15 Aralık 2009

GÜLDEN PEÇETE

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...

Başucunda duran yeşil telefonun tız ve ince sesine açtı gözlerini, arayanın o olduğundan şüphelense de açtı, istemsizdi... Sesine yansıyan öteki haliyle, buyrun dedi... "Lobide bir bayan var sizi bekliyor, haber vermemizi istedi. İsmi..." İsmi duymak istemedi, birşey demeden kapadı telefonu. Eşofman altını giydi, üzerindeki tişörtle kapıya yöneldi. Saate bakmak aklına geldi. Komidinin üzerinde değildi saati, banyoya baktı, yoktu. Ne kadar uyumuş olabileceğini tahmin etmeye çalıştı, başının ağrısı tek bir vuruşla kendini belli edince, üzerinde durmadı. Otel odasının kapısını araladı, bekledi. Bir an nereye ve neden gittiğini hatırlamaya çalıştı. Koridor loş ve boştu. Geç olmalı dedi. Geçti...

Lobiye indiğinde, sağa sola bakındı. Motel şehrin kalabalığından uzak ama şehre yürüme mesafesinde, fazla pahalı olmayan üçüncü sınıf bir oda kahvaltı hizmeti veren bir yerdi aslında; karşı nehrin ışıklarının  yere kadar uzanan camdan süzülerek içeri girdiği köşe masayı kendine mekan bilir zaman zaman bir içki içip sohbet etmeye arkadaşlarla gelebilirdin bile; salaşlık attığın her adımda kendini göstermiyor olsaydı tabi...

Kadın, bir film setinden az önce çıkmış bir fahişe rolü oynayan yeni yetme duplör gibiydi. Esas kadın olamayacak kadar bakımsız taranmış saçları ve özensiz makyajı ile elindeki sigarayı henüz yakmış ve  yırtıkları daha uzaktayken bile fark edilen ahşap oymalı bordo kadife koltuğun kenarına doğru oturmuş, sokak lambasının yüzüne vuran ışığında kendinden gizlenmişti sanki. Adamı fark edince sigarasından derin bir nefes aldı. Sigara dumanı, sokak lambasının ışığı, yırtık bordo ahşap oymalı koltuk, önünde duran koyu renk uzun sehpa ve sehpaya uzattığı bacağından fark edilen hemen bileğinde biten file çorapla tam da kendisine biçilen rolün hakkını verebilecek gibiydi. Belki de gerçek bir aktördü... Koyu şarap kızıl saçlarını geriye doğru attı. Bakışlarına derin bir anlam yükledi ve adamın ona gelişindeki sıkıntıyı ve boşvermişliği  hissedince gözlerini kısdı.

Adam, manzarayı tam karşısına alacak ve kadın solunda kalacak bir şekilde daha genişce ve daha iyi bir durumda olan koltuğa hiç ses çıkartmadan oturdu. Ne yürürken ne de otururken kadına bir kez bile dönüp bakmamıştı. Kadın sehpa üzerinde duran filtresiz sigaradan adama uzattı. Kırık ve yer yer ojeleri çıkan bakımsız tırnakları, kadının ilgisinin uzun zamandır kendi üzerinde olmadığının kanıtıydı. Adam kafasını hiç o yöne dönmeden sigaradan bir tane aldı. Kadın tam çakmağa uzanacakken, adam kendisinden beklenmeyen bir hızla çakmağı aldı ve kendi sigarasını yaktı. İkisi de o ana kadar tek bir cümle kurmamıştı. Sigaralarının içlerine çektiler, gecenin sessizliğinde sigaranın ateşinin çıkarttığı sesi bile duymak mümkündü.

Bütün bunlar olurken, motel girişindeki yerini kadın geldiğinden beri bozmayan gece görevlisi, bir film setinin tam ortasına düşmüş bir hayranlıkta ve sessizlikte; ellerini deske dayamış, hemen ardında duran kutucuklardan sarkan oda numaralarının ve anahtarlarının bulunduğu dolabın önünde kafası ellerinin arasında, mısır ve kolası eksik bir izleyici gibi olan biteni seyrediyordu.

Sigaralarını uç uça ekleyen ikiliden sessizliği bozan adam oldu.

_ Neden?
_ Neden geldim mi? Soru bu mu?
_ Neden geldiğini biliyorum, neden şimdi?
_ Bekledim, dönersin diye, dönersin ve konuşuruz üzerine... Sen dönmeyince ben geldim...
_ Gelmeyeceğimi söyledim, dönmeyeceğimi... Ve konuşmayacağımızı... Demedim mi yalnız bırak beni, zamana ihtiyacım var, demedim mi sana... Ne diye geldin, ne diye peşimi bırakmıyorsun... ben zamanı gelince geleceğim demedim mi... Henüz değil demedim mi... Zaman... Neden anlamıyorsun zamana ihtiyacım var benim...
_ Bütün bunları biliyorum... Sadece...
_ Sadece ne...

Adamın sesinde öfke baskındı, cama çarpsa kıracak sertlikte çıkan "ne", deske ellerini dayamış adamın bile  sıçramasına neden olmuştu ve görevli ilk kez kendine çeki düzen verip sanki işi ile ilgileniyormuş gibi yapmıştı. Kadının sesi, ılık bir meltem gibi yayılıyordu lobiye, sesinin dokunduğu herşey yeniden renkleniyor, tazeleniyor gibiydi. Adamın öfkesi öyle yüksek bir set kurmuştu kadının önüne, kadının kelimeleri o sete çarpıp geri dönüyor gibiydi. Oysa belki adama ulaşabilse, adam kadının ne dediğini duyabilse, herşey değişicekti. Adam onca kelime arasından; "Hatırlar mısın seni ilk gördüğüm günü... Pencereyi açtım. Ve de yüreğimi. Odaya güneş doldu, ruhuma aşk...(*) demiştim... Şimdi kapadım penceremi" dediğini duyabildi. Adam belki az öncekinden daha da sert "Bunu mu söylemeye geldin" diyerek döndü yüzünü kadına. Elleri titriyordu, adam boncuk boncuk terliyordu. Sonunu bilen ve henüz ölmek istemeyen bir mahkum gibiydi; öyleki az sonra celladı gelecek ve adamın kendini içine hapsettiği hücrenin kapısını açacak ve istenmeyen sona doğru uzun ve dar bir koridordan geçecek gibiydi...

Kadın, ilk defa adamın gözlerinin içine baktı ve "Bunu söylemeye geldim, bir de şunu vermeye..." dedi. Sesi hala ılık ama dimdikti. Kadın adama doğru uzattı elini, adamın titreyen elini avucunun içine aldı, beyaz peçete gibi birşeyi adamın avuçlarına bıraktı, sanki kırılacak birşey gibi özenliydi. Ya da çoktan kırılmıştı parçaları dağılmasın diye gösteriliyordu özen. Adam cama doğru döndü yüzünü, kadın sigarasından derin bir nefes aldı ve sehpanın üzerindeki kül tablasının boş bulduğu bir yerine henüz yarısı içilmiş sigarasını söndürüp ayağa kalktı. Adam kadının az önce kendisine verdiği şeyi avucunun içinde iyice sıktı, sanki görülmez olmasını diliyordu. Gecenin karanlığında kadının topuklarının yere değdiği anlarda çıkarttığı ses yankılandı. Ne adam, ne de kadın geriye dönüp baktı. Kadın motel kapısından çıkıp, uzaklaşırken bir an durdu. Adam kadının durduğunu hissetmiş gibi bir an ayağa kalktı. Bir film olsaydı, şu anda ikisi de birbirine doğru koşuyor olurdu, ya da adam kadına doğru ya da kadın motele geri dönerdi. Oysa bu yaşamdı. Yaşamın orta yerinde, bir ayrılık sahnesiydi. Vazgeçmek tam da yaşama göre birşeydi... Oysa film olsa...

Adam sigarasının izmarite en yakın noktasındaki son nefesi aldı ve kadının az önce sigarasını söndürdüğü tablada boş bir nokta bulup söndürdü. Kadın yürümeye devam ettiği sırada adam da üst kata çıkmak üzere yola koyuldu. Adamın üzerindeki ağırlık gözle görülüyordu. Düştü düşecek bedenini, güçlükle ayakta tutuyor, bunun bir daha geri dönülemeyecek nokta olduğunu çok iyi biliyordu. İlk basamağa adımını attığında sendeledi, güçlükle trapzana tutundu ve o sırada elindeki peçeteden yapma gülü düşürdü. Deskin arkasındaki adam hiç oralı olmadı, o gülü eline almak ve eğer varsa bu gecenin sırrını çözmek istiyordu. Evet, bu gecenin sırrı, olan biten herşeyin ötesinde, o peçetede saklı olmalıydı, çünkü kadın o elindeki nesneyi uzatana kadar adam güçlü ve kendinden emindi, umursamaz bir tavrı olduğu bile söylenebilirdi. Ama o anda, o gülün bir avuçtan bir avuca geçtiği anda, adamın omuzlarına çöken ağırlığı fark etmemek imkansızdı. Adam eğilip yere düşeni alabilecek durumda bile değildi. Zaten büyük bir ihtimalle elinden kayıp gidenin farkında da değildi...

Deskin arka tarafında duran adam, adamın ilk katı çıkmasını ve ikinci kata yönelmesini fırsat bilip, sessizce ve gizli bir iş yapmanın heyecanı, ve olayı çözecek olan son parçayı bulan dedektifin keyfi ile ilk basamağın hemen dibinde duran terden bir parça  yıpranmış güle uzandı. Bir fare çabukluğunda yerine geri dönüp, yeşil cam tepesi olan ışığının zincirine asılıp açtı. Gülün yapıldığı peçeteyi özenle yaydı; yanılmamıştı: Cevap oradaydı....

'Yıllar boyu yüreğime karşı savaşmıştım, çünkü üzülmekten, acı çekmekten, terk edilmekten korkuyordum. Gerçek aşkın bütün bunların üstünde olduğunu, hiç sevmemektense ölmenin daha iyi olacağını her zaman biliyordum. Ama bu cesarete yalnızca başkalarının sahip olduğunu düşünüyordum. Ve şimdi, şu anda, bunu yapabilecek gücün bende de bulunduğunu keşfediyordum. Ayrılık; yalnızlık, üzüntü anlamına da gelse, aşk her şeye değerdi.'(*)

Adam o gülün yapıldığı o geceyi öyle iyi hatırlıyordu ki, bir ayrılık hali üzerine yaptıkları bir konuşmanın orta yerinde, kadın okuduğu kitabı çantasından çıkartmış ve bu sözleri o peçeteye yazmıştı ve ardından bir gün dönmemek üzere gidersem, sana bırakacağım bu gülü demişti: O zaman sakın arkanı dönüp bakma, sakın bekleme ve sakın ağlama... Sadece böyle bir aşkın bir tarafı olabildiğimiz için sarıl sol yanına ve unutma; 'Aşk kalıcıdır, değişen yalnızca insanlardır.' (*)

Uykuya sığınırdı böyle gecelerde, bir nefese hasret sarılırdı sol yanına... İçinin yangınına yetmezdi gözlerini ölesiye yummak... Soğuk işlemezdi tenine, sıcak vız gelirdi böyle gecelerde... O sadece sol yanına sığınır ağlardı sessizce...
 
_________________________________________________________________________
 
(*) Alıntılar Paulo Coelho'nun Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım kitabındandır.
(**) Bu yazı Öykü Atölyesi / Fotoğrafın Dili için kaleme alınmıştır.

2 yorum:

  1. Çok ama çok içime dokundu bu yazınız.Umarım sadece kurgudur,eğer kurgu değilse,iyileşmenizi dilerim.

    YanıtlaSil
  2. her etiket kendini anlatıyor aslında, eğer kendi yaşanmışlığım üzerinden bir yazı ise kendi tadım kalıyor mesela, bir yaşamı gözlemleyip de onun üzerinden anlatıyorsam yaşamın tadı kalıyor yazılarda, öykülerse tamamen kurgu, gerçek yaşamdan tetiklenselerde kendi dül dünyamdan yansımalar taşıyorlar sishyphos, ama herkesin bir parça iyileşmeye ihtiyacı vardır :)
    teşekkür ederim temennin için...

    YanıtlaSil

An'a kazınandır senden bana kalan...
ANLAMLIDIR...

Teşekkür ederim sımsıcak yürekten bir tebessümle...