19 Haziran 2010

Nefes Almak Yaşamak Mı Diye, Sormuştum Bir Seferinde


Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyordu. Sözler sadece söyleniyordu da havada kayboluyor sanılıyordu. Oysa her bir söz, sahibini buluyor ve söz sahibinin kulağına kazınıyordu. Sözü söyleyen unutsa da, kulak, sözü unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse merak ettiğinin peşine düşmüyordu. Merak ettim deniyordu da sanki o merak havada kayboluyordu. Oysa her bir merak ettim, merak edileni buluyordu ve merak edilenin aklına kazınıyordu. Merak eden unutsa da, akıl, merak ettim diyeni unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse kırdıklarını anımsamıyordu. Kırdım kusura bakma deniyordu da sanki kusurlar havada kayboluyordu. Oysa her bir kusura bakma, kusur edileni buluyordu ve kırılanın yüreğine kazınıyordu. Kusura bakma diyen unutsa da, kırılan yürek, kıranı unutamıyordu.

Derken günlerden bir gün; sözler veren, merak ettim diyen ve kıran adam çıkmaya karar verdi kendi içinde bir yolculuğa... Dolanırken kendi hikayesinin zorlu sokaklarında, her köşe başında bir iz buldu geride bıraktıklarından. Kalbi dayanmadı karşılaştıklarına. İzleri topladı bir avucuna. Ekledi birbirine. Puzzle'ın bir parçası eksik kaldı. Bakındı etrafına bir çiçek gördü yüreğinin dibinde, çevresindeki toprağı kazıdı bir iyice, çiçeğin köklerine gelince, çürümüş insanlığı ile karşılaştı. Bulmuştu puzzle'ın bir parçasını daha ama çok geç kalmıştı. Çiçek güzel gözüküyordu da, yaşayamazdı kökleri olmadan uzun bir süre daha.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da kimse farkına varmıyordu, verdiği sözleri tutmamak, merak ediyorum deyip dönüp bakmamak, bir yüreği kırmak, içten içe çürütmek demekti insanlığını ve insanlığını kaybet ölüme dönmekti yüzünü aslında.

Hayat kendi döngüsünde dönerken, yaşam devam ediyordu kimilerine göre, sahi nefes almak için insanlığın lüzumu yoktu dimi? Nefes almak yaşamak sayılır mı düşünmek gerek ama insan olmak için düşünmenin lüzumu da yoktu dimi?



- Ararım demiştin?
- Valla hiç kimseyi arayamadım bugün...
'Hiç kimse'ye davrandığın gibi davranıyorsan bir insana, o insanın senin için özel olduğunu iddia edebilir misin? Bir kez daha düşünmek ister misin...




İlk yayın tarihi: Mart 2009
Fotoğraf:
deviantart

18 Haziran 2010

Yanık Bir Hasretsin Sen, Kokusu Burnumda Tüten


Ben seni, eski türk filmleri aşkları tadında sevdim.
Ben, seni çok sevdim. *







Bir sabah, sesini hep duyduğunuz ama adını bilmediğiniz bir kadın karşılar sizi; uzun zamandır gitmediğiniz bir yolun köşe başında: Yüreğinizden geçendir karşınıza çıkıveren. Siz, o sesin peşine takılır, kendi yoluna çevirirsiniz yüreğinizi, yüreğiniz, sızlar. O yolda, bir yüreğin öylece sızım sızım sızlayarak ilerlemesi ancak bir aşkla açıklanabilir. Ancak; aşkla atan bir yürek anlar o sızıyı, ancak o zaman dönüşür yanık bir hasrete, ve ancak o zaman burnunuzda tüter kokusu.


Gelecektin gelmez oldun
Halimi hiç sormaz oldun
Yaralarımı sarmaz oldun
Yokluğunla soldu gönlüm

Dilerim bu haftasonu güller açsın gönüllerinizde, geleceklerinizin de yolu açık olsun dilerim. Dilerim ki, sarılacak yaralarınız kalmasın ve halinizi hatrınızı soranlarınız çok olsun.

Beni soracak olursanız, iyiyim. Haber geldi, dağın başını duman almış, bir gidip bakayım. Gelirim gene. Sevgi büyütün bu haftasonu da yüreklerinizde; aşk dolsun hücrelerinize.



* Buradaki sevmek hali, geçmiş bir zamanı değil, zamansızlığı ifade etmektedir. Sevmenin, sonsuzluğuna inandığımdan, zamansız da olduğuna inanırım. 'Sevdim', 'hep seveceğim' diye karşılık bulur benim yüreğimde. ve  hep sever yüreğim, ilk günkü gibi; heyecanla, çoşkuyla... İlk defa sever, ilk defa sevilirmiş gibi...



17 Haziran 2010

KÖTÜ OLMAK

Senin, kötü olmaya hakkın yok biliyorsun değil mi? Senin enerjin düşemez, sen moralsiz, yıkılmış ve berbat bir ruh halinde olamazsın. Çünkü olursan, yani ağlıyorsan mesela, karşındaki bağırır sana. Oysa sen, seni rahatlatacak bir sese hasret ararsın onu. Sana iyi geldiğini sandığın için, ve belki inandığın hatta, inatla. Ama sen; sen gülen, gözleri kocaman, ışıklı kadın, sen kötü hissedemessin kendini. Tut ki hissettin, hiç elini falan uzatmaya kalkma, elinin tersi ile öyle bir iterler ki seni, ne olduğunu bile anlamadan, kalırsın karanlık bir sokakta tek başına. Artık önemi yoktur, seni neyin, nasıl ve neden o saatte, o sokağa getirdiğinin ve bir önemi yoktur korkmanın ve ağlamanın. Hiç bir önemi yoktur, yalnız kalmaktan korkuyorum demenin, çünkü sen karanlığa uzatırsın elini, orada biri var sanarak. Karanlık ürkütür. İçini kemirir bir duygu, sessizlik büyür, ıssızlık ondan daha fazla; sokaktan bütün mahalleye ve hatta şehre yayılır dalga dalga...

Senin çığlıkların dolaşır terk edilmiş binaların duvarlarında, günlerdir alınmadığı için kokuşmuş sebze kalıntılarının kokusu siner üstüne. Bir sokak köpeği yanına kadar gelir, havlamaya bile değer bulmaz, işer üstüne ve gider, köhne  bir binanın ara sokağına bakan örümcek ağları ve tozla kaplanmış yağmur borusu gibi kalırsın, üzerinde bir sonraki turunda işediği yeri bulmak isteyen köpeğin sidiği ile.

Ah! Sen, güleç yüzlü, saf kadın, sen sevildim zannedersin, sen farkına varınca adamların senin onları sevme biçimini ve hatta sendeki kendilerini sevdiğini, anlarsın, anlarsın da, yüreğinin acısı, ot tıkar boğazına, geri adım atacak cümleleri kuramazsın yüreğinde sana yer açmamış adamlara. Senin kötü olmak, dibe vurmak, boğulmak gibi bir lüksün yok anlasana. Sen sadece sevdiğin kadar ve sevdiğin kelimelerle varsın onların hayatlarında. Onlar sadece bu nedenle yanında. Kelimelerin yoksa ve eğer sunmuyorsan sevda sözlerini belirli aralıklarla ki bazen senin de içinden gelmez elbet, puf... Uçup gitti işte inanmak istediğin ne varsa.

Sen de uç şimdi... Sen de karış akan çöpün suyuna ve ağır kokan bedenini yapıştır asfalta. Yarın gün ağırırken, nasıl olsa bir çöpçü bulur cansız bedenini ve ağlayanlar olur elbet arkandan, mutlaka; anan, baban ve kardeşin ve 3-5 dostun ki onların gözyaşları sahte değildir. Diğerlerini ise hiç hesaba bile katma, onlar sen öldüğün için değil, inan senin için falan değil, bir daha böyle sevilmeyecekleri için ağlıyorlardır ki, bırak ağlasınlar doya doya. Çünkü; asla bu kadar karşılıksız sevilmeyecekler bu hayatta!



  Mart 2010
Geçen yıl bu zamanlar, bir dost sohbetinin orta yerinde,
asılı kaldı bir kaç kelime.
İlki; sevmekti.
İkincisi; inanmak.
Üçüncüsü, ölmeyi isteyecek kadar çok; yanılmak.
Sonrasında taştı kelimeler, ağlamak kaldı geriye.
Dostumun yüreğini bildiğimden
ve söylendiği anda iyi bir teselli cümlesi gibi duran,
o cümle döküldü ağzımdan:
bu kadar karşılıksız sevilmeyecekler bu hayatta.
Bu deneme,
bir âna tanıklık etmiş olan kendimin,
oradaki kayıp ruhu gören gözlerimin
ve yüreğimden geçtiğini düşündüklerimin kaleme alınmasıdır sadece.
O gün dile gelemeyen iç sesimin, bugün dile gelmesini denemektir, kısaca.





Fotoğraf / baloons

16 Haziran 2010

BEŞİ YİRMİ GEÇE

I - KARŞILAMA

güneşi ben doğurttum o sabah
          saat henüz beş yirmiydi
ben erkenden uyanmasam doğmayacaktı o sabah
                                                                 güneş falan

elime aldım fırçayı, pudradan bir maviye boyadım gökyüzünü
ve ekledim biraz pembe
                         pudraydı onun da tonu
sonra bir parça güneşten çaldım
yaydım onu bir güzel mavinin, pembenin ve
arada kalan beyazların üzerine

böyle bildiğin pudradan bir turuncu
                                         hare hare
güneş geldi  ağır ağır karşıki tepelerin ardından
kuruldu baş köşeye
                  öyle turuncu


II - HAYAL KIRIKLIĞI

koşarak geldim sana
müjdemi isterim diye
bağırdım merdivenlerden
                               güneşi bu sabah doğurttum, ben!
                               bu sabah güneşi doğurttum, ben!

çalmadan açtım kapını
yatıyordun yatakta sere serpe
yanından kalktı
mahallenin fettan dilberi
bir bakış attı bana
baktı gözlerime
         sen istediğin kadar doğurt güneşi
         lafı olmaz benim tende bıraktığım izle kıyaslanınca
                                                                               dedi

o gözlerime baktı ve dedi, altını çize çize
lafı olmaz
            dedi
senin 13+1 olmanın
çünkü benim saçlarım kızıl
çakma olsa bile
yüreğimi boyadım sahte bir iyilikle
süsledim daha da sahte bir gülücükle
                      
ah o doyumsuz kevaşe
babası sevmedi çocukluğunda diye
ah etmiş kendine
dişinin izini bırakmadığı bir erkek kalmasın istiyordu geriye
dağıtıyordu acısını er tenlerine
tek bir diş iziyle


III - DAYANIŞMA

çıktım dışarı
baktım gökyüzüne
biraz pembe
biraz mavi
biraz turuncuydu ve pudra gibiydi tonu

kadınlar uyandılar sessizliğime
ağladılar
        dolu
sanki hepsi kocalarından kalan izlerin dişleri
çarptılar bedenime
delik deşikti yüreğim
yağma be yağmur, yağma üstüme üstüme
ben doğurttum güneşi bu sabah henüz beşi yirmi geçe
üstelik yatıyormuş o kevaşe erkeğimin bedeninde

ağladılar kadınlar
                        dolu
kızıl saçlı kevaşa gülüyordu
                        yayvandı ağzı
yağmur yağıyordu
                       dolu
parlak saçlarında er kokusu
yayıldı bütün mahalleye


IV- BAŞKALDIRI

zafer benim dedi,
ağladılar kadınlar
bizim suçumuz neydi baban seni sevmediyse diye
hepsi beni düşleyecekler, yalnız beni dedi,
uzun saçlarını savurdu geriye
bir o kadar sahte bir o kadar süslü gülüşü ile

ağladılar kadınlar
biraz mavi
biraz pembe
biraz beyaz
biraz turuncu
pudra tonuydu
                    aldatılmışlıkları

ağladılar kadınlar
güneş bile yetmedi
                kurutmaya yaşları


V- DİRENİŞ VE UMUT

ağladılar kadınlar
ağladılar kadınlar
             ağlayın be kadınlar
             ağlayın bütün gece
                                  sabaha kadar

ben yarın erken kalkarım doğurturum güneşi
daha kızıla çalar turuncusu
         daha bir turuncu olur gövdesi
                 daha da bir kızıl olur kolları, yani
kurusun gözyaşlarımız
kurusun da yeni bir günün doğuşunu kutlayalım
                                                    hep birlikte
merak etmeyin ben erken kalkarım
                                       doğurturum güneşi
yarın sabah da beşi yirmi geçe
hadi gidin
uzanın yataklarınıza dinlendirin bedenlerinizi
yarın
yarın yepyeni bir güneş doğacak
daha da kızıl turuncu
sahteliği ortaya çıkacak kızılının
sahteliği ortaya çıkacak gülüşünün ve gözlerinin
alıp başını gidecek birazcık kaldıysa ar damarı
                                                           hani henüz çatlamamış
ve varsa yüreğinde bir köşede bir parça utanç
çocukluktan kalan
saf ve temiz
bir yan kaldıysa, hâla
kafasını kaldırıp bakamayacak yeni doğan günün güzelliğine
doğmayacak gün onun için bir daha
o yüzden
        kadınlar
siz gidip yatın yataklarınıza 
sarılın sımsıkı sevdiğinize
yarın ben güneşi doğurtacağım
                                     erkeğimin bedeninde
                                     beşi yirmi geçe
                      

                                                                        
DÜZENLEME : Bu şiir ilk yazıldığında tek bir parça olarak yazılmıştı aslında, Sevgili Ebruli'nin yorumu üzerine, parçalara ayrıldı ve ilk parça (I-KARŞILAMA) ona bir armağandır; dilerim, mutluluk dağıtan fırçan hiç eksilmesin elinden.


 Mayıs, 2010 - Bursa
Fotoğraf / Red Veil

14 Haziran 2010

Pencere ve Kapıların Gizemi



Çektiğimiz fotoğraflar, bilinç altımızdakilerin bir yansıması ise
Beni pencere ve kapılara çeken ne olabilir ki...



13 Haziran 2010

Gülümse / mek



Hiçbir şey, uyumadan önce gülümsemek kadar keyif vermiyor insana.
Günün bütün ağırlığı uçup gitti az önce açık kalmış penceremden.
Düşlere yenik düşmek için, harika bir gece...

Aşkı yıldızlara saklayıp
Pamuklara sarmak sevdayı
Ve ağlamak mutluluktan
Sanırım mümkün bu gece




Fotoğraf / smile

Aklından Geçti Nasılsın Demek

Cevapları önemsenmeyen soruları sormak niye...
Eğer önemsemiyorsan, nasılsını, neden sorarsın ki...

***

Oysa nasılsın, sevdiğine sorduğun bir sorudur, merak ettiğine, önemsediğine; nasılsın dersin... Bir sorudan çok, anlat demektir bu, anlat, neler oluyor sana. Genel geçer nezaket kurallarının ötesinde, nasılsın, nerede ve ne zaman sorulduğuna bağlı olarak, derinleşir.

***

Nasılsın, samimiyetle değil de nezaketen soruluyorsa, iyiyim denir sadece. Eğer samimiyeti fark ediliyorsa, hani endişe yerleşiyorsa sesine, bir telaşlı kırpma yakaladıysan gözlerinde bir an, sadece. İyiyim diyemezsin o seslenişe. Döküverirsin içindekileri ki, bu döküş, bir okyanusun varlığından haberdar etmektir, karşındakini.

***

Uçsuz, bucaksız bir okyanusu karşına alıp, seyretmek ve hatta yüzmeyi göze almak gibidir, nasılsın. Karşı kıyı nerdedir bilemezsin, ne zaman durur dinlenirsin bilemezsin.  Sorar ve beklersin!

***

Ve bir nezaket bile değilse, nasılsın, cevabının da bir önemi yoktur. Sen kapılarını açmaya hazır beklediğin okyanusunda yüzmeye devam edersin, tek başına, yüzünde ezik bir gülümseme, sanki acıyan bir yerini örtmeye çalışır gibi. O, gider; ne okyanusu, ne batmakta olan güneşi, ne de yağmurunu görür senin.

***

Nerede okumuştum hatırlamıyorum, tam olarak da aktaramayabilirim ama cümle şu minvaldeydi: Yeterince korumuyorsan, hak etmiyorsundur. Ne doğru bir söz... Ama günün şartlarına uymuyor. Kim hak ettiğini buluyor ki, hak bugünlerde, gücü olanın dağıttı bir promosyon, hal böyle olunca da kimse korumaktan yana bir çaba harcamıyor, kaybetse ne olacak ki...

***

Değerli eşyalar kutusu vardı bir arkadaşımın çocuğunun, babasının aldığı saati o kutuda saklıyordu. Bir gün saatini kaybetti... En son ne zaman takmıştın dedim, dün dedi. Konuşurken konuşurken, sokakta top oynarken,  kaldırıma bıraktığını hatırladı. Koşarak, oyun sahasına gitti. Geldiğinde üzgündü, gitmiş, dedi. Almışlar. Bırakırsan alırlar tabi, dedim. Ama onu babam almıştı değerliydi, dedi. Belli ki, değerini bilememişsin, dedim. Öfkeyle baktı gözlerime, ben onu değerli eşyalar kutumda saklıyordum her gece, dedi.

***

Sanki hiç büyümeyen çocuklar gibiyiz, değer verdiklerimizi, değerli eşyalar kutumuz olan yüreklerimizde saklıyoruz ama onları korumak için yeterli özeni göstermiyoruz.

***

İnsan hasta olunca ve hali de kalmayınca kıpırdamaya, düşünüyor. Sanki, düşünmek yormuyormuş gibi. Yorgunum, dünden beri çok yorgunum.

***

Sabah serinliğine uyanınca, hele bir de bahçıvan suluyorsa bahçeyi, çimin ve toprağın kokusunun, o serinlikle buluşup, penceremden girmesine ve beni öpmesine bayılıyorum. Resmen, tazeleniyorum.

***

Tazelendiğiniz bir pazar dilerim sizlere...



12 Haziran 2010

Evde Tek Başına




Sevdiğimden gelen mektupları okumak gibiydi... Dostlarla eski mekanlarda karşılaşmak gibi... En çok da, bir hayatın kelimelerimden akışını izlemek gibi. 'Evrenin Dünyası'nda dolaştım, neredeyse bir bütün gün. Hasta yatağımda yatarken, kare kare değil belki ama sayfa sayfa, kelime kelime geçti son dört yılım gözümün önünden, en çok da yüreğimden. Gelenlere, gidenlere, değenlere, iz bırakanlara ve nicelerine bir yolculuktu benimkisi. Anlar sonra dönüp, anlara bakmaktı. Düşünmek ve düşünmekti, uzun uzun, dura dura, okuya okuya, sindirmekti olan biteni ve başka bir pencereden bir daha bakmaktı bana sunulanlara.

İnsan dönüp de bakınca kendine, yazdıklarında bulunca farklı yüzlerini, yüreklerini kendinin, biraz daha keşfediyor kendisini, yazarken yaptığım keşfin izlerini takip edip, yeni yerler keşfetmek gibiydi bugünkü yolculuğum. Kelimelerimde, yürek izlerimi bulmaya çalıştım. Kendi kuytularımda dolandım, kendi karanlığımda, kendi kendimde kaybolup, kendi ışığımda yine buldum çıkış yolunu. Her bulduğum yolun, her çıkmak istediğim yolculuğun ve her inandığım insanın her zaman doğru olamayacağını bir kez daha fark ettim. Hepsine teşekkür ettim, sessiz ve usulca. Duydular mı bilmem ama hissettiklerine eminim. 



Açık, Uçuk ve Maviydi Umutları

Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara, belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma...

Gri bir hırka vardı, dolabın kazak tarafında, hala buram buram kokusundan fark ettim orada olduğunu, dili olsa anlatsa denir ya, dili olsa da anlatsa adada yaşananları da bir dinleseniz bir hırkanın gözünden aşkın yansımalarını. O günden sonra hiç giymedim, belki biraz ada koksun, belki biraz da onun kokusu sinmesin üzerime diye. Benim ki de, laf işte, sanki sinmemişti kokusu yüreğime.

Kırmızı bir tişört buldum dolabın köşesine sıkışmış, biraz mahçup, biraz ürkek duruşundan anladım, uzun zamandır süre gelen dokunulmamışlığı, ON1 yazıyordu üzerinde. Beni öptüğü gün üzerindeki tişörttü, sonra bana hediye etmişti, üniversiteyi kazanıp gittiğimde, onu unutmayayım diye. Gündüz gece üzerimden çıkartmadım. Hatta bir kış, hiç unutmam kazaklarımın üzerine bile giydim. Aklımdan hiç çıkmasın diye. Benim ki de laf işte, sanki kazınmamıştı aşkı bedenime.

Keten bir ceket vardı yazdan kalma, mevsimlik denir ya, mevsimlikti o da işte. Alışveriş merkezindeki son yürüyüşümüzde o vardı koyu lacivert bir kotun üzerinde, beyaz bir tişörtle giymiştim; kum rengi keten ceketi... Kum gibi eriyip gidivermişti ellerimden inandığım ne varsa o son buluşmada. Gözyaşım sicim gibi akarken... Benim ki de, laf işte...

Dolabımda yeni eşyalara yer açma zamanı çoktan gelip geçmişti. Bir bir ayırdım artık üzerime olmayan, üzerimde durmayanları.  Herbirini elime alışımda farklı bir an geldi gözümün önüne. Bazısı kederli, bazısı sevinçli, bazısı bir damla yaşla, bazısı dolu dolu kahkahalarla ayrıldılar benden, bana bıraktıklarıyla. Koca bir torba ağzına beraber doldu, kapıya bile zor taşıdım. O kadar ağırlardı. Bunca sene, neden onlara kıyamamıştım anlamadım. Yorgunluğumu bir kahve kokusuna yüklemeye karar verdiğimde, camın önündeki sallanan koltuğa oturdum, aklıma üşüşmüş onlarca anla. Kıyasıya bir sokak dövüşünün yumrukları gibiydi hüzünler ve tekmeleri gibi kırgınlıklar... Küfürlü bir sesleniş oldu gözyaşlarım... Son darbeyi, bütün bu kavgayı durdurup ayırmak isteyen yürek aldı. Yorgunluğum hafiflesin diye oturduğum yere ağırlığım çöktü. Yüreğimin ağırlığı... Yer yerinden oynadı.

Temizlemeye karar verdim, beni kıran, üzen, yıpratan, acıtan, ağlatan ne varsa, hepsini teker teker koydum bir çöp torbasına. Haydi yallah çöp kutusuna... Bir anda! Zaten, bir saniye falan geçiksem, yada bir düşüneyim desem, ayrılmazdım ya ben onlarla... Bir anda! Bir anda, hepsini bırakıverdim benden uzağa.

Kendi dünyamın kapılarını araladığımda girdiğim bir bahçede dolanırken, çöp arabasının o heybetli gelişinden sarsılan camlar haber verdiler bana, öğütücüye gidecekti az önce ne varsa kurtulup beni hafifletmesini istediklerim. Son bir veda için cama koştuğumda, çöpçünün torbada ne var ne yoksa sokağa saçtığını gördüm. Tek tek eline alıp okuyordu beni kıranları, tek tek anlamaya çalışıyordu üzüntülerimi, tek tek okşadı acılarımı, tek tek yüreğine koydu gözyaşlarımı... Artık benim için gerekli olmayanlarım onda birer birer şefkate dönüştüler... Kafasını kaldırıp baktı bana, yapılan yardımlar karşılıksız kalmalıdır derdi babaannem... Hemen içeri kaçtım, nedense bilsin istemedim onları benim oraya bıraktığımı. Penceremi kapadım. Perdemi de...


Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma... Kimden kime gittiği belli olmayan bir yardımlaşma kampanyası: Geri dönüşüme izin verin... Sloganı bu olan bir kampanya önerisi ile gittiğimde müşteriye, anlam veremedi duygular nasıl değiş tokuş olacak diye. Ona, yukarıda sözünü ettiğim çöpçü hikayesini anlattım, reklam filmini buna benzer bir senaryo üzerine kurgulayacaktık. Kadın sığınma evlerine ziyaretler yapılmasını teşvik edecek bu kampanyanın amacı, oradaki kadınların dertlerini dinleyerek hafifletirken, dinleyenlerin şefkat duygularını çoğaltmaktı. Kampanyaya katılım hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Sattığımız hüzündü, dramdı, yürekti; bir alan çıkmadı. Herkes, kendi hüznünü satmak istiyordu, kendi dramından en kısa yoldan kurtulmak... Satıcısı çok, alıcısı yok bir kampanyaya atılan imzalar, daha altıncı ayını bulmadan rafa kaldırıldı.


Fazlayı toplamak için anı toplayıcısı olmak lazımdı, ya da ne bileyim, hüzün kolleksiyoncusu, en basitinden dinleyici olabilmek lazımdı, yürekli ve şefkatlı bir dinleyici... Bulunamadı... Ne yazık ki, elde kaldı bulduğumuz bütün hüzünler, eksi yirmisekiz derece şoklama depolarında, mevsim sonu indirimini bekliyorlar, koyu maviye dönüyor umutları beklerken. Oysa açık uçuk maviydi umutları... Açık, uçuk ve mavi. Alan olmadı!


Şubat 2009, Bursa


11 Haziran 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Sıkışmak



sen bir insan olsan
bir çıkış yolun da olmasa
yani sıkışıp kalsan,
yalanların, savaşların, ölümlerin arasında
sırf nefes alıbiliyorsun diye derin derin
mutlu olabilir misin
söyle bana



10 Haziran 2010

Aşk ve Sürgün

266/365, © Okan Akan



Seninle bir sahil kasabasının yağmurlarında ıslandık biz
Sandık ki güneş hiç göstermeyecek yüzünü
Öylesine lacivertti deniz, koyu ve sonsuz
Ve öylesine griydi gökyüzü, pürüzsüz ve derin
 
Şimdi kuruyorsa üstümüz başımız
Ve yüreğimiz
Ve hatta sevgimiz kuruyorsa, güneşin altında
Güneşin bir suçu yok sevgilim
Biz aşkı,
Büyüyen bir çam ağacının sürgünlerine yükledik
Uçuk yeşildi rengi
Ve güçlüydü kökleri
Yağmurlarla geldi
Yağmurlarla gidiyor şimdi
 
 

08 Haziran 2010

Özlemeye Dair

Sana dair birşeyler yazmak istedim, seni özlediğime dair. Onlarca kelime üşüştü beynime, bir o kadarı uçup gitti dilimin ucundan. Aklımın kıvrımlarını zorladım, raflarına baktım teker teker anıların, hislerime dair birşey yazabilmek için... Arşivlerimi karıştırdım ve not kağıtlarıma baktım, hani çalakalem yazılmış belki bir iki satır bulabilirim sana dair diye. Hislerime dair bir şey yazmak istedim bu sabah ve aklım, çıkarıp koydu önüme, benden önce kurulmuştu cümleler ve benden daha güzel anlatabilirlerdi belki sana hislerimi diye, onları yazmaya karar verdim buraya. Hani okursan sevgili, belki anlarsın sana dair neler hissettiğimi... 

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen

Şiir Oruç Aruoba'dan: Özlediğin Gidip Göremediğindir diyor şair... Yağmur yağıyor günlerdir, yollar kapalı, İstanbul'da okullar da... Ne zaman yenik düştük biz yağmura... Ne zaman kapandı yollar... 'Özlediğin gidip göremediğindir' diyor şair, ve ekliyor 'gene de, istemen', yağmura rağmen...

Ahmet Telli çalıyor o sırada kapımı, 'özletiyor bu çılgın sağanak seni, sırılsıklam özletiyor biliyor musun' diyor.  Yağmur yağıyor, aklım hep sende, zaten hiç çıkmıyorsun ki... Yağmasa da yağmur, aklım hep sende, yüreğim de öyle. Bir kuş çırpınışına yüklüyorum sevdamı, çırpıyor kanatlarını, çırpıyor ama uçamıyor, bilmiyorum niye, yağmur sağanak, bir saçak altına saklamışım yüreğimi, belki de ondandır cesaretlenip uçamayışım göklere, tir tir titriyor serçe bedenim, tir tir titriyor, ya yağmurlar hiç durmazsa diye. Cemal Süreya aralıyor kapımı,

Kırmızı bir kuştur soluğum
Kumral göklerinde saçlarının
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların
Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dörtnala sevişmek lazım.

Can Baba, dolgun sesiyle bağırıyor karşı masadan,

Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Bildik bütün dizeler dökülüyor birer birer, ne çaresiz bir sesleniş benimkisi, hani yetmiyor kelimeler, şairinde dediği gibi, kifayetsiz yani... Bak ne diyor Edip, 'dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti, sonra bütün bulutlar hep birden geçti, anılar, anılar belki hepsi bir kelime.' Yağmur! Yağmur yağıyor. Yağmur hiç durmadı sen gittiğinden beri ve ben tek kelimeyle, özledim, seni.





















Fotoğraf / rain rain rain

05 Haziran 2010

Tembel Cumartesi




cafe del mar-volume 9-11- trio mafu


Uzun zamandır ilk defa bir cumartesi çalışmıyorum, yapılacak işler listem boş ve ben sadece tembellik yapıp, öylece ayaklarımı uzatıp, belki bir film izleyip, çokça kitap okuyup, biraz gazeteleri karıştırıp, az biraz bloglara bakıp, öylece, tembel tembel bir cumartesi geçirecektim sözün ona... O kim? İnanın bilmiyorum... Sözümona, sözde yani, bir fentâzi (okunduğu gibi yazılır), bir güya hali...  Sözde kalışını şu saate kadar bizzat yaşayarak öğrendim.  (Saat 12 sularında yazılmaya başlandı da bu yazı...)

Sabah deliler öptü beni, gene her sabahki gibi; saat 6 ve benim gözler ferfecir. Dedim ki kendime, ulan kadın uyusana, ne işin var sabahın köründe. İşte o ölümcül soru ve aklıma o anda üşüşen düşünceler:

  • Annenin evinde çiçekler sulanacak. Görev başarı ile tamamlandı ama balkon kapısı açık mı unutuldu kuruntusu giderilsin diye, yarın bir daha eve uğranacak.

  • Pazara çıkılacak. Pazara çıkıldı, meyve ve salata alındı, özenildiği için enginar ve barbunya alındı, bir de şimdi onlar pişirilecek iyi mi?

  • Çerçeveciye fotoğraflar verilecek. Verilmedi, ve sanırım bir süre daha verilemeyecek.

  • Market alışverişi yapılacak. Yapıldı, yapılmasına ama liste evde unutulduğundan bir kere daha çıkılacak. Ha bu arada unutmadan, listedekilerden sadece birini alıp, elimde 5 torba eve dönüşümün mantıklı bir açıklamasın yapacak biri aranmaktadır, bilginize.

  • Renkliler yıkanacak. Yıkandı, asıldı, kurudular, toplandılar. Ütü için sıraya konuldular, lar ekinden de anlaşılacağı üzere pek çoklar...

  •  Beyazlar ütülenecek. Lazım oldukça ütülenme fikirlerine giderek ısınıyorum, nasıl olsa haftaya Ayşe geliyor.

  • Eczaneye uğranılacak ve ilaçlar alınacak. Uğranıldı, reçete unutulduğu için ilaçlar alındı, reçete için bir kere daha uğranılacak.

  • Balkonlar yıkanacak ki arka balkona çamaşırları asasın, ön balkonda oturup keyif yapasın. Günün en keyifli, en ıslak ve serin anlarıydı, gene olsa gene yaparım.

  • Kendi evinin çiçekleri çeşme suyuyla ve annenin orkidesi içme suyu ile sulunacak. Bol bol sulandı, sonra da yağmur yağdı.

  • Yardımcı aranacak, hem kendi evin hem de annenin evi için günler programlanacak. Bu konuda üstüme yok doğrusu.

  • Dün akşam, günbatımını ve gölün uykusunu çekemediğin için bugün bir posta daha hayıflanılacak. Bu konuda sayfalarca hayıflanabilirim, kendime çok kızdım çünkü. Öyle güzeldi ki... Gene gidilecek, bu sefer sevgili ile elde soğuk biralar, kulaklarda nağmeler, gün batırılıp, fotoğraflar çekilecek. Kim elini çabuk tutarsa o; akıp giden zamanda anı edebileştirecek.
Neyse ki öğlene kadar bütün işlerimi bitirdim de, tembellik edecek zamanı da kendime ayırmış oldum. Gazetelerde haberler malum, hızla değişen gündemi takip edebilen var mı bilmiyorum ama gazeteciler bile bu anlamda beter durumdalar, hayır tam yazılarını yayına hazırlıyorlar, pat! gündem değişiyor ve işin kötü yanı bir de 'eskiyor' yazı, bir gün içinde. Hatta neredeyse saatle ölçülür oldu gündem artık. (Bu konuda genç kalemlerden mussano'nun şu yazına bir göz atın derim. Analizler doğru, saptamalar yerinde...)

Bloglarda dolaşırken fark ettim ki, 'yeterki belden aşağı olsun herşey satar' klişesi hala çalışıyor. Şu yazımı hatırlatmak istedim size de. Ve altına düştüğüm açıklamayı da bir kez daha taşımak istedim buraya.


sevgili dostlar;

kabul etmek gerekiyor ki; başlık sattırıyor... başlık kadın olunca satışlar iki katı; seks, sevişme gibi mahreme kaçan kelimelerle süslenince neredeyse 10 katına çıkabiliyor... hal böyle olunca az önceki sevişmemin :) rüzgarı bugün kü ziyaretlerimi de olumlu yönde etkiliyor... istatistiksel olaraksa sonuçlar şöyle;

bugüne kadar ki tekil ziyaretçi ortalaması 94, sayfa dolaşım toplamındaki tıklanma sayısı 238...

ve dünkü sonuçlar...

tekil ziyaretçi sayısı 786, sayfa tıklanma sayısı 1250...

az önce seviştim de linkini verdiğim öyküme de nezaketen buraya kadar geldik bir göz atalım diyen sayısı; sıkı durun sadece 28 :)))

bu durumda derdimiz çok satmaksa yapacak bir şey yok, tarzımızı değiştireceğiz... ya da bildiğimiz yoldan vazgeçmeyecek ve içimizden geldiği gibi yazacağız ve azla yetineceğiz ne de olsa ne demişler: önemli olan ulaşmak istediğin hedef kitle ve ben kelimelerle sevişen ve yan komşunun sadece kelimelerini merak eden dostlarımla mutlu mesut yazın hayatıma devam edeyim diyorum...

hepinize sevgiler...
Bloglarda gezintim bitince, L koltuğuma uzanıp, Brida'yı okumaya devam ettim. Bitmek üzere... Paulo Coelho'nun kitaplarından en çok; Zahir ve Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım etkilemiştir beni. Bu kitabını okumayı düşününler olursa diye, kitap arkasından bir alıntıyı iliştirivereyim, bir parmak bal niyetine...
"Ruh-eşimi nasıl tanıyacağım?"
Wicca Brida'ya "riske girerek" dedi.
"Başarısızlık, hayal kırıklığı risklerini göze alacaksın, ama aşk arayışından hiç vazgeçmeyeceksin. Arayışına devam ettiğin sürece sonunda zafere ulaşacaksın."
Kitabıma ara verdiğimde, televizyon kanallarında dolaşıyordum ve film kanallarından birinde izlemediğim 1993 yapımı bir filme denk geldim, Kalifornia.  Film; katil kimdir sorusuna cevap arayan bir yol filmi aslında. Zaman zaman temposu düşse de, belli klişelerle donatılmış olsa da, belki de izlediğim zamanlamayla da alakalı hani güncel siyasetin içinde, katil, suçlu kavramları da kafamızın içini bu kadar işgal ederken, iyi bir seyirlik oldu benim için diyebilirim.

Filmin bitişinden bir beş dakika sonra tembellik modundan uyku moduna geçmek üzere olan bedenim, kapının ısrarlı, kararlı ve azimle çalınışına daha fazla direnemedi. Gelenler; Körler Derneğinden dergi satışı yapan iki kadındı. Onlara; bu tür kapıdan yardımlara sıcak bakmadığımı, inandığım ve bildiğim derneklere zaten yardım ettiğimi belirten cümlemi kurmuştum ki, bitmeden, arkalarını dönüp gitmeleri, bende bir güvensizlik yarattı ama balkonlara çıkıp da ne halt ediyorlar diye bakacak mecalimi, az önce uzandığım koltukta bıraktığımdan, çabalamadım ve hayatı kendi akışına bıraktım. Zaten oldum olası, şu kapıdan satış, bağış ve benzeri girişimlere mesafeli durmuşumdur.

Salona döndüm, gördüğüm rüyaya - yok o henüz rüya değildi, ama rüya zemini için güzel bir hayaldi - sonunu kaçırmadan ulaşayım istediğimden, hiç de üşenmeden uzanıverdim koltuğuma, açtım bir en yumuşağından jazz, nasıl da gidiyorum yavaş yavaş... Derken, kapı gene çaldı. Arkadaş, toplandınız da bütün mahalle Evren'e uyku yok eylemi mi yapıyorsunuz. Neyse, kalktım tabi gene, su tanıtıcısı... İstemem kardeşim, ben suyumdan memnunum, dedim mi demedim mi, pek emin değilim ama kapıyı açmamla kapatmamın bir an meselesi olduğunu anımsıyorum.

Kaçan uykumu kovalayan kuzular baktım çitlerden çokkkk uzaklaşmışlar, bari dedim kek yapayım. Bu nasıl bir ikame duygusudur, anlayan beri gelsin. Günlerdir aklımda havuçlu kek. Hazır vakit varken, aldım elime tarifi, girdim mutfağa. Yaklaşık bir saat sonra yapacağım balkon keyfine, havuçlu kekim hazır, hazır olmasına da, yağmur ha yağdı ha yağacak ve ben temizlediğim bal dök yala balkonum, pişmeye beş kala  kekim ve demlenmeye iki durak var çayımla, kalacağım gibi ortada. İnadım inat masayı iyice yaklaştırıyorum balkon camlarına ve yağmura karşı keyfimi katlıyorum, mis gibi havuçlu kekim, bergamut kokulu çayım ve hüzün efektli havamla...

Gün güzel, alabildiğine tembel geçti, 
az sonra açacağım buz gibi bira,
 yağmur sonrası sokak ve çimen kokusu
 ve mumlarım ve müziğimin ahengi ile
daha da tembelleşeceğim. 

Pazar İçin Mesaj İçerikli Dilek!

İnsanoğluyuz, hepimiz risklerimizi, inandığımız doğrular uğruna alıyoruz.
Kimimiz aşka inanıyoruz, kimimiz sevdaya.
Kimimiz müslümanız, kimimiz hristiyan.
Kimimiz yoksuluz, kimimiz fakir.
Kimimiz afrikalıyız, kimimiz amerikan.
Kimimiz karayız, kimimiz beyaz.
Kimimiz Çince konuşuyoruz, kimimiz unutulmaya yüz tutan bir dilde.
Hepimiz insan olduğumuz gerçeğini unutmadan yaşayabilsek keşke.
Yani ölünce, sonuçta bir avuç toprak, ya da kül olacağız değil mi?
Eğer biraz şanslıysak, belki yepyeni bir hayat olacağız biririn gözlerinde, ciğerinde, ya da yüreğinde...
İyi pazarlar dilerim hepinize,
Sevgiyle...



Fotoğraf / LayZ's

04 Haziran 2010

Kuyruklu Bir Yıldızın Peşine Takıldı Aşk




Yaşamın çıkmaz sokaklarında yürürken, bir kuyrukluyıldıza çarpmaktır aşk.
Söylendikçe bizim olan bir şarkıdır. Tene dağılan mıknatıstır, isteğin masalıdır.
Uzun bacaklı bir yaban hayvanıdır aşk. En derin kuyumuza düşen kemandır.
Dikey bir şiirdir bütün kuşları aynı anda havalandıran.
Aşk, yasemin kokan bahçeleri ve ateşböceklerini bir arada anımsamaktır.

Çocuk Kalmışlar Derneği'ne üyedir aşk. Kente kanadı kırık melekler yağdırır.
Aşk, ilkyardım çantası olmak, dalgakıran olmaktır.
Kırık camlara sevdiğinin adını yazmaktır iki kişinin bildiği bir dilde.
Aşk, sevenlerin yüzlerinde tahtlar devirir, saraylar yıkar.
Bilgisayarları eritir, oyuncak mağazaları için soygun planları yapar.
Aşk, Öpüşen Çiftleri Alkışlama Ekipleri kurdurur sevilenlere.
O, uzun saçlı bir yıldızdır, yüreğin içinde taranır.

Bilimle açıklanamaz aşk, şiirle açıklanabilir ancak...


Akgün Akova, Aşk ve Kuyrukluyıldız kitabının  arka kapak yazısıdır.
Fotoğraf

03 Haziran 2010

Bütün İş Yürekte



Demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı geride kalanlara...
Yıllar var ki ter içinde
Taşıdım ben bu yükü
Bıraktım acının alkışlarına...
3 haziran 63'ü...
Uy anam anam
Haziranda ölmek zor
der; Hasan Hüseyin Korkmazgil, şairin ardından...





TAHİR İLE ZÜHRE
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
yani yürekte

Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbuna keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Nazım Hikmet Ran ( 1902 - 1963 )


Küçücük bir çocuktum ilk duyduğumda mısralarını. Pazar mıydı ayrımına varamam ama babamla parktaydık. Güneşli bir gündü. Babam gökyüzüne baktı. "Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar" dedi. İçime işledi. Ne zaman bir sevda yaksa yüreğimi babamın sesi gelir kulağıma ve seslenir bana Nazım'ın yüreğinden:

"Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte,
yani yürekte..."



Ve 2010 yılında hâlâ...

Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne ve kapkara haykıran puntolarla
Bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor,
ağzı kulaklarında Amerikan Amirali 
Ameirka, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiziyiz, dedi Hikmet
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ"

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, yurt severseniz
ben  yurt haniyim, ben vatan hayiniyim.
Vatan çiftliklerinizde,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın
Fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
Vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
Vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödenekleriniz, maaşlarınızsa vatan,
Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
"Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor, hâlâ!" 



01 Haziran 2010

UZAK / LIK



Uzaklar
Yakınlaştıkça
Uzaklaşıyor

Derinlerde saklı
İroniye gülebilen var mı?




31 Mayıs 2010

Kaderde Varsa




insan inanamıyor kadere,
insan kadere inanmak istiyor oysa,
kaderde varsa ölmek, ölürüz elbet ama
kaderi olmamalı çalışıp da ekmek parasını kazanmaya çalışanın, ölmek!
kaderi olmamalı vatanını korumak için cepheye giden gençlerin, ölmek!
kaderi olmamalı yola çıkıp da kendinden uzaktakilere yardım elini uzatmaya çabalayanların, ölmek!
beyaz bayraklar çekilmeli gökyüzüne
böyle kadersiz
böyle hesapsız
ölümlerde
beyaz bayraklar yarıya çekilmeli
bugün
ve
kadersiz tüm ölümlerde




UYANIŞ

Esbjorn Svensson Trio /  Spam-Boo-Limbo


henüz yataktan bile çıkmamışız
bembeyaz çarşaflar

ve kocaman camlardan gözüken bahçede,
çalan müziğe eşlik eden kuş sesleri

ben sana uyanmışım
sen bana
gözlerimizde aşk
neden bu kadar geç kalmışız ki

öylece omzundayım
kolunu atmışsın ve hatta bir bacağını üzerime
tenin tenimde
uyanıyoruz yeni bir güne
 
mutluyuz,
belki de hiç olmadığımız kadar
ve özgürüz
kanatlanıp uçacak kadar
 
 
bazen insan kendi kanadını kendi kırar
ve küser kendine bile
ve bir sabah uyanır yeni bir güne
biraz daha büyüyerek
kendinden kaçmaktan vazgeçer
ve kendiyle barışarak
ve hatta affederek kendini
başlar yepyeni bir güne
 
 
 










sen büyütüyorsun beni
ve ben sırf bunun için bile
daha da çok sevebilirim seni
 
 

28 Mayıs 2010

KURULMUŞ CÜMLELER / 16



Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel



24 Mayıs 2010

NEDEN / NİYE / NEREYE



















Bir nedeni yok aslında, gitmek hep dillendirdiğim birşeydir benim.
Uzaklara gitmekse en büyük hayalim...
Niyelerim var kendime göre, belki biraz mola vermek aklıma, yüreğime, duygularıma...
Nereyenin cevabı hep, kendime olmuştur,
kendine yolculuklarımın beni huzurlu kılmasında mı saklıdır gizem,  acaba?

Dün akşam Genco Erkal'ın, Kerem Gibi - Nazım Hikmet'le 35 Yıl, oyunundan çıktığımızda, aklımdaki tek şey, ne kadar şanslı olduğumdu. Ben hep şanslı oldum hayatta; çocukken, genç kızken, ilk aşkımı yaşarken ve dostlarımla bir rakı masasında otururken, bir kasabanın terk edilmiş sokaklarında gezerken... Hep şanslıydım ben. Yaşadım ben, doya doya, elbet daha iyilerini ve güzellerini de yaşayanlar olmuştur ama, ben yaşadıklarımı hep çok sevdim: acılarımı, bende kalan tortularını, bana kattıklarını, benden aldıklarını, mutlu anlarımı... Neden bilmem öyle çok uzun yıllar yaşamayacakmışım gibi gelir bana. Belki de üniversitede, 40lı yaşların bana çok uzak duruşundan,  40a kadar dolu dolu yaşat beni, sonra sen ne istersen o olsun diyerek yaptığım anlaşmanın tesirindeyimdir hala.

Kelimeler rahat bırakmıyor bir dostun dediği gibi, kelimelerle bağlandıklarım ve bağladıklarım da... Yazmayı hep sevdim, çoğu zaman konuştuğumdan daha fazlasını yazarak anlattım. Yazmak; tutkuyla, uzak yollardan gelen sevdiğine kavuşmak gibi. Yazıyorum yani anlayacağınız, tek fark paylaşmıyorum yazdıklarımı, henüz. Ve bir gün yeniden paylaşmak istersem, bunun dünyamda olacağı kesin, bunu bilmenizi isterim.

Dünyam durmuş gibi gözükse de ben nefes almaya devam ediyorum, dolayısıyla, kapılarınızı her an çalabilirim.

Dostlukla uzanan elleriniz, kelimeleriniz ve yürekleriniz için hepinize teşekkür ederim.




13 Mayıs 2010

Dile Gelmeyen Veda





Onlarca veda cümlesini yazıp sildiğimde fark ettim ki;
-2006dan beri yaklaşık 800 yazı yazmışım-
yazdığım hiçbir yazımda bu kadar zorlanmadım.

Şimdi giderken,
söylenecek onca söz varken
ve edilecek bir o kadar teşekkür,
sadece hoşçakalın diyorum.

 O hoşçakala neler sığdırmış olduğumu
 hissedeceğinizi biliyorum.

Sevgiyle kalın...


Evren








23:46 Yağmur başladı...

Bu İlk Değil



Düşünceler kararınca, sisli bir gözaldanması ile bakıyorum dünyanın bana sunduklarına...
Bu aralar içimdeki kız çocuğu çıktı dışarı dolaşıyor sokaklarda, umrunda değil dünya... Yalnızlıktan delirdi zaar diyecek mahalledekiler... Delirdi de ne yaptığını bilmiyor. Aman öyle desinler, ne akıllı ne mükemmel, ne şahane diyeceklerine, deli desinler... Ama bilmeyecekler; delirmek hayata tutunmaktır tam ortasından, öyle sıkı, öyle sıkı tutunursun ki, parmakların ağrır, sonra kolların, yüreğine vurur ağrısı da delirirsin ağrıdan. Ama bu delilik hali, kusursuzluk halinden iyidir aslında.

Güneşle randevum var, anlayacağınız ben çıktım. Kendim gibi bir deli ile karşılaşma umudum var. Olmazsa, tanırım kendimi; çok sürmez dönüşüm. Düşünceler gene kararır zamanla ve ben gene dünyanın bana sunduklarını sisli bir gözyanılması ile görürüm ki; böyle olmasın istiyorum. Artık böyle olmasın.

Ama şimdilik çıktım ben...
________________________________________________

Beni tanımayana not: Umutla bakmaktan yorulur da insan son bir umut hadi der ya kendine... Bu bir hadi yazısı aslında...

Ve dostum, ben farklı olsun istemiyorum mu sanıyorsun. Yorulmadım mı? Kızgınlığın öfkeden değil biliyorum, hissettiğinden. İyiyim... Meraklanma...
 _________________________________

Geçen yıl bu zamanlarda yazmışım bu yazıyı... O gün gitme isteğimin çok farklı nedenleri olsa da, ben içim çok daraldığında, bir de çözümsüz kaldığımda, sanırım en çok da, doğrunun ne olduğunu bildiğim halde yanlış aslında yapmak istediğim olduğunda, bir yola çıkmak istiyorum plansızca, o anda oradan geçerken içimi ısıttığı için bir kasabada durmak istiyorum mesela, soluklanmak bir çay bahçesinde, düşünmek sonsuzca, yola düşmek sonra yeniden, gitmek, gitmek, gitmek istiyorum uzaklara, bilmediğim diyarlara.

_________________________________

Saklı bir vadiydi soluklandığımız, saklı kalmış duyguların ardında oynanan bir saklambaç oyununda, gelişi güzel günlük telaşlardı konuştuklarımız... İlk taşı kim attı hatırlamıyorum. Yankılanıp dönen sesti, ikinci kadehi içerken kulağımdaki çınlama.

İlk dubleyi ona içtim, onunla... Dilim konuşuyordu ama aklım ve yüreğim onunlaydı, o anda. Gözlerim... Gözlerimi hatırlamıyorum ama ona bakmıştır mutlaka. Yoksa, güzel kadınsın biliyor musun demezdi kimse bana.

_________________________________


AYRILIK ÜSTÜ İKİ DUBLE ARASI

İnsan en çok neye üzülüyor, diye sordu… Sanki cevabını kendisi daha önce hiç deneyimlememiş gibi.
Bu vazgeçişi benim iyiliğim için yapıyor olduğuna beni ikna edişine, dedim.
Dejavu gibi, dedi…
Dejavu gibi, dedim…
Dejavu serisine ekleyecek misin, dedi…
Her ayrılık, daha önce yaşadım duygusu yaratsa da, aşk gibidir, her seferinde ilk gibi gelir, dedim. kararımdaki kesinliği ifade edemediğiden olsa gerek, hayır, diye ekledim.

Kadehlerin birbirine çarpma sesi yankılandı saklı vadide. Bir nehir usul usul akıp gidiyordu gözyaşı gibi, gün geceyle oynaşıyordu akılla yürek gibi... Uzun bir sessizliğin ardından ilk taşı atan kimdi hatırlamıyorum. Yankılanıp dönen sesti, üçüncü kadehi içerken kulağımdaki çınlama.

_________________________________

Ahlak üzerine tartışıyoruz, siyasi depremin yankıları üzerinden, sanki tek derdimizmiş gibi sarılıyoruz konuya... Nasıl da hararetli, nasıl da günü unutturan bir konuşma... Susuyoruz, aniden, susuyoruz ve kahkahalarla gülmeye başlıyoruz. İnsanın acıdan saçmaladığı bir yerde miyiz, yoksa çok mu içtik de çenemize vurdu bilmiyoruz. Gülüyoruz, kahkahalarla gülüyoruz.... Sonra ben ani bir dönüşle, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Ses büyüyerek dönüyor karşı dağlardan... Saklı vadide bir kadın, gecenin bir yarısı, ağlıyor diye, susuyor bütün kuşlar, akmıyor dere. Duruyor zaman. Uzun bir sessizliğin ardından ilk taşı atanın kim olduğunu inan hiç hatırlamıyorum. Ama yankılanıp dönen sesin, ben de, olduğunu duyuyorum. Hesabı isteyip, kalkıyoruz. Eve gelip de yatağıma uzandığımda, uykuya dalıyorum sessizce, onun da benle uyuduğunu bilerek.

 _________________________________

Şimdilik çıktım ben...