Kafamın içinde onlarca tilki dolanıp duruyor, hem kuyrukları değmeyecek hem de karşı karşıya gelmeyecekler... Nasıl olacaksa... Yetmiyormuş gibi bir de köylüler başladılar gene ziyaretlerine... Geçmiş, kare kare geliyor gözümün önüne, hepsi birbirinden kopuk, hepsi birbirinden alakasız gözüküyor üzerine düşünmeyince, ama biraz dikkatle bakarsam, köylüler de tilkiler de ve hatta kareler de hep aynı kapıya çıkarıyor beni. Bırak birbirine değmemeyi, sanki hepsi üst üste, üstüme üstüme... Duvarlar da boş durmuyor tabi, üstüme üstüme gelenleri görünce katılıyorlar beni bunaltma kervanına. Kervan gidiyor gidiyor, duruyor. Bir kapı: Büyük, heybetli, gösterişli, belli ki sağlam, belli ki geçilmez, belli ki geçmiş zamanlardan beri var... Kervanla birlikte ben de duruyorum. İçimde garip, tarifsiz denen o huzursuzluk... Daha önceden de olmuştu bu duygu bende... Ne zamandı diye düşünmeye bile fırsat vermeden bir tilki karşıma geçip sırıtıyor 32 dişiyle... Tilkilerin de 32 dişi var mı ki... Zaten bu bir deyim olduğuna göre, pek de önemi yoktur herhalde kaç dişiyle sırıttığının değil mi?
Huzursuzluk; yer yer uykusuzluk, gerginlik ve mutsuzluk yaratıyor. Sonra içine kaçıyor insan... Kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor taki kaçacak yeri kalmayıncaya, sığacak küçüçük bir delik bile bulamayıncaya kadar... Sonra bir bakıyor kaçtım dediği yerde gene o kapı: Büyük, heybetli, gösterişli, belli ki sağlam, belli ki geçilmez, belli ki geçmiş zamanlardan beri var... Sanki kaçtığı bütün yollar boyunca sırtında taşımış da durduğu anda sırtından yere bırakmış ve dönmüş dolanmış ardında görmüş gibi... Kapı... Duygulardan bir yapı... Sen nereye gidersen git, aklında taşıdığın bir yük... Kapı, yüreğindeki sızı... Kapı, ellerinin titremesi... Kapı gözündeki yaş... Kapı sessizliğin çığlığı... Kapı...
Kapıların kapandılar demiştim bir şiirimside... Kapan...
Kapılar kapansa kimi tutsak eder ki... Kendini mi dışardakini mi?
Kafam mı karışık bu sabah... Üstüme mi geliyor duvarlar, tilkileri gördün sürü halindeler... Köylüler isyan bayrağını almış eline, geliyorlar büyük bir öfkeyle... Kapı... Onca yol sırtımda taşıdığım, aklıma yüklediğim, ağırlığını yüreğime verdiğim kapı... Nerdesin... Kapansana... Korusana... Kollasana...
Hangisi güvenli ki; ardına kadar açılması mı kapalı kalması mı? Hani bağır bağır bağırıyorum, kapının ardı diye, belki zaten çoktan ardındayım... Belki ardına saklanmışım... Farkında değilim belki, ben cennetteyim de cehennemi merak ediyorum, belki yolumu cehenneme çevirip, kendi ellerimle kendimi ateşlere atıyorum... Yapmıyorumdur değil mi? O kadar aklımı yitirmemişimdir... Görüyorumdur neyin ne olduğunu, biliyor ve hissediyorumdur... Değil mi?
Kapı öyle ağır ki... Öyle zor ki yerinden hareket ettirmek, yüzüme kapanmış bir kere geç fark etmişim... Boşuna ellerimi kanata kanata vurmuşum dış yüzüne... Taş mısın be kapı... Taş mısın... Bi duy sesimi... Bir yankılansın açılman için vuran yumruklarımın sesi ardına saklanan uçsuz bucaksız vadilerde... Yankı karşılığı olmazsa çıkmaz mı... Ben sandım ki... Evet, ben sadece sandım...
Ellerim acısın, tırnaklarımın arasından kanlar sızsın, ne gam... Ne gam... Yeter ki bir kerecik göreyim şu kapının ardını, bir kerecik...
Ölüm mü var ardında... O da sadece bir kez mi görünür insana...
Sadece bir kez mi...
Zamanı değil mi?
Sanki... Sanki aralandı az önce, beyaz bembeyaz bir ışık; ince, süzüle süzüle gelmiyor muydu bana doğru...
Gücüm tükendikçe, kayboluyor teker teker tilkiler, köylülerin de sayısı azaldı mı ne... Bak duvar falan yok, duvar falan yok... Az kaldı kapı, ha gayret, ha gayret...
Kapı...
Kapandı...
Ya ışık, sen yağsaydın bari üzerime... İyi değil midir bazen ışık, faydalı olmaz mı aydınlık... Ne diyorsun aklım, ne demeye çalışıyorsun...
Karanlıkta kaldım gene, tilkiler üşüşecek başıma, köylüler gelip oturacaklar karşıma, duvarlar boş durur mu gelecekler gene üstüme üstüme... Yaşam mı... Baş etmek mi... Güçlü olmak mı... Ayakta durmak mı... İnsan olmak mı...
Ne diyorsunuz be köylüler, hangi dilde konuşuyorsunuz... Ben tilkice öğrenmedim, ayrıca o kadar güçlü değilim, tükendim, beceremem duvarları geri püskürtmeyi... Öğrenir miyim... Yeterince büyümedim mi ki... Yeterince deneyimlemedim mi ki... Kaç duvar daha yıkılacak üzerime... Kaç tilkiyi daha korkutup kaçırmam gerekecek, kaç köylüyle dost olmayı başarmalıyım ki daha...
Oysa kapı, bu sefer öyle güzel aralanmıştı ki, öyle güzeldi ki ışık...
Çağırıyordu... Hissediyordum, az kalmıştı aydınlığa... Çok az...
Öyle az kalmıştı ki... Kapandı...
Sahi ne tarafındaydım ben kapının, yoksa ortada bir kapı yok muydu, herşeyi ben gene sandım mı? Köylüler aslında yok mu, tilkiler, duvarlar... Vardılar, inanın vardılar, dokundum ben tilkinin tüylerine, gördüm köylülerin bakışlarını, yıkıldı bir duvar üstüme, çok değil 2-3 zaman önce.... Ben yalancı değilim, düşler gördüğüm, sandığım zamanlar olmuştur ama ben yalancı değilim. İnanın, inanın bana gördüm ben ışığı... Kapı vardı, önümdeydi, duruyordu, üzerime geliyordu...Işığı gördüm diyorum... Işığı gördüm ben... Buza kesmişti elleri, ben ışığı gördüğümde... Ona sorun, o der size... O anlatır bütün olup biteni... Elleri buza kesmişti, duvar üzerime düştüğünde... Elleri... Tuttu mu bıraktı mı beni bilmediğim elleri... Buza kesmişti...
_________________________________
Fotoğraf / devianART