçmişe dönüp de okumaya başlayınca insan, ne çok çiçek açıveriyor gönlünün toprağında, ne çok gülümseyeceği şey oluyor. Dileklerinin gerçekleştiğini de görüyor, umutlarının solduğunu da... Ama gariptir ki yüzümde hep bir gülümseme... Bir Kapıyı Açanı Olmalı İnsanın  bu duygularla okuduğum bir yazı oldu nedense...

"Köşe bakkala giderken, ışığı özellikle açık bırakıyorsun. Televizyonu da... Yanan ışığınla ve televizyondan gelen seslerle çoğalttığın yalnızlığına adım adım yaklaşırken, elindeki anahtara bakıyorsun, bir anahtarın olduğu için mutlu olsan da çoğu zaman, bir kapıyı açanı olmalı insanın biliyorsun."




Sen hiç aralanan bir kapıdan
baktın mı uzağa
yakını görerek
biraz ürkek
biraz telaşlı
biraz meraklı 

baktın mı yakına 
her adımda geleceği düşleyerek


Ve hemen ardından gelen resim ve yazı götürdü beni geçmişin güzel bir dönemine... 

Bu sabah seyrettiğim programda Aret Varyantan şöyle diyordu telefonla bağlanan bir izleyicisine: Niyet önemlidir. Bu benim sıklıkla söylediğim bir cümledir. Niyet varsa durumu yeniden değerlendirmek gerekir diye devam ediyordu sözlerine. Kadın izleyiciden gelen soru şuydu: Bir insan hem en doğrunuz hem en yanlışınız olabilir mi? 


Tanıdık gelen kelimelere farkındalığı daha yüksek oluyor insanın... Kulak kabartmaktansa dikkat kesilmeyi tercih ediveriyor insan. 


"Ruhu ruhuma uygun diyorsunuz, beklediğim adam diyorsunuz, bunlar sizin doğrularınız, yanlış dediğiniz şeylerse koşullar... Niyetiniz bu adamla birlikte olmaksa, hemen şimdi duygusundan kurtulup, sabretmeyi, koşulların uygun hale gelmesini beklemeyi öğrenmelisiniz. Ama unutmayın altını bir kez daha çizeyim ki, niyet önemli, karşınızdakinin çabası da niyeti de  sizin beklediğiniz sonuç ile aynıysa devam etmelisiniz"

Konuşmanın devamını dinleyemedim. Ama kendimle bu konu hakkında konuşmaya devam ettim. Belki de bu yüzden aradığım cevapları bulmak için geçmişe kısa bir yolculuk yapmayı tercih ettim... Bulduğum cevaplardan kendi adıma memnunum. Bugünü kendim için "güzel günler listesine" ekledim. 



05 Şubat 2013

Kusursuz Bir Öykü Yazmak Mümkün mü?

Bazen bol bol vaktim oluyor, ne yapacağımı bilmez bir halde bloglar arasında dolanıyorum. Yemek bloglarına, dekorasyon bloglarına ve oralardan bilmediğim nice bloga rastgele ve aranmaksızın dolanıyorum. Öyle bir günün içinde denk gelmiştim az sonra okuyacağınız yazıya. Hatrımda kaldığı kadarı ile blog şu anda aktif değil, ben okuduğumda başlıktaki soruyu sordurmuştu bana... 


Kusursuz Bir Öykü Yazarı İçin On Emir / Horacio Quiroga
1. Bir üstada -Poe, Maupassant, Kipling, Çehov- Tanrıya inandığın gibi inan. 
2. Sanatını ulaşılmaz bir doruk olarak kabullen. Onu aşabileceğine dair hayaller besleme. Aşabilecek duruma geldiğinde, bunu zaten farkında olmadan başaracaksın. 
3. Öykünmeye mümkün olduğunca diren, üzerindeki etki yeterince güçlüyse ancak o zaman öykün. Kişilik geliştirmek, her şeyden çok sabır isteyen bir iştir. 
4. Körü körüne inan. Başarıya ulaşacak kadar yetenekli olduğuna değil, ama arzuladığın şey karşısında göstereceğin şevke. Sanatını yavuklun gibi sev, tüm kalbini ver ona. 
5. İlk sözün nereye gideceğini bilmeden yazmaya başlama. İyi kotarılmış bir öyküde ilk üç satır, hemen hemen son üç satır kadar önemlidir. 
6. Bu şartı kesinkes ifade etmek istiyorsun: "Nehirden doğru soğuk bir yel esiyordu." İnsanoğlunun konuştuğu dilde ifadeyi vermek için belirlenmiş sözcüklerden başka sözcük yoktur. Sözlerine sen hükmet, sesli harf gelmiş sessiz harf gelmiş, bunları kafana takma. 
7. Gerekmedikçe sıfat kullanma. Zayıf bir ada tutturulmuş renk tayfı kadar faydasızdır bunlar. Değerli birine rast gelirsen, karşılaştırılamaz bir rengi olur. Ama önce onu bulmak gerekir. 
8. Kahramanlarını elinde tut ve öykünün sonuna kadar tutarlı bir şekilde taşı. Kurguladığın yolda onları başka şekilde görmeye kalkma. Başkalarının göremediği ya da görse bile aldırmayacağı şeylerle yolunu saptırma. Okuru aldatma. Öykü, laf kalabalığından arınmış bir romandır. Öyle olmasa bile, bunu mutlak bir hakikat olarak kabullen. 
9. Duyguların akışına kapılarak yazma. Bırak silinsinler, ama sonra hepsini aklına getir. Bundan sonra duyguları yeniden canlandırabilecek gücün kalmışsa, zaten yolu yarılamışsın demektir. 
10. Yazarken ne arkadaşlarını düşün, ne de öykünün yaratacağı etkiyi. Bir araya getireceğin kahramanlarının içinde yaşadığı o küçücük ortamdan başka ilgini çeken hiçbir şey yokmuş gibi anlat öykünü. Öyküdeki yaşantıdan başka bir şey çıkmasın ortaya. 



22 Ocak 2013

Bu Ülkede Doğum Kontrolü İle...




Dün akşam mutfakta yemek hazırlığı yaparken kabaran kulağımın duyduğu cümleydi:

"Bu ülkede doğum kontrolüyle "kısırlaştırma hareketi" yaptılar..."

Güneydoğu şartlarına göre 3 çocuktan fazlası yapılmalıydı. Hatta -refah düzeyi ve okullaşma oranının ülkenin en yüksek değerlerine ulaştığı!- güneydoğuda daha fazlası yapılmalıydı. Eskiden amerikan bezi vardı şimdi iş kolaydı... -Bütün mesele boku temizlemekti.- Süt de anneden olunca çocuğu büyütmekte ne vardı...

Kulaklarım daha fazla bu sözlere maruz kalmayı reddetmiş olacak ki, avaz avaz şarkı söylerken kestim parmağımı... Acısı ile irkildim. Sustum ve geriye gittim:

Yıllar önce bir hastanede çalışırken gelmişti kapıma. Bir tişörtle altı bağlanmış bebeğini susturamıyordu ve parası olmadığı için kimse bebeğine bakmıyordu. Kucağıma aldım bebeğini, şaşırdı, üstün kirlenmesin dedi... Kirlensin, yıkarız temizlenir dedim. İlk defa o zaman gülümsedik birbirimize... Çocuk doktorlarına rica ettim, kırmadılar sağolsunlar, ne gerekiyorsa yaptılar. Uzunca bir süre kendi aramızda para toplayıp, süt, bez, kıyafet aldık bebeye... 

Gel git sohbetlerde öğrendim; henüz 24 yaşında olduğunu. O bebeden gayrı 4 tane daha çocuğu olduğunu ve terk edilmiş bir bahçede köpeklerle birlikte geceleri uyuduklarını. En büyük oğlunun 9 yaşında olduğunu, kocası olacak adam tarafından defalarca dayak yediğini, bayıldığını, çocuklarının önünde tecavüze uğrayıp, sabah döller üzerinde uyandığını... Sonunda dayanamayıp evi terk ettiğini, cemevinin ona sahip çıktığını, kontrol için gittiği sağlık ocağında ona spiral takıldığını, artık hamile kalmayacağı için ne kadar mutlu olduğunu, bir fabrikada bulaşıkçı olarak çalışmaya başladığını, bir göz odada çocukları ile yuva kurma hayalini, kocası olacak o adamın onun izini sürüp onun ve çocuklarının hayatını bir kez daha kararttığını, spiral kaydığı için kanamalarının arttığını, çıkarttırmak zorunda kaldığını ve ondan sonra iki kere daha hamile kaldığını, en sonunda kaçıp çöplerden beslenip sokaklarda uyumayı göze aldığını... En büyük oğlunun ayakkabı boyayıp para kazandığını, hırsızlığın günah olduğunu çöplerden insanların yemediklerini toplamanınsa bir erdem olduğunu anlattığı çocukları ile geceleri herkes uyuduktan sonra çöplerden topladıkları ile pişirdiklerini, köpeklerin getirdiği kuru ekmekleri ve daha nice ayrıntıyı dinledim ondan... 

Sonra bir gün iki gözü iki çeşme geldi odama... Büyük oğlu ve bebe yanındaydı... Susturmak için çabalamadım. Uzun süre ağladı. İçi kuruyana kadar derler ya... Sandım ki onun ki hiç kurumayacaktı.... 

"Çocuk esirgemeden geldiler; sadece ikisi yanımda kalabilirmiş, 3 taneyi onlara vermemi istediler... Ama hangi üçünden vazgeçebilirim ki ben... Büyük oğlum bebenin sana ihtiyacı var, kızı al yanına biz üç oğlan idare ederiz deyip duruyor. Sana danışmaya karar verdik." 

Bana...

Henüz 28 yaşında, hiç anne olmamış bana... Ne diyebilirdim ki... Dilim sustu... İçimin çığlıkları susmadı. Ne yaptı bilmem... Nasıl vazgeçti bilmem... Kalanlara ne anlattı bilmem... Gidenler oldu mu, onları bi daha görebildi mi bilmem... Kocası olacak o adam onu rahat bıraktı mı bilmem... O bütün bu olanlardan sonra rahat bir uyku uyayabildi mi bilmem... Bildiğim böyle durumlarda empati falan yapılmadığı... Böyle durumlara şahit olunmadıkça, karı boşamanın herkese kolay olduğu... 

Demem o ki... Bu ülkede doğum kontrolü bazı kadınlara ulaşamadı. Ve bazı anaların memeleri bırakın iki yılı iki kere emzirecek kadar bile süt dolmadı. 

Şartlara gelince... Bu ülkenin şartları ne yazık ki iki ucu boklu bir değnektir ve ne yazık ki bez dokuyacak bir tezgah bile kalmadığından, değnek elde dolaşıp duran işsizler ordusuna her geçen gün yeni bebeler eklenmektedir. 




Görsel için / deviantart

15 Ocak 2013

Denizin Kenarında





Sanıyorum kendime ait bildiğim ve değişmeyen iki şeyden biridir; denize yürüme mesafesinde olmanın bana verdiği huzur. İstanbul'u benim için vazgeçilmez kılan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışırken ilk kez fark ettim; yaşadığım on yıl boyunca her iki yakada da ben denize yürüyerek varabildim. 

Dün çalışma odamın penceresinden güneşin kollarının değdiği ormanlık alana bakıp hayaller kurarken peşimi bırakmadı bir duygu; keşke denize yürüyebilseydim. 

Hava ılınmaya, kış da vitesini -baharın gelmesini istermişcesine- küçültüp güneşe izin vermeye başlayınca, aklıma düşer denizin ıssız kalan kıyıları... Kalabalıklaşmadan gitmek isterim bir koca kış boyunca denizin içinden kıyıya bıraktıklarını bulmaya. 

Ama bana deniz mi dağ mı desen... Dağ derim. Dağın yüceliğini, ağaçların kokusunu, kuşların sesini, bulutlara yakın olmayı, eriyen karların sesini dinlemeyi severim.

Bir arkadaşımın da dediği gibi oturma odası deniz olanlar şanslıdır bu dünyada ama bir penceresi olsun ormana açılıyorsa çok daha şanslıdır bana göre.

Dilerim, bir gün bir yerde düşüm dönüşür gerçeğe de kavuşurum denizin kokusuna karışan orman kokusunun keyfini sürmeye...



Görsel / buradan

02 Ocak 2013

Bir Sayı Değişecek Diye Uğruna Ne Terler Dökeriz Bazen



Her şey 2012yi geride bırakıp 2013ü karşılamak üzere ne yapacağım ben diye düşünmekle başladı. Ne zaman diye hiç sormayın, bu gibi telaşelerim genellikle son gün son dakika bulur beni. Klasik programın evde olmaktır. Bu yıl yeni yıl olayına öylesine uzaktım ki evde çam ağacı kurmak bile içimden gelmedi ki, meğerse zaten onun yeri başka bir evmiş, başka bir pencere kenarıymış bu sene... Ayın son günlerine gelen yoğun çalışma temposundan olsa gerek, alışverişe bile çıkacak vakit bulamadım. Belki de böylece bu yıl ilk defa çok sevdiklerime özel hediyeler de alamadım. 

Yılın son cuması gelen telefon, cumartesi ve pazar günlerinin nasıl geçeceğinin de habercisi oldu. Cumartesi gününe denk gelen yoğunlaştırılmış temizlik ve akşamına yapılan erken kutlama gecesi yerini pazar günü yapılan gün öncesi kutlaması etkinliklerine bırakınca 31ini 1ine bağlayan gece ben de hal kalmayacağını ve gecenin yarısını bile göremeyeceğimi önceden tahmin edebilmeliydim. Ama kendini genç ve güzel ve enerjik hisseden ruh bünyenin yıkılmasına elbette izin vermedi. Yani anlayacağınız süründüm amma ve-lakin ölmedim. Bayıldığıma dair bir kaç söylenti var ama onlara da pek kulak asmadım.

Yukarıda görmüş olduğunuz fotoğraf pazar gününden efendim. Çok yakın aile dostlarımız ve annemle babamla geçirdiğimiz güzel bir günün anısı olarak çekildi ve anı sayfalarında yerini aldı. Diliyorum ki, 2013 önceki yıllara göre daha fazla yüzünüzü güldürsün. Kayıp olacaktır mutlaka ama o kayıplara dayanma gücünü daha çok bulun bu yıl... Daha fazla gülümseyin, mesela sevdiğiniz insanlara onları ne kadar çok sevdiğinizi daha fazla hissettirin. Durgun bir yürek aşk için daha fazla ve hızlı çarpar, yüreğinizi kötü, olumsuz, sizi üzecek düşüncelerden uzak tutun. Aşkla kalın... 

25 Aralık 2012

Kal Geldi




Uzun zaman olmuş iki satır karalamayalı deyip oturdum klavyenin başına. Oturdum oturmasına da kal geldi. Uzun zamandır vakitsizlikten ve evde de internet olmayışından mütevellit okuyamadığım blogları ziyarete gittim, kimine buralardaydım dedim, kimine sessiz bir merhabayı bırakıp gittim. Kimini özlediğimi fark ettim, kiminin kelime dizilimlerini hiç sevmedim.

***
Olmadık zamanda yarım kalan bir hayat, o hayata dair hayaller ve daha fazlası... bulur seni. Dünyanın düzeni bunun üzerine kuruludur. Sen karar verdim dersin, o kararını test eder. Genellikle de arkandan güler. Plan meselesi yani...

***

Bir seneyi daha devirmeden hemen önceye denk gelen İstanbul yolculuğu hem iyi geldi hem de düşündürdü. "Fast Meyhaneye" dönen Cumhuriyet, rakı içeliberi böyle eziyet görmeyen bünyeye iyi gelmedi. İstanbul beni, ben İstanbul'u özlemişim ama hasretlik de bir yere kadar deyip evde oturmak da iyi geldi. Elalemin insanları -20, -40 ve hatta -50 derecelerde bisiklet tepesinde dolanırken, bir avuç kara teslim olup da karşılara geçmeye üşenen bünye ile önce kavga edildi, sonra da bir kanepe tepesinde gül gibi geçinildi ki, hayat böyle bir şeydi.


***
İnsan güzel bi gecenin orta yerinde "nasıl olurdu acaba" diye düşünüyorsa o gece o kadar da güzel değildir gibi geldi.
Durup dururken buna benzer bir mail attım. Cevap gelmedi... Cevap olarak ne bekliyordum emin de değilim. Aslında durup dururken kısmında birazcık şata* yaptım. Durup dururken bu maili atmadım. Güzel olduğunu düşündüğüm bir gecenin orta yerinde, "şimdi burada olsaydı" diye düşündüm. Gülümsedim. Çok daha güzel olacağını biliyordum, ama hayat seçimlerden ibaretti ve ben oradaydım. Gene de o maili atmadan edemedim. 

***

Yeni bir yıl geliyor... Bir liste hazırlasam dedim, yeni yıldan ne bekliyorum... Sonra cümleyi şöyle değiştirdim. yeni yılda kendimden ne bekliyorum diye sordum. Buyurun cevaplar;

  • Daha sağlıklı olmak için yaşam tarzımda birazcık değişiklik yapabilmeyi -mesela düzenli spor-
  • Can dostumu gittiği yaban ellerde ziyaret edebilmeyi -en azından bir haftasonu için-
  • Oralara kadar gitmişken üç beş yer görüp belki bir tren yolculuğu ile 2 taşla 3-5 kuş vurmayı -şöyle bir on gün ne güzel olur-
  • Kardeşimin yanına gitme hayalinin ötesine geçmeyi -hem avrupa hem amerika aynı yıl içinde biraz fazla olur ama olmaz olmaz demeli-
  • Yalnız kalmamayı -yine yeniden bir çift olmayı-
  • Daha az inatçı olmayı -mükemmel diye bir şey olmadığını ara sıra kendime hatırlatmayı-
  • Hayal kurmaktan asla ama asla vazgeçmemeyi -ne de olsa gerçekler hayallerden feyiz alır di mi?-
  • Gülümsemeyi ve hatta daha çok gülmeyi -yakışıyor haspama elde değil-
  • Biraz daha büyümüş ve sakin kalmayı öğrenmiş olmayı -telaşla koşuşturmak yorgun düşürüyor insanı-
  • Huzurlu olmayı ve huzur vermeyi -okyanuslar gibi sonsuz denizlerin kuytudaki kıyıları gelir aklıma-
  • Bana verilen işle yetinmeyi öğrenmiş olmayı - nedense iş benden önce gidiyor, vardığım yerde hep iş beni buluyor-

Daha da uzar gider bu liste ama, uzamasın istiyorum... Azla yetinince çoğalıyormuş insan. Böyle derdi bir arkadaşım, sırtında çantası o köy bu kasaba benim  dolaşıp dururdu. Belki, belli mi olur... 

Dilediğiniz, düşlediğiniz, yüreğinizden geçirdiğiniz, yüzünüze yansıttığınız gibi bir yıl olsun... 
Dostluğun sıcağında, huzurun kucağında, aşkın kollarında bir yıl geçirmeniz dileği ile...


Kendime Not: Sen ki, oturdun mu parmakların işlerdi hızlı tren gibi, hızına yetişemezdin kelimelerin, gel gör ki yılın muhtemelen son yazısını yazmak ki, ne anlattın derler adama, 4 saatini aldı. Araya iki telefon görüşmesi, onlarca "recipes", bir de pinterest turu karıştırdın. İlle yazacam dersen böyle bir yazı çıkar ortaya karışık, anlayan beri gelsin dersin ki bir gelenin bile olmaz. Hem sen herkese iyi yıl dileklerini ilettin mi? Yüreğince olsun dedin mi? İyi halt ettin, aferin!





şata: 4 yaşında, yalanı bilmeyen ve onu kandırmaya çalıştığınızı hissettiğinde şakacı olduğunuzu belirten , "k" yerine "t" harfi kullanan bir akıllı bıdıkın en saf kelimesidir.

görsel / 1x.com

14 Aralık 2012

Hayatla Dalga Geçmek

Bu sabah gene keskin sirke küpüne zarar halleri ile kalktım yataktan. İçimdeki öfke ile baş edebildiğimi sanıyordum ama öğrenememişim ki, bir kez daha gülüp geçmem gereken bir konuda öfkeme yenildim. Önüme kim çıksa anlattım olanı biteni, kimi saldır dedi, kimi sakin ol... Ama biri ki ne biri... O bana gül dedi... Olana bitene gül. Bu durumdan kendine bir pay çıkaracaksan bu pay gülmekten yana olsun dedi. İyi ki...

Onunla konuştuktan sonra neşem yerine geldi, güneşlerin açtı, içime bir bahar coşkusu doldu. Kafamı uzattığım bir ofisten bir ses "oooo abla, bak kongre var, 23'üne kadar bir iş yapmak yok, bu kongre hazırlığında olmanı istiyorum" dedi. 

Gülümsedim, bunu diyen hayli deneyimli bir profesördü ve yaşı benden epeyce büyüktü. Hani yolda görsem "merhaba amca" diyecek kadar... Bu durum beni daha da gülümsetti. 



Alt kata gidip içimi günlerdir sıkan yöneticime kocaman gülümsedim... Şaşırdı, o kadar şaşırdı ki, cümle kuramadı ve şöyle dedi; "ben anlatamadım ama siz anladınız sanıyorum" 

Gülümsedim, hem de kocaman... Bunu diyenin bir kaç gün önce elleri göğsüne kavuşmuş konuşma tarzı geldi gözümün önüne... Ve bugünkü kelime kuramayacak halini düşündüm, dönüşümde içimdeki pozitif enerjinin büyük etkisi vardı ve bunu bilmek beni daha da gülümsetti...

Yukarı çıkarken bir ofisten gelen "Evren Hanım, bir dakika bakar mısınız" sesi ile irkildim. Kafamı uzattığımda beni ayak sesimden tanımış olan eski yöneticime gülümsedim, yanında oturan -biri diğerine göre daha kokoş olan- kadınlara da... Kadınlardan biri cam ve seramik sanatçısı bir diğeri de atölyenin bağlı olduğu şirketin yöneticisi imiş... Sanatçı olanla bir sohbet bir fikir alışverişi... Kocaman gülümsemelerle başlayıp, kahkahalarla devam ediverdik... Sanatçı olan atölyesine davet etti, "o kadar pozitifsiniz ki, sizinle güzel işlere imza atabileceğimizi hissettim, lütfen beni atölyemde ziyaret edin" 

Gülümsedim; bunu diyen bir sanatçıydı, bir insandı ve en önemlisi paylaşınca çoğalmanın anlamını biliyordu... Bunu bilmek beni daha da gülümsetti. 

Geçen gün deftere karaladığım;

"küçük işlerin insanlarına büyük sorumluluklar verince sonuç hep saçma sapan oluyor" lafının altına

"gülümsemek bir anahtardır, hayatla dalga geçmeyi öğrenirsen, o seni hep gülümsetir" yazdım.

Bunu yazmak beni daha da gülümsetti...

Gülümseyen yüzünüz eksik olmasın demek istedim.





görsel / deviantart

10 Aralık 2012

Nobel'i Hakeden Kelimeler ya da Bir Yumrunun Dile Gelişi





Kelimeler kafamın içinde uçuşup duruyor, bağımsızlıklarını ilan ettiler, birbiri ardına bağlanıp cümleler kuruyorlar. Dışarı çıkmak konusunda da ısrarcılar, lakin tükkanı kapadım bir süre önce. Bir yenisini açmaya da ne vaktim ne de yeterli hevesim var. Gel gör sen bunu onlara anlat. Sabahtan akşama beynimi kemirmeye devam ediyorlar. Sanki Nobel alacaklar! Baktım susacakları yok komşu komşunun bloğuna muhtaçtır dedim çaldım en bir can dostumun kapısını. Cevabını beklemeden dalıverdim içeri, işte bunlar da zihnimin bana ettikleri...

***
Köşesini bana açan dostuma teşekkürlerimle...

Kendimi bildim bileli sevmedim benden gitmeleri. Belki de ondandır kolay kolay ilişkilerde tutunamayışım sonraları. Ya da ondan mıydı hep gitmeyi istemelerim?

Küçücüktüm pencerede yolunu gözlerdim dayımın evi ile bizim ev arasında mekik dokuyan ananemin. Bir iki hafta bizde, sonra dayımlarda kalırdı. İçim burulur, boğazıma bir yumru otururdu ayrılık vakti geldiğinde. Gitmesin, daha fazla bizde kalsın, hep bizde kalsın isterdim. Küçücüktüm, bir pazartesi günüydü, öğlendi okuldan geldiğimde ve o gitmişti; ama bu defa sonsuza. Hoşça kal demeden, güle güle diyemeden.

O yumru bir kaç yıl sonra tekrar mesai yapmaya başladı boğazımda. Giden ablam, gidilen yer İstanbul'du bu defa. Liseyi okumak içindi gidişi ve yine hiç sevememiştim ben geride kalan olmayı. Bir kazak örmeye başlamıştım tatil dönüşlerinden birinde. Gidişinin ardından bir iki gün örer, bırakırdım bir sonrakine kadar. Ve hiç tamamlanmamıştı o kazak.

Derken babam, benim koca yürekli, aslan babam benliğini alıp yanına bedenini öylece bırakıp gidiverdi nasılını bilemediğimiz bir yerlere. Yorgun bedenini yanına katmaya karar verdiği o gece çok değil bir cigara içimlik çıkmıştım hastanedeki odasından. Döndüğümde doktorlar vardı odada. Hoşça kal diyememişti, güle güle diyememiştim. Hatta sonrasında odaya girip son bir kez bile görememiştim. Vedaları da o günden sonra mı sevemez oldum, kim bilir?

"Böyle olmayacak, gitmem gerekiyor" demişti sonraları ve gitmişti sevdiceğinin peşinden yeni bir başlangıç yapmak için bilmediğim uzak memleketlerden birine. Büyük aşkların kadınına da böylesi yakışırdı. Sevinmekten başka onun adına ve üzülmekten gayrı kendi adıma yapılacak bir şey yoktu. Kardeşten öte olmuştuk yıllar içinde, biz o koca şehirde. Gidiyordu şimdi, geride kalan olmuştum bak gene. İstedim yine de her şey çok güzel, o çok mutlu olsun. Ama o yumru, ah o namussuz yumru...

Bir gün her şeyi bırakıp, bir tek kırık kalbini alıp çıkıp geldi. Lakin yine duramadı yerinde; bu defa, öncesinde hiç sevmediğim başka bir şehre yolculadım. Yumru yine okkalıydı da ülkeler ayıramadı şehirler mi ayıracaktı?

Hayatı değişmişti, hayatım değişmişti. Teselli için gidişlerim, teselli edilişlerime karışmıştı. O günlerden bir günde o "sen olmasan adımımı atmam" dediğim şehir bana yapacağını yapmıştı. Hem nüfusumu hem adresimi değiştirecek adamı karşıma çıkarmıştı. Böylece İzmir'de başlayan hikayem de, Eskişehir, İstanbul derken Bursa'ya taşınıvermişti. Sevmezken benden gitmeleri, giden olmuştum birilerinden yine.

Yerleş, dinginleş, köklerini sal. Evin, barkın, yuvan olsun o şehir, insanları hemşerin. Yapabilmek için kalan olmak gerekir. Peki ya gezgin gönül gitmek isterse, onu kim tutabilir? Gitme fikri girdi mi gezginin aklına, fikrine bir kere hiç bir kök tutamaz onu artık yerli yerinde. Muzip bir hayal, düşünceye, düşünce gerçeğe dönüştü. Bursa'da dört yılın ardından yeni bir şehre, yeni bir ülkeye gitme zamanı geldi çattı. Uzaklıktan mı yoksa yaştan mı bilinmez yumru bu defa geride kalmaya değil gidişe kendini gösterdi.

Vedaları sevmem demiştim ya vedanın dönüşü yoktur gibi gelir. Bizimkisi alt tarafı tebdili mekan. İki sokak öteye gitmek gibi, misafirlikten eve dönüyor olmak gibi. Gidiyoruz ördekle on güne ve geride kalan tüm sevdiklerime sevgili dolu, sımsıcak bir güle güle.

30 Kasım 2012

Tavada Börek, Yemek İçin İki Kişi Gerek!


Efendim durumu şöyle hayal edin: Sinirleriniz sabahtan akşama girdiğiniz toplantılar nedeniyle tavan yapmış, zaten bir önceki günden alınan bir karar nedeniyle asabınız bozukken, sinirlerin bu derece gergin olması da tuzu olmuş. Siz eve gitsem de kendimi atsam divanlardan koltuklara olmadı yataklara diye hayal ederken, çalan telefondaki ses; "evde misin?" "evet" "iyi ben sana geliyorum, itiraz istemem çok özledim, yemek için de bir şeyler ayarlarsın artık" der ve siz cevap bile veremeden telefondan gelen o çevir sesi ile baş başa kalırsınız ya... İşte bu tarif böyle durumlarda yılan olacak. Malzeme basit; 

1 yufka
1 parça peynir
1 tutam maydanoz
1 kaşık yoğurt
1 yumurta
1 fincandan az zeytinyağı (tercihe göre bir parça tereyağı eklenerek kullanılabilir, lezzetine lezzet katar)




Tavada sızma biraz gezdirilir, yufka ortadan ikiye bölünür, yarım ay şeklindeki yufka kenarları tavadan sarkacak şekilde yerleştirilir. Çukur bir kapta hazırlanan hayli kıvamlı yoğurt ve yumurta karışımın yarısı kaşık yardımı ile ilk katın üzerine yayılır, elde kalan diğer yufka parçası 4 eşit olabilecek parçaya ayrılır, iki parça ikinci katı oluşturmak üzere gelişi güzel yayılır ve üzerine maydanoz ile harmanlanmış peynir atılır, üzerine kalan yufkalar örtülür ve kalan yumurtalı karışım bu kata bir güzel yedirilir. Tavanın dışında kalan kulakçıklar sağlı sollu kapak gibi kapatılır ve üzerine bir kaşık sızma gezdirilir. Bu aşamada tava böreği pişirilmeye hazırdır. Misafirinizin geliş saatine göre süreyi ayarlayıp ocağa koyabilirsiniz. Yaklaşık 15 dakikada pişiyor. Ben ocağın en küçük ateşinde, onu da iyice kısarak 20 dakika da pişiriyorum, böylece içi biraz daha az ıslak kalıyor. 

Servis ederken kesebilirsiniz de, benim gibi ikiye katlayıp biraz süsleyip masaya getirebilirsiniz de... Benim tercihim bu böreği pişirdiğimde bütün olarak masaya getirmek, yanında keskin bir bıçak ve servis çatalı ile isteyen istediği kadar kesip yiyebiliyor. Ben kırma yeşil zeytinle ve çeri domatesle servis edip, maydanozla süsledim. Kırma zeytinler kendi imalatım belirtmek isterim. (Aman da ne de marifetliymişim ben)

İlk paragrafta sözü edilen hal ve tavra ne oldu derseniz, böreği hazırlama aşamasında "hal" pişirme aşamasında ise "tavır" değişiveriyor efendim, deneyin göreceksiniz. Afiyetle kalın...

28 Kasım 2012

Öykü Anlatıcısının Kamera Savaşları - Volume:2

Durum vahim, durum hakikaten çok vahim.

5 duyusu da harekete geçiyor insanın. Demedi demeyin. Hatta ve belki de en önemlisi de 6. duyu.

Benim hallerimde olanlara önce bol bol okumalarını tavsiye ediyorum.

Adam üşenmemiş yazmış, sen de bi zahmet okuyuver okur...

İlk kez DSLR makina alacak olanlar, dikkat!


Bak bi de bu var:









Çok okudun mu, sürmenaj olmaya ramak kala mesela, kalk o bilgisayarın başından. Çık bi temiz hava al, telezoom gibi oldu gözlerin farkında bile değilsin. Hem sen kardiyo falan çalıştın mı son günlerde... Bence çalış. Bak demedi deme kesin faydasını göreceksin. Ayrıca, market benim, tekno senin dolaşacaksın ya, dikkat et kafan daha da çok karışacak çünkü. Bence sen ne istediğini bilerek git. Bak ben gittim. 5 seçeneğim vardı hatırlarsan... Pıtır pıtır eleyiverdi beş dakka da satış sorumlusu çocuk hiç acımadan. Hayır dalacaktım kafa göz, ulen ben kaç haftamı verdim de sen utanmıyor musun 3 soru sorup 5 kameramı da saf dışı etmeye diyecektim de demedim hanımefendi bir yaşlı kadın olaraktan, peki çocum dedim, sen ne önerirsin diye sordum ve bana yakıştığı gibi dinledim sükunet içinde. Aldı eline bir nikon, sensör anlatıp duruyor bana. Sen sor anlıyorum ben, sordukça soruyorum. Baktım çocuk bayılacak kıvama geliyor, susup yeniden onu dinliyorum. Anonsu duymasam biz sabahı bulurduk bence o kamera cennetinin içinde. Allahım ne çok model, ne çok özellik, ne çok işlev... (Gülme okuyucu durup durup, bak fena oluyorum)

6 duyu diye boşuna demedim, 

Görmek gerek... ne alacağını... O yüzden gidip görün efendim.  Sonra bir elinize alın bakalım yakışacak mı elinize... Dokunun sağına soluna, lenslerine dokunun uzun uzun. (Gülme rezil okuyucu bilimsel bir yazı yazıyorum şunun şurasında) Sonra bir kaç kare fotoğraf çekin... Kulaklarınız duysun o deklanşörün sesini. Bir işitin bakalım hoşunuza gidecek mi o ses? Bence koklayın malzemeyi... Valla çekinmeyin, benim gibi alerjik biriyseniz yapabilecek misiniz bir arada bir anlayın önce... 6. Hissinizin devreye girmesi için bir mola verin. Bir kahve için mesela... tadına vara vara... Gördüğünüz gibi bütün hisler devrede artık. Geriye kalan elinize aldığınız hangi kamerada içiniz titredi onu bulmak. 

Aslında bu kısmı tıpkı gelinlik seçmek gibi... Erkekler içinse arabadadır herhalde muadili... Gözünüzün ışıltısını ortaya çıkaran bir tane mutlaka çıkar... Ne parasına ne puluna, ne süsüne ne kuyruğuna... BU İŞTE diye bağırırsınız... Ve sizin olur... Olsun efendim... İstediğiniz sizin olsun, gönlünüzden geçtiği gibi, gönlünüzce olsun.