09 Temmuz 2010

Aşka Dair - 4

Bir yatak odası gelsin gözünüzün önüne. Sallanan bir koltuk. Hakim renkler; şeker pembe, krem, eflatun ve lila... Odada iki tane yerden aydınlatma. Duvarda tablolar. İki küçük halı, yatağın yanlarında, yerler ahşap parke. Kadın, uzanmış yatağa, yerden aydınlatmanın bir tanesi açık sadece, kendisine uzakta olan. Bir kaç kutu var karşı köşede, balkon kapısının hemen yanında. Belli ki anıların yükü o kapakların altında. Müzik çalıyor fonda: Vocal Jazz... Gece uzun, gece yalnız, gece karşılıksız.

Şimdi de sokak aralarında dolaşan kadını getirin gözünüzün önüne. Bilmediği sokaklarda meraklı ama ürkek dolaşan bir ev kedisini hayal edin. Kadın, kırık bir aşkın köprülerini yakmış bir kaç gün önce, öylece herşeyini geride bırakmış bir hayat yolcusu. Dolaşıyor; kelimeler, çeşit çeşit duygular arasında gecenin karanlığında. Derken, bir adam omuz atıyor ta yüreğine. Kadın sarsılıyor gece gece. Hiç bilmediği o sokağın daha başında anlıyor, o sokağın onu çağırdığını. Korkuyor ama devam ediyor ileriye, sonra bir patika buluyor, patikanın sonu bir bahçeye açılıyor. Kadın hala yatakta, bahçedeki mürdüm eriklerine bakıyor, yüzünde bir gülümseme. Bahçede masalar, üzerinde az önceki mangal partisinden arta kalan kahkahalar. Eline alıyor bir tanesini, gülüyor ölesiye... Sonra devam ediyor, denizin kokusuna doğru... Kadın, hala yatakda.

Şimdi, denizi getirin gözünüzün önüne. Dalgalar normal bir insan boyunu aşıyor, hırçın bir deniz, koyu lacivert gecenin karanlığında ürkütücü hatta. Kadın, dalgalara kaptırıyor duygularını, şahlanıp çoşuyor deniz; köpük köpük. Kadın, heyecanlarını kumsala bırakıyor, kendi elleriyle. Denizin dalgası gelip de götürmezse izleri, adamın onu takip edeceğini umuyor. Adam geceden bahçeye bırakılmış bir tebessümün izinde bir dedektif gibi ilerliyor. Yolu sahile çıkıyor. Kumsaldaki iz, onu alıp kadına götürüyor. Kadın sabah uyandığında posta kutusunda bir mektup, iki satır buluyor:

illa bir ayrım söz konusu olacaksa, kulaktaki ses olmak daha değerli sanki...





Adam, kadının onun kulağına fısıldayacağı şarkıyı henüz bilmiyor. Kadın, mektuba gecikmeden cevap yazıyor:

illa bir iz kalacaksa yürekte kalmalı, en derini o olmaz mıydı?
öyle bir ses ve tat olmalı ki hatırladıkça yürekte bir çarpıntı başlamalı...
hatta düşündüm de ses ve tat yetmez, aşk; 5 duyuya da hitap etmeli ki, aşk olsun...
damakta tat, tende iz, kulakta ses, gözde fer, içte his...
Anlatıcı, yüreğinin kapılarını araladığında, o şarkıyı da mırıldanmaya başlıyor. Masadaki diğer kadınların şaşkınlıkları bulutlara değiyor. Kadın şarkısını bitirince, zaman kaldığı yerden devam ediyor. Kadın bir şarkı boyu; gözleri kapalı , az önceki tabloyu resmediyor: Kadını, adamı, sokağı, bahçeyi, mangalı, masayı, denizi, dalgayı, kumsalı ve izleri...

Soru işaretinin ucu bu sefer kadınların yüreğine değiyor: Bu hikaye gerçek olabilir mi? 


Devamı da yazılacak...

Aşka Dair - 3

Dinleyiciler sabırsız, anlatıcı az önceki hikayenin ağırlığından sıyrılmış ama temkinli... Beklentisi yüksek dinleyici, ikinci anlatacağı hikayeyi kısa ve heyecansız bulabilir miydi? Ne de olsa, dinleyicinin kıyaslayacağı, on yıl ile on gündü. Anlatıcı, derin bir nefes aldı, dinleyiciler de biralarından birer büyük yudum. Anlatıcı başladı söze: Uzaklıklar da aşka dair. Gözlerine bir gülümseme yayıldı. Parladı cildi, canlandı sesi. İkinci hikaye sözlerden başlayacak ve gözlerde bitecekti. Sesi, fısıltının bir ton üzerindeydi...

"o trende diyor... karşılaşmasaydık diyor... diyor... diyor!.. iki damla yaş yerinde duramıyor ... eski kente bir kaçış, bir hayata dokunuyor... bir hayat hayata akıyor, on evvel zaman önce..."

Bu cümlelerle bitirmişti yazısını, ilk kez o yazısından sonra döküldü kelimelerim, akıp gitti o gece zaman. Saatler saatleri kovaladı. Bıraktığı izleri rastgele okuyordum ve kendimi kaçınılmaz bir biçimde ona yakın hissediyordum. Nasıl da hayranlıkla tanıma isteği doğdu içimde. Adam belki ki, bir aile babası, sevecen, samimi ve yürekli... Onun da dediği gibi, bir hayat belli ki, bir hayata akıyordu, orada, o anda, o kelimelerle... Zamanı şimdiydi.

Anlatıcı bir ara, biliyorsunuz değil mi, bir adamın çocuklarını büyütmesi ne değerlidir, dedi. Biri; iki çocuk sahibiydi ve hala evdeydi, diğerinin ise tek çocuğu vardı ve babası oğlunu yılda bir kez görüyordu - o da hepi topu 10 gün- çocuk olduktan iki yıl sonra boşanmışlardı.  Zaten çocuk büyüdükçe de, bu konuda artık kendi kararını kendi almak istiyor ve babasını görmeyi reddediyordu.   Kadınlar, kendi dünyalarına dönüp, derin soluklar aldılar. Anlatıcı onlara bir süre izin verdi. Biralardan birer yudum daha alındı, derinleşen sessizliği bozan,  böyle bir baba özlemini başları ile onaylayan kadınlardan biri oldu. Sen böyle anlatınca, böyle bir adamın varlığına inanmaya yüreğimi yeşertiyorsun biliyor musun, dedi. Anlatıcı, kadının omzuna dokundu, o elin yüreğe kadar gideceğini biliyordu. Bir damla gözyaşı olup aktı duygu. Masa sustu. Üstelik anlatıcı, adamın iyi bir sevgili olacağına dair bir öngörüsünü de bir kaç alıntı ile onlara da aktarmayı başarmıştı. Bu durum, masadaki herkesin "böyle bir adam var mıdır" sorusunun cevabını aramasına sebep olmuştu.

Sonra... Sonrası bir mucize gibiydi.

Anlatıcı, anlatmıyor, yaşıyor gibiydi. Söylediği her bir kelime, kanatlanıp kelebek oluyordu, uçuç böceği, sonra bir ortanca, bir gelincik, bir çocuk sesi, bir şarkı... Her bir kelime, bildiğin yaşıyordu, öyle yoğun, öyle duyguluydu.




Aralarında, ritmi sürekli gelişen diyalogları tek tek anlatırken, aklına bir geceleri geldi, biraz muzip biraz oyun biraz gerçek biraz düş bir an.

gecenin bu saatinde şarap olmak istedim ya da notaları elle çalınan bir şarkı...
karar veremedim...
hangisinin izi daha kalıcı olur bilemedim :)
damaktaki tat mı, kulaktaki ses mi daha derindir acaba?

Kadınlar; eee...  ne cevap verdi, diye heyecanla sordular, gözlerindeki soru işaretlerinin ucu, anlatıcının yüreğine kadar değdi. Anlatıcının yüzünde bir gülümseme, nasıl da keyifli; durdurdu zamanı o karede. O geceye gitti. O duygulara, o duyguların saflığına, içtenliğine, çıkarsızlığına, beklentisizliğine... Bir an'ın kendilerinde yarattığı duyguları paylaşmanın ötesine geçmeyen o saatlere, kelimelere... Açtı yürek kapılarını, içinde ne varsa aksın istedi o gece.




Yazılmaya devam ediyor...

08 Temmuz 2010

Aşka Dair - 2




Bugüne kadar ödenmiş en yüksek bedelle sahip olunabilecek bir tablodur aşk, ve söyleyin der anlatıcı: Böyle bir tablo kaç el değiştirebilir. Uzaktan bakarsınız sadece, eğer o da biraz şanslıysanız sergilendiği yürek açarsa kapılarını size... Ve bu paha biçilmez tabloyu ancak, sahiplerinin izlerinden ayırt edebilirsiniz. Derindir çizgileri ve renkler, gidiyordur bir uçtan bir diğer uca renk paletinde ne kadar renk varsa, ve her bir renk değmelidir yürek uçlarıyla yaşanan anların üzerine. Bir kelebek olmalıdır krem rengi üzeri mavi benekli, bir rüzgar gri, bir kıyı yeşil, bir liman mavi, bir fırtına koyu, bir gökgürültüsü şimşek kırmızı, bir frezya beyaz, bir kır çiçeği mor ve güneş olmalıdır turuncu ve bir tarlada gelincik; yabani ve kırmızı ve lila olmalıdır lisiyantus ve nehir olmalıdır saydam ve su olmalıdır duru ve ortanca top top, ve gökkuşağı olmalıdır her renk ve siyah olmalıdır ayrılık. Doyumsuz bir karmaşanın içindeki dinginlikse hissettiğiniz, işte budur  aşk.



Tablolar / Monet / Google İmages


Devamı Yazılıyor...



07 Temmuz 2010

Aşka Dair - 1


Üç kadın balkonda oturuyor... Biri hikaye anlatıcısı, insanı, insana, insanca anlatma telaşıyla aktarıyor yaşanmış olanı, yaşananı, yaşanacak olanı.  Geçmiş zaman aşklarının kapıları aralanıyor sohbetin en koyu yerinde. Geçmiş zaman aşkı dediysek, hepi topu iki tane. Anlatıcı durur mu alıyor sazı eline.  Üç kadından biri yönetici, biri doktor biri de, dedik ya hikaye anlatıcısı, onun işi bu.

Gözlerden başlıyor ilk hikaye, sözlerle son bulacak. Bir varmış... Bir yokmuş ağzından dökülmüyor. Bir adam, bir de kadın varmış. Adamla kadın göz göze gelmiş. 

İlk hikaye on yıl süren bir aşk hikayesi; miş'li geçmiş zamanın içinde yoğuruyor anlatıcı hikayesini,  yer yer durup, düşünüyor: Sanki gözünün önünde bir sahne, olup biteni, perdesi aralık kalmış kulis kapısından görebildiği kadarıyla aktarıyor gibi. Saatler, tik tak, tik tak işliyor kendi ritminde. Yelkovanla akrep, el ele tutuşup yağmurda dönerek zıplayan çocuklar gibi şen, dönüyor da dönüyor. Tam 34 dakika 24 saniye boyunca anlatıcı susmuyor. Kadınlar kah ağlıyor, kah gülüyor, kah susuyor, kah  ağızları bir karış açık şaşkınlıkları donuyor. Gözyaşları, pınarlarından az sonra akmaya hazır beklerken, kadın tempoyu aniden yavaşlatıyor, sonra hızlandırıyor... Kelimeler, anlar, heyecanlar havada uçuç böcekleri gibi, oradan oraya konuyor, yavaş yavaş yürüyor. Dinleyicilerin pınarları istemsizce akıyor, doluyor, boşalıyor, sonra tekrar doluyor, duruyor; yerini bir tebessüme bırakıyor, bazen sonu gelmez bir kahkahaya, sonra yeniden akıyor, oluk oluk, peçeteler yetmiyor, rimeller yanaklarda bir yol olup uzuyor. Anlatıcının sesi iniyor. Anlatıcının sesi yükseliyor. Anlatıcı dekorcu oluyor; mumlar sahne ışığı, bir ara sahne amiri ve bir ara kostüm sorumlusu. Son provada müzikler canlı çalınıyor. Oyunu yazan, oynayan, yöneten hep o. Anlatıcı, perdenin kapanmasına yakın, bir suflör gibi fısıldıyor: Ayrılıklar da aşka dair.

Bir ara veriyor kadın, içkiler tazeleniyor. Masada küçük parçalara bölünmüş incir, beyaz küçük kapaklı bir porselende duruyor. Kavrulmamış taze bademler ve ceviz içleri, sapları çıkartılmış kirazlar biraz buzlukta bekletilmiş; sıcağa çıkınca terlemiş hallerinden belli ve kabuğu soyulmuş ve küçük küçük dilimlenmiş kayısılar üzerlerinde minik kokteyl çatalları ile ince uzun beyaz porselen bir tepsi içine dizilmiş; kavuniçi, yeşil ve sarı desenli üç ayrı çukur porselende sunulmuşlar her zamanki gibi özenle hazırlanmışlar belli. Koyu lacivert, el yapımı, cam çanakta ise kavrulmamış fındık var. Masa öyle zengin değil, biralar buz gibi, güneş az önce uğrayıp geçtiği balkondaki yeşillere şifa olmuş, canlı ve parlaklar. Toprak, konuklar gelmeden önce aldığı suyla kokusunu salmış balkonun dört bir yanına. Masa, oval ve tam üç kişilik. Anlatıcı ortada, kadınlar sağlı sollu tutmuşlar hayatın uçlarını. Hayat, az sonra masaya dökülen kelimelerde yeniden can bulacak, fıstık yeşili masa örtüsü, anlatıcının her bir kelimesi, vurgusu ile daha da canlanacak. Dinleyicinin her bir gözyaşı, her bir kahkahası ile yaşam elle tutulamaz, görülemez ama hissedilebilir... Gece ilerledikçe bir tablo gibi hayranlıkla seyredilen bir nesneye dönüşecek yaşananlar. Ne tezatlık!



Devamı Yazılıyor...



06 Temmuz 2010

DİÇ / Uzun İnce Bir Yoldayım



 
Haberdarsınız mutlaka ama, ben kendime de bir ödev olması için koymak istedim dünyama...
İnsanların; inandıkları, savundukları ve sahip çıktıkları adına attıkları somut adımları kendime bir anlamda ayna gibi tutmak istedim.

Ben bu türküyü de çok severim...
Daha önce de, Divane Aşıklar'ı çalmışlardı ki,
onun yeri bambaşkadır yüreğimde...


Şimdi bir kere de siz DOĞA İÇİN ÇALın derim...
İnanın pişman olmayacaksınız...




Doga icin Cal 2 / Uzun ince bir yoldayim 

Şair Olup Yazasım Var (dı)






Kırlara yayılasım var, denizlere bakasım uzun uzunnn...
Aşkı koklayasım var,
Havada uçuşurken kelebeklerim,
Öyle şair olup yazasım var

Hani cansever böler ya sevdiğini günlere

İşte öyle;

Seni günlere böldüm, seni aylara
Daha yıllara, yüzyıllara böleceğim
Ve her zaman söyleyeceğim ki beni anla

Yüreğim oncalarca yangınların küllerinden yeniden doğdu
Ama eskitildi, yıpratıldı, minesi çatlamış bir diş gibi
Var,  var ama biraz kırık senin de bildiğin gibi.

Böyle eskitilmiş de olsa bu kalbi
Minesi çatlamış bir diş gibi durduracağım karşısında




Sana bir aşk şiiri yazmak isterdim bugün, uzandığım kırlarda
Ama bilirsin;

Şiirler söylenir, şiirler biter
Biz bu sevdayı neresine sakladıktı sen ona bak da
Kahverengi avuçlarına mı gözlerinin
Tam oradan mı kahverengi yağan bir aydınlığa.


Avuç içlerimin terinde, akıyor bir kahverengi gözyaşı
Oysa ben bugün kapımı açıp çıkacaktım dışarı
Atacaktım kendimi sonsuz yeşile
Bırakacaktım içimi derin maviliklere
Sonra, sonrası yok işte,
Oturdum kaldım bu kanepede
Bekliyorum
Gelişini

Bütün günler yenileşir her bekleyişte
Ve bütün dünler, bütün geçmişler
Kapını açarsın ki bir de, hiç kimseler yok
Çaresiz, benim sana gelişim de hep böyle.





En fenası da ne biliyor musun
Bir aşk şiiri yazacaktım ben sana
Dün akşam da niyetim buydu aslında
Oturdum balkona aldım elime kalemi
O bulut geçmeseydi
ve o yıldız tek başına
pürüssüz bir mücevher gibi
ışıl ışıl
parlamasaydı.
Bir aşk şiiri yazacaktım ben sana
Öylesine şair olup yazasım vardı ki
N'olur beni anla!

Dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti
Sonra bütün bulutlar hep birden geçti
Anılar, anılar, belki hepsi bir kelime






Fotoğraflar / DeviantART
Şiir / Edip Cansever - Seni Günlere Böldüm



04 Temmuz 2010

Akşam Vakti Balkon Keyfi

Balkonda oturuyorum gecenin karanlığı çökeli epey oldu, akşamüstünün çocuk cıvıltıları seyrek ama hala enerjik... Bu akşam hava, günün; yoğun, basık ve sıcak oluşuyla dalga geçercesine serin esiyor. Hani neredeyse insan omuzlarına bir şey alma ihtiyacı hissediyor. Gecenin sessizliğine karışan çekirdek çıtlamaları, bir genç kızın bir oğlana kur yapan gülüşü ile bölünüyor. Yürüyüşten dönen Ahmet Amca, Şükriye Teyzeye oğlanla ilgili tembihlerini bildiriyor ki, akşam oğlan eve gelince kötü olan ana olsun oğulla... O sırada telefonum çalıyor, sevgili, yeni bir albümümüz oldu, onu dinliyorum şimdi diyor. Sesindeki heyecanı seviyorum, beni bu halleri hep gülümsetiyor, hani afacan bir çocuğun, o muzip gülümsemesine eşlik eden zekasının aynası pırıl pırıl bakışları vardır ya, işte o haliyle geliyor gözümün önüne adamın yüzü, gözü, dudakları... herşeyi!

Telefonu kapatıp kaldığım yerden devam ediyorum okumaya.  Az sonra, okumaktan yorgun düşmüş gözlerim uyarıyor beni: hevesimi, yarın ve sonraki akşamlara saklıyorum ve kaldığım yere bir işaret koyup, kendi dünyama yol alıyorum; bu akşamı kendime not almalı, sizin aklınıza da karpuz kabuğunu düşürmeliyim. O blogu kapatırken bile yüreğim hala o yolculuğun kilometrelerinde, herbir pedalın dönüşünü okuyabilmek istiyorum. Bir adamın kendi düşünün peşinden gidişine yol arkadaşlığı ettiğimi sanıyorum. Bu sanma hali bile yetiyor bana, heyecanlanıyorum. Çocukluğumdan beri, farklı kültürleri ve ülkeleri ve orada yaşayan insanı tanımayı istemiş ama ne böylesine bir yolculuğa çıkacak cesareti, ne fiziksel gücü ne de inancı bulabilmişimdir. Bu nedenle, ne zaman bir gezginin not defterine çıksa yolum, uzar giderim o yolda ben, kendi heyecanlarımın resmi gibidir her detay; belki de hiç göremeyeceğim vadilerde uyanır, çağıl çağıl akan derelerinden su içerim, konuşamadığım insanlarla göz göze gelir ve gülümserim... Bir gezginin yüreğinden kalemine dökülen kelimelerle ben de benzer bir rotayı kendi yüreğimce çizerim.




İmrenerek ve hayranlıkla izlerim ben düşünün peşine düşmüş insanları. Yeni bir etiket koyma zamanı belki dünyama, imrendiğim, hayranlıkla dinlediğim, izlediğim insanları taşımalıyım ben dünyama; mutlaka imrendiklerimin tadı kalmalı bu dünyada: Umudumu besledikleri için, en çok da insanın isterse başarabileceğinin resmi oldukları için. Ve belki de en önemlisi, kendilerine bu kadar inandıkları için. Vaktiniz olursa, çok da anlamlı bir amacı kendine yol etmiş genç bir gezgin olan Gürkan'nın, Japonya yolcuğunu etap etap okuyun derim. Ben henüz Gürcistan'a kadar gelebildim, o da 16 Haziran'da Özbekistan  sınırından sonra yazı girememiş. Heyecanla devam eden bir roman gibi, ya da ben gerçek yaşamı okumayı da, seyretmeyi de daha çok seviyorum, o nedenle de bu yolcuyu size tavsiye ediyorum ve sizi onun kelimeleri ile başbaşa bırakıyorum.

Bu tura çıkmadan önce amaçlarım belliydi. Şehirlerde daha çok bisikletli görmek, Asyayı bisikletle keşfetmek, bir çok yeni insan, yeni yer görmek, kendi kültürümü onlara anlatmak arkadaşlıklar kurmak, kendi yaşam alanımı genişletmek ve yeni tecrübeler edinmek. Bir tane daha eklendi, bana inanmayanları hayal kırıklığına uğratmak.

Üçü Bir Arada





Ne zaman normalleşti, evli bir adamın sevgilisinden bebek beklemesi.
Ne zaman!

Fotoğraf için buraya
Haber için şuraya, bakıverin.


Bir de tavsiye ederim yandaki listeye şöyle bir göz atıp, zaman ayırıp dinleyin.
Güzel bir pazar geçirmenize vesile olur belki.
Bugünlerde bu müziklerin tınısı dolanıyor içimde.



03 Temmuz 2010

İşte O An / Bir Konser Üzerine




lara fabian - adagio



Mucize günler öncesinde, biraz meraklı biraz da telaşlı bir 'iyi ol' cümlesi ile başladı. 'nasıl düzelecek bir bilsem' diye geldi karşılığı. 'dilerim zaman çabuk geçer ve çözülür herşey' temennisi miydi bilmem aklına; 'gitmek istersen davetiyelerimi sana ulaştırabilirim' cümlesini getiren ve benim de büyük bir heyecanla bu teklifi kabul etmem.

Onu kelimelerinden tanıyorum sadece; o bekriya benim için, pilli, herşeyin öylece ortada bırakılıp dağınık kalmasının müsebbibi. Dağınıktı yazıları, 'Dağılmış onca şeyden geriye kalan bir tek yazılar, bırak dağınık kalsın o halde !!!' diyordu, dağınık olmayı kelimelerden kendi dünyasına ne ara taşıdığı ise hiç anlaşılamıyordu. Bilmem; belki de bu nedenle dağılıp duruyordu son günlerde yüreği ve yüreğinin sesini dinleyen kendisi... Belli ki mottosunu değiştirmeliydi. O nedenle 'iyi ol' demiştim ona, ve 'iyi davran kendine'. O unutulmaz bir akşamın, bir ömür boyu unutulmayacak bir yüreğin sahibiydi ve dün akşam kendinden öte birini mutlu etmeyi tercih etti.

Bu mailleşme trafiğinden sonra, üç günlük raporun ardından kendimi işe kaptırmış ve dünyevi zevkleri unutmuştum bile. Toplantının orta yerinde, kapısı çalındı odamın. 'Sarı tişörtlü kargo adam' giriverdi içeri, elindeki zarf ile. Herkes şaşkın bakarken, gülümseyen bir tek ben, haliyle bana doğru uzatıverdi imza formunu. Nasıl da heyecan sarmıştı birden bire dört yanımı. Toplantı biter bitmez baktım biletlerime. Kiminle gitmeliydim ki bu konsere...

Konser günü gelip çattığında, bir gün öncesinden belli dozlarla alınmış Lara Fabian müzikleri, ruhuma işlemeye devam ederken ince ince, abimi götürmek geldi aklıma. Gerek çapraz bağ ameliyatına bağlı sakatlığı gerekse istediği gibi gitmeyen aşk hayatına ilaç gibi geleceğinden emindim ki, zaten aynen de dediğim gibi oldu.

Yerimiz güzeldi, sağdan soldan sürekli tanıdık yüzler ve sesler geçiyordu. Selamlaşmalar havada uçuşuyordu. Bir ara, bizi tanıyan bir abimiz, protokolde boş kalan yere geçmemizi söyledi. Önce bir tereddüt ettiysek de, ikinci sıranın tam ortasındaki boş üç koltuğu görünce, teşekkür edip geçiverdik en öne. Gökyüzü, kuşların göç yoluydu, yoğunlaşan seslerine kafamı kaldırınca gördüm onu: İşte gene oradaydı. Ben hep buradayım diyen haliyle, ışıl ışıl tek başına parlıyordu.  O arada aradım işte, tam zamanıydı; sesini duymak bile yetmişti, bu konser yine de onunla dinlenecekti.

Hava karardığında ve ışıklar söndüğünde, yumuşacık bir ses duyuldu biraz uzaktan. Saygıyla selamlayıp seyircisini, intronun hemen ardından söylemeye başladı ilk sarsıcı sözlerini... Duru bir güzellik, abartısız bir kıyafet, saç ve makyajı ile gülümseyen gözleri, şarkıyı söyler gibi değil de anlatır gibiydi bir sese ait  en usul tonda. Konserin ortasına doğru üç kadından söz etti; onu etkileyen, bugün burada olmasını onlara borçlu olduğunu söylediği üç kadından.. Her parçadan önce, onlara adanmış onlarca kelimeye sığdırmaya çalıştı hayranlığını. Diana Ross şarkısını, Bette Midler'in bir şarkısı ile devam ettirdi. Ve son olarak City of Angels film müziğinden bir şarkı ile konserine devam etti. Ben kadın yorumcuları seviyorum dedi, aslında kadınları seviyorum, cesaretli oluşlarını, yüreklerini; hem kim sevmez ki dedi. Ortada boy bir leğen büyüklüğündeki çinko kap içine doldurulmuş suda çalınan ahşaptan bir salata kabına eşlik eden gitarı, onların çıkarttığı sesleri hayranlıkla seven bir tonda söyledi sondan bir önceki şarkısını ve bis için geri geldiğinde, piyanoya eşlik etti gürleyen sesi: Üstelik, Kanadalı bir şarkıcının bestesini yorumlamaya çalışıyorum diyecek kadar da mütevaziydi.

Bütün konseri yüzümde bir tebessümle seyrederken, yüreğimdeki adamın bu konser üzerine yazacağı yazının ne kadar muhteşem olabileceğini düşündüm. Sahneyi tarifle başlardı cümlelerine, sahnenin tam ortasında duran koyu kırmızı iki kişilik koltuk ve üç şamdanın yarattığı o romantizm duygusunu dökerdi kelimelere. Sadece bir piyano, bir gitar ve vurmalılardan oluşan, o dev orkestraya mutlaka bir methiye düzerdi en içtenlikli cümlelerle. Ve Lara'ya, ve an'a, ve o gökyüzündeki yıldız'a, ve kuşlar'a, ve kimbilir evren'e dair ne güzel duyguları yoğururdu yüreğinde de dönüştürüverirdi an'ı, düş bir gecede geçen gerçek bir hikayeye. Mutlaka, Lara'nın ilk sahneye çıktığında miktofon ayağını, bir el hareketiyle bulunduğu yerden iki adım öteye taşıyışını yakalar ve o anın, o elin zarafetini çizerdi size, üstelik sadece kelimelerle yapardı bunu. Biliyorum, benden güzel yazardı adam bu konseri, biliyorum, çünkü; kelimelerine aşık olmuştum ilk önce.  En basitinden, o mutlaka piyanoda kim var bilirdi. Ve şarkıların adlarını da... Sizi bilgilendirirken, öyle bir büyülenirdiniz ki, konseri dinlemiş kadar olurdunuz. Olurdunuz diyorum ve bu kadar eminim, çünkü; ben onun konser yazılarını ne zaman okusam, ya da bir opera yazısını mesela, akıp giderim o anların içinde. O anda, yani okurken ben onu, bilmem belki de çok sevdiğimden, duyarım yaylıların vurgusunu ve hissederim üflemelilerin uğultusunu ve korkutur vurmalıların çıkarttığı ses, eğer aniden yükseliverirse akıp giden zamanın orta yerinde, güm diye... O yüzden dedim ya, bütün konseri yüzümde bir tebessüm ile seyrederken yüreğimdeki adamın bu konser üzerine yazacağı yazının ne kadar muhteşem olabileceğini düşündüm, diye.

Je t'aime, B.
01:43


***

'güzel bir düş getirsin sana bu gece' temennisi ile bitti gece. Öyle oldu, düşümde gördüm onu. Büyük bahçesi olan büyük beyaz bir eve girerken, bilmem o beni fark etti mi, içimden taşan özlemimin koşarak ona sarıldığını hissetti mi... Sabah karşı camlara vuran güneşin turuncusunda, yüzümde bir gülümseme ile uyandım güne: düşüm gerçeğim olmuştu, bir kelebek olup dudağıma konmuştu. Güzeldi...

S. V. A. K.
06:27



01 Temmuz 2010

Bir Konserin Öncesi






 

Biliyorsun değil mi sevgili,
ne çok istedim kollarında ağlayarak je t'aime di(nle)yebilmeyi...






 


30 Haziran 2010

Ben Size Demedim mi?



Kanım bitlenince bugün, ezelden bir rahatsızlık durumu da olunca bünyenin, haliyle bugün de düşündü, ne yapsam ne yapsam da keyfimi katmerlesem diye, uzun uzun... Hal böyle olunca, güneşte gözüme gözüme vurunca, dedim bir limonata yapayım en buzlusundan, içeyim serin serin. Hazır iyileşmişim, kutlanması gerek bu durumun. Başladım limonata tariflerine bakmaya. Malzeme basit: En sarısından mis kokulu limonlar, ılık su, soğuk su, şeker ve tabi ki yeşil mi yeşil, taze mi taze mümkünse dalından henüz koparılmış bir avuç nane.

Limonatanın da tarifi mi olurmuş demeyin. Siz beni dinleyin, suya şeker katıp üzerine sıktığınız limonlu karışıma limonata demeyin. Bir kaç tarifi okuduktan sonra, döndüm gene kendi yoluma, bildiğimce yapacağım limonatamı: Önce kabuklarını rendeledim ince ince, ardından sıktım limonları ayrı bir kaba. Limon kabuklarına ekledim şekeri, benmari yöntemi ile ısıtıp; limon kabuğunun rengini, yağını, aromasını salmasını bekledim  bir süre. Beklemek bununla kalsa iyi, soğudu bu karışım önce, ben naneli  sevdiğim için ekledim ince ince doğranmış canım yeşili üzerine, ezdim, ezdim, ezdim bir iyice. Salınca nane de hem kokusunu hem de rengini, ekleyiverdim üzerine sıcaktan ılığa doğru yol almış suyumu. Karıştırdım şekerler eriyinceye dek, önce tülbent inceliğinde süzgeçimden geçirdim ki yapraklı yapraklı olmasın limanota cam bir kaba girince. Doldurdum camdan bir şişeye karışımı, ekledim üzerine soğutulmuş suyu, içine attım bir dal nane, koydum dolaba lezzetleri kaynaşsın diye birbirleriyle, içeyim dedim iki saat sonra, daha ilk yudumda budur dedim işte limonata!



29 Haziran 2010

Limon Gibi Bir Güne, Frambuazlı Muffin Pek Yakıştı Doğrusu


Şimdi ben evdeyim ya, hani dinleneyim diye. Ama gel gör bünye rahatsız, oturamıyor öyle boş boş ki dinlensin, yenilensin, enerji taşmaları yaşasın. Haliyle ne oluyor, kadın kısmısı, yani ben oluyorum, dolanıyorum, ne yapsam ne yapsam, ne yapsam da yattığım yerden kilo alsam. Sonra aklıma düşüyor, buzluktaki ahududular, ki namı diğer frambuazlar. Gün, bildiğiniz limon. Bazıları için yemek mümkün olsa da ki güzel geldiğindendir herhalde ben genellikle ekşi bir tat bulurum kendisinde, keklere, salatalara ve bazı soslara yakışsa da, güne yakışmıyor işte. İşte ben böyle dertli dertli otururken, ne olacak buzluktaki frambuazımın hazin bekleyişi diye düşünürken, aklıma geldi, Cafe Fernando'ya uğramak; maksat bakarak doymak. Allahım nasıl tariflerdir onlar ve nasıl fotoğraflar. Kısaca adam yetenekli, ben ise tembel. Yoksa bende de var yetenek, valla bak. İnanmazsın ama okumaya devam et. Neyse, dolanırken aklımda 'ne olacak bu frambuazlarımın hazin bekleyişi" cümlesi, karşıma çıkıyor bir tarif; hem güne uyuyor hem de aklımdaki frambuaza.  Alıyorum soluğu az kullanılmış, uzman elinden mutfağımda. Yanlış anlaşılmasın satılık değildir kendisi.


Bir elimde; Frambuazlı ve Limonlu Muffin... tarifi. Diğerinde ölçü ve karıştırma kaplarım. Bende bir seviyorum, evlenecem havası... Giriştim hemen işe, önce yumurtalar çıktı dolaptan ve diğer malzemeler masa üstüne dizildiler teker teker. Nasıl bir yeni gelin edasıyla kıvrılıyor o spatula elimde; ıslak malzemeler, kuru malzemelerle flört ederken, ah bir video çekenim olsa da şu yeteneğim görülse diyorum bir elim havada dans ederken. Dilimde bir şarkı, var mı benden iyisi... Aniden durup, hemen ciddiyete davet ediyorum kendimi. Bu iş ciddi; fotoğrafını gördüğünüz muffin, hasta bünyemin ilacı. Bir ilacım daha var ama kendisi şimdi uzakta. Hem o gelinceye kadar iyileşmek lazım değil mi?

Neyse efendim, şu yanda uzayıp giden fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, pişti de tadına bile bakıldı kendisinin. Annemin, özene bezene dağlardan topladığımız ahududularla yaptığı reçel de oldu yanına sos. Tavsiye olunur hem muffin, hem de reçel. Malzemesi az, yapımı kolay, otuz dakikada masada.

İnsan, Kendi Hayatının Yazarı...

Hastayım ya, evdeyim haliyle. Gün içinde ara ara televizyona bakıyorum, herhangi bir şey beni yorsun  istemiyorum. Başlığa taşıdığım cümleyi duyuyorum, Amerikada yayınlanan bir programın fısıltı tonunda sesle söylenenleri. Yaşam koçu, kendisi ile ilgili olumsuzlayan cümleleri sıklıkla tekrarlayan seyircisine, tavsiye niteliğinde yaptığı kısa bir konuşmanın içinde kullanıyor bu cümleyi. Televizyonu kapatıyorum. Sessizlik ve düşünce...

Kendi yazılarıma baktığımda, hüznün ağırlıklı bir yeri olduğunu söylememe gerek yok değil mi? Bu blogu okuyorsanız zaten biliyorsunuz ve hatta belki artık eskisi kadar sıklıkla okumuyorsanız yüksek bir ihtimal ki, artık bu hüzün denizlerinde kulaç atmaktan siz bile yoruldunuz.

Nedenleri, niyeleri üzerine yapılan bir düşünme egzersizi, bana bunları yazmamın içimde biriktirmeden atmak isteği ile açıklanabileceğini ispatladı sanki. Peki ya mutluluklar, hiç mi yoklar, dökülmüyorlar mı yoksa kelimelere, başka bir nedeni olabilir mi onları yürek ardına saklamanın.

Gene bir düşünce egzersizi: Aklıma sırasızca gelen durumlar, cümleler, yazılar, anlar... Birkaçını sizinle de paylaşayım istedim.

Bir arkadaşım, yıllar önce, neden mutlu bir evliliğin olduğu halde, o mutluluğu ön plana çıkartmıyorsun dediğimde, kıskananların olumsuz enerjileri ile uğraşmak istemiyorum da ondan demişti.

Hemen hatırıma gelen bir başka şeyse şu aşağıda okuyacağınız satırlar oldu; içimin acısını kustuğum kelimeler, karamsardı, umutsuzdu ve belli ki okuyana da bulaşıyordu.


Sevgilim Evrenim,
Siteni tekrar canlandirdigina sevindim.
Her zaman yadirgamissimdir çogunlukla kotu anilarini okurlarinla paylasmani...Sanki hayatinda hiç guzel anilar yokmus gibi. Allahtan ben oyle olmadigini biliyorum
Gülen güzel gözlüm.
Senin hayranın.

Serbest bir çağrışım, çoklukla sizi, sorunun asıl kaynağına ulaştırır. Neden neden tekniği gibi... Problem çözme teknikleriyle yaklaşmayız gündelik yaşamda sorularımıza ve sorunlarımıza. Oysa, ve büyük bir olasılıkla bunu yapıyor olsak, çorbada tuz yok diye ayrılıkla sonuçlanan pek çok ilişki daha sağlam, mutlu ve huzurlu devam ediyor olurdu, kanımca tabi.

Bak, gördünüz mü, enfeksiyona yenik düştü düşünce sistemim, planlı bir yazı yazma isteğim, kendini akan düşüncelere teslim etti ve akıp gidiyor, artık plansızca. Yazmaya devam edeyim bakayım, yolumu nereye çıkaracak bu kelimeler. Siz de okumaya azmaderseniz belki buluşabiliriz bu yazımın sonunda.



Haşmet Babaoğlu, Babam Benim yazısında der ki; (2006 tarihli bir yazı, bir yazımda uzun bir alıntı yapmışım, ama bugün o yazının sadece bir bölümünü taşıyacağım buraya)

Bilelim ki... İnsanı anlamak annelerimizi sevip anlamakla başlar.

Hayatı anlamanın yolu ise babalarımızı sevip anlamaktan geçer.
Bilelim ki...Annelerimiz bizi gerçekten seviyorsa biz de kendimizi seviyoruzdur...
Babalarımız bizi bağrına basıyorsa biz de başkalarını korkmadan kucaklayabiliyoruzdur...

Çocuk yetiştirmenin, hele de mutlu bir birey yetiştirmenin, anne ve babanın omuzlarına yüklediği sorumluluk hep ürkütmüştür beni. Dozu hep ayarlamak zorunda olan anne ve baba, ah ne büyük bir çelişki, çok sevsen olmaz, sevgiyi az sunsan, gene olmaz. Peki ya o doz kaçtığında... O doz kaçtığında ortaya çıkan  gedikleri, çocuğun erkenlikle başlayan farkındalıkları ve yaş ilerledikçe zamana, insan ilişkilerine, yaşama yansıyan kapatma telaşlarını; birazcık insan üzerine düşünen, gözlemleyen ve okuyan herkes görebilir aslında.
 
Bu konuda ahkam kesecek birikime sahip değilim, sadece kendimce hayatı gözlemlemeyi sevdiğimden, baktıklarımı gördüğümü düşünüyorum. Mutluluk üzerine neden daha az yazıyorumun cevaplarını ararken çıktığım yolculuğun duraklarında denk geldiğim ve yaşandığı anda beni mutlu etmiş, ama ben bunu dile getiremediğim için soru işareti kalmış olanlar varsa, içimden onlara teşekkür etmek istedim. İnanırım ki, insanlar artık birbirlerinden haber almasalar ve hatta hiç ama hiç gözleri değmese de artık birbirlerine, bir zaman diliminde, bir anı paylaşan yürekler, mutlaka hissederler birbirlerini. Ve ılıklaşır yürekleri, yürekten gelen bir teşekkürle, sevgiyle, özlemle...
 
Gene ne çok uzattım değil mi; ezcümle; gördüğünüz ve bildiğiniz üzere; sıklıkla umutsuz, karamsar ve acı kelimelerim. Sanırım bunu; "ben kendi hayatımı yaşıyorum, yazdığım hayatsa çoğunlukla içimde tutmak istemediklerim" cümlesi ile açıklayabilirim. Tabi bir de taşanlar var: Aşk... Bir meditasyon tekniğiydi sanırım, içimizdeki olumsuzlukları dışarı bırakıp, olumlu düşünceleri içeri almak. Yazmak benim için, açtığım bir pencere... Şimdi derin bir nefes; acılar dışarı; huzur, mutluluk ve aşk ise yüreğime... Taşarlarsa, elbet buluşur onlar da kelimelerimle...
 
 



Fotoğraf / Salvador Sabater

27 Haziran 2010

Sıcak Bir Çorba ya da...

Çocukluğumdan beri sıklıkla hastalanırım, alerjik bünyem, kronik kelebekli öksürüğüm, faranjit ve laranjite yatkınlığım 40 yıldır, gene mi hastalandın cümlesinin vazgeçilmez cümlelerimden biri olmasına neden olmuştur.   Hastalık dönemlerini, genellikle ayakta geçiririm. Ne de olsa, o sıklıkla gelip de sıcacık bir çorba yapacak olanı bulmak ve kendini naza çekmek gibi bir lüksü her daim bulamaz insan. 

Anam sağolsun, içine sinmez, söylemeden bilir hasta olduğumu, elinde bir tas çorbası kapımdadır her daim. En uzaklarda olduğu zamanlarda bile eksik etmez, sıcak bir çorba yapıp içseydin der ki, çorba kadar iyi gelir sesi. Bugün yattığım yerden düşündüm de, sımsıcak bir çorba kadar etkilidir, sımsıcak bir nasıl oldun... Elimden birşey gelmiyor deriz ya bazen, oysa bilmeyiz, elimizden gelmeyen sesimizden gelir.

Dilerim, sizler daha iyi bir pazar geçirmişsinizdir.




26 Haziran 2010

3 Nokta 1 Soru İşareti


Burn It Blue




Bir gülümseme yayılıyor yüzüme, basket sahasını görünce...
Aşk biraz da göze alıp üç sayılık bir atış yapmayı istemek değil mi?









Yürüyorum tek başına, biraz ürkek, biraz duraksar gibi...
Aşk biraz da korkmak değil mi?










Düşünüyorum sanarken, düş kurar buluyorum kendimi...
Aşk biraz da düşmek değil mi?











Kafamı kaldırıp  gökyüzüne bakıyorum, bulutlar pare pare...
Aşk biraz da yara almak değil mi?









Bir hatmigül çıkıyor yoluma...
Aşk biraz da şaşmak değil mi?









Penceresinde saksılar olan ev takılıyor gözüme...
Aşk biraz da farkına varmak değil mi?






Denizler geliyor gözümün önüne, hırçın ve dalgalı denizler...
Aşk biraz da durulmak değil mi?









Yağmur yağdı az önce...
Aşk biraz da teslim olup akıp gitmek değil mi?









Bir mutfak penceresinden duyuyorum çilek reçelinin kokusunu...
Aşk biraz da hasretlik değil mi?






Yanan mumların alevinde tir tir titriyor gece...
Aşk biraz da portakal rengi düşler kurmak değil mi?






Gece bir yıldızı nöbetçi kılmış kendine...
Aşk biraz da korumak değil mi?







Parlarken gözbebekleri insanın, nasıl da güzel oluyor...
Aşk biraz da parmak uçlarıyla gözyaşını silmek değil mi?








Duvarlar örüyor insan aklı, kendini korumak adına...
Aşk biraz da karanlık bir koridordan geçmek değil mi?









Işığı göremediği zamanları olur ya insanın...
Aşk biraz da elinden tutmak değil mi?






Kulağımda bir şarkı uykuya gebe gözlerim kapanıyor usul usul...
Aşk biraz da yitip gitmek değil mi?







Bazen ne kadar sonsuz mavi ve sonsuz yeşil baktığımız yerler...
Aşk biraz da bir çift yürek olabilmek değil mi?










Bir yılı geride bıraktık anlara yepyeni anlamlar yükleyerek...
Aşk çoğunlukla kahkahalarla gülebilmekti.
Güldük.
Seni seviyorum.


Fotoğraflar / photo.net



24 Haziran 2010

Devamı Olmayan Cümleler


sana haksızlık ediyorum farkındayım ve senin beni anlamanı beklemiyorum...

Böyle başlamışım cümleye... Devamı gelmemiş, yarım kalmış, niceleri gibi. Biraz daha geziniyorum, gönderilmemiş, sahibi belli, adresi artık belirsiz maillerime. Neden silmediğimi, niye silemediğimi bilmiyorum. Az sonra bir cümle öbeği ile karşılaşıyorum, biraz kırgın duruşlarında fark ediyorum bir sonbahar sabahı terk edilmişliklerini. Tarihe bakıyorum, eylül diyor ayı, yılının artık ne önemi var ki...

Yaşadığım travmaydı evet tam bir travma...
Uzun upuzun bir hikaye... Anlatmaya bile değmez aslında...

Gerek kendi yaşamımda, gerekse yakın çevremde sıklıkla tekrarlanan, mekanları, şehirleri, kahramanları değişse de, cümleleri değişmeyen bu durumun, nedenleri ve niyeleri üzerine düşündüğüm o geçmiş zamanların üzerine, şimdinin gözlüğü ile bakabilmek istiyorum. Kelimeleri, anları, insanları değil de, sadece bir durumun yarattığı o travmayı, bu denli içselleştirip, içinden çıkılmaz bir sokağa koşar adım gidişime nasıl engel olamadığımı bulmak istiyorum. Gözlerimin artık açık olan o çukurlarında, farkındalık var. Eskiden ne mi vardı? Bir eski sevgilinin dediği gibi, belki aşk, göz çukurlarına dolan boktu! Böyle söylediği için bile terk etmeliydim ben onu. Niye etmedin, derseniz: Belki de çok haklıydı.

Geçmişi düşünür dururken - belli ki bir yıl değil de sanki onlarca yıla sığdırılacak bir yoğunlukta yaşandığından - çok geçmiş gibi geliyor şimdi üstünden. Hani beşle çarpsan her şeyi, yerli yerine oturacak yaşananlar. Dönüp bakıyorum anlara, hatırladıklarım beni hep gülümseten ve yüreğimi aşkla dolduranlar, oysa yazdıklarım ve gönderemediklerimde hep bir hüzün var.
Ben seni geçmişinle hiç yargılamadım,
aksine geçmişine bu denli sahip çıkan bir adama saygı duydum,
hayran oldum
 ve tanışınca da aşık...

Anıların saklı olduğu, o zihnin bilinmez büyüklükteki kütüphanesi, bir kelimeden alıp nerelere götürüyor insanı. Girilmez denen kapıları, şifresi sadece  kendinde olan bir anahtarla açıp da hiç korkmadan ilerliyor, geçmişin; karanlık, kokulu ve silik sokaklarında. Ne gerek varsa...

Ama bir kere çıkınca yola, durmayı bilmeyen bir av köpeği gibi koşuyorum kokusunu aldığım hüznün peşinden, o dönemde av mı, avcı mı olduğumu bilmediğim sonsuz ormanda, ilerliyorum. Gece çökmek üzere, puslu, serin ve sessiz bir havaya büründü bulutlar, rüzgar çalılara çarparak çıkarttığı o hışırtıları, aya çarptırıyor ve yankısı kulağımı deliyor sanki. Ah o rüzgarlar, meltemken bir sevdayı fısıldayan, kasırgayken bir ayrılığı bağıran rüzgarlar.



söylenen ufacık şeylerden yüreği kıpırdayan ben,
kocaman cümleler kurduğunu sanıyor
ve onların bir esinti bile yaratamadığını görünce 
çok üzülüyor biliyor musun

İnsan, sevince, istiyor ki, kendi içindeki kıpırtı büyüyerek gidip ona çarpsın, ve aşkı karşılıklı kılan da herhalde o çarpmanın yankısının gelip gene kendi yüreğini yakması. Böyle düşününce ne tuhaf oldu değil mi aşkın tarifi. Kendine yansımasına mı aşık oluyor insan gerçekte. Rüzgar, belli ki bugün bulutları süpürüp götüremeyecek ve yağan yağmurlar iç sesimi bastıramayacak. Onca işin içine sığdırılmaya çalışılan 'devamı olmayan cümleler' de tamamlanmadan huzura kavuşamayacak.

Uzun bir mektubun satır aralarında dolanırken, takılıp kalıyorum, o an'a. Beni bu uzun mektubu yazmaya itenleri bulup çıkartıyorum hafızamdan, geçmişin, geçmişin üzerine çekilen süngerin ve o süngerin üzerinde şimdi gene geçmiş olan o an'lara takılıp kalıyorum. Bir hesaplaşma peşinde değilim, faturalarımı çoktan kestim; bazen ona, bazen kendime, bazen ve galiba sıklıkla bize. Ben onca kelime arasından, bir veda cümlesine sığdırılan, her şey olmayan ama çok şey anlatan o  kelimelerin altını çizdim. Bir yüreği, hesapsız ve kitapsızca bir yüreğe iliştirivermenin değerini hep bildim. Bugün olduğu gibi.

teşekkür ederim...
en çok da yüreğini yüreğime koyduğun için...

Rüzgarın beni alıp götürdüğü, devamı olmayan cümlelerde dolanıyorum bir süre daha. Sonra yönümü bloglara çeviriyorum. Hasret Senfonilerinin yeşerttiği tesellide alıyorum soluğu. Altına bir not düşüyorum; hızlı ve içimden geldiği gibi:

bazen, yaşarken yani, yani o anda nasılda, anlamlar yüklüyoruz kendimize, ona ve olana.
sonra, mevsimler değişiyor, anlamlar bazen silik, bazen hala altı çizili çıkıveriyor karşımıza.
ya silik olanın üstünden geçip belirgin hale getiriyoruz, ya da altından çizgiyi alıveriyoruz.
hafızanın raflarında saklı nice böyle anlar var değil mi. insan kendi kütüphanesine girmeyiversin, kaldırdığı kitapları okumaya bir kere başlamaya görsün. daha önce bir yazımda da kullanmıştım bu ifadeyi:
kendinin farklı yüzleri ile karşılaşmak.
karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi...
sevgiler...

Yazdığım yorumun, son satırlarının altını iyice bir çizdiğimiz fark ediyorum. "Karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi..." Senli benli geçmişimizi düşündükçe fark ediyorum ki; gülen gözlerin ve sessizce bağırdığın seni seviyorumlarınla, benim gülen yüzümsün. Zamanın ve mesafelerin bir aşkı beslemek için, nerden baktığına bağlı olarak aşkı yeşerttiğini öğretensin.


Bundan tam bir yıl önce,
Yüreğini avuçlarıma bıraktığın o ilk gelişin
ilk heyecanıyla sevdim seni. 
Yüreğimi yüreğine iliştirdiğimde yağan o ilk yağmuru çok sevdim,
ama seni daha çok.


Gözlerimi kapadım
gerisi sana kalmış sevgilim.

s.v.a.k.
Fotoğraf 1/ Salvador Sabater
Fotoğraf2/ Ewa Ządło



23 Haziran 2010

Dalından Yemek Kırmızı ve Şarap Renginin Her Tonunu


Güzel bir üç güne sığdırdık
Ağaç bir eve
Yeşilin tonlarına
Dalından toplanan
çileğe, böğürtlene,
ahududuya
ve kiraza,
Huzuru.

Güneş ısıttı tenimizi
Toprak aldı bütün negatifimizi
Yağmur geldi damla damla
Islattı yüreğimizi
Güzel bir üç günde
Büyüttük sevgimizi




22 Haziran 2010

Dünya Giderek Cennetten Uzaklaşıyor

Biliyor musun İlhan Abi, sana hiç anlatma fırsatım olmadı, içinden sen geçen anılarımı. Geç mi kaldım dersin? Ben gene de başlamalıyım bir yerinden anlatmaya. Bu gece saatler 24ü vurmadan, vurmalıyım klavyemin tuşlarına.

Sen bilmezsin; matematik hep sevdiğim bir ders olmuştu. Analitik düşünebiliyorsam bugün, bunun sayesindedir. Matematik bölümünden mezun olmadım. Üstelik iki yıl okumuştum ve başarılıydım da, ama o cübbeli hoca ile yaptığım tartışmadan sonra, okumak istediğim okulun bu olmadığına karar verip, üniversite ve hatta bölüm değiştirmeye niyetlendiğimde aklımda tek bir yer vardı: Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, İletişim Sanatları Bölümü'nde okumak. Adı sonradan, Reklam ve Halkla İlişkiler olarak değiştirilse de, İletişim Sanatları mezunuyum ben. Bunu da bilmiyorsun değil mi? Hakkımda bilmediğin daha ne çok şey var bir bilsen... Ama önce okula giriş sınavımı anlatmalıyım sana.

Sınav üç bölümden oluşuyordu. Dil bilgisi ki; 30 soru için 25 dakika vardı ve kompozisyon; makale yazılacaktı ve en az yedi paragraf ve beş yüz kelime,  ve  son yazılı sınav, yaratıcılığın sınandığı; senaryo, haber ve reklam metinleri yazma. Bütün bunları başarırsan da mülakat.

Evimizin uzun süre tek gazetesi oldu Cumhuriyet, babamın yatılı okuldan Türk Dili öğretmeni ziyarete geldiğinde, senin bir yazını okutmuş ve ana fikrini söyle bana demişti. Bende iş olduğuna karar vermişti sonrasında yaptığımız tartışmada. O zamanlardan beri okurum seni ben. Yedi yaşındaydım galiba, bak Uzay doğmuş muydu hatırlamıyorum, doğmuşsa sekiz yaşındayım demektir. Bunu anneme sorup hatıramı netleştirmeliyim. Ne diyordum; işte o çocuk yaşlarımdan beri, kalemine hayran biriydim ben. Sınava girdiğimde, senden öylesine etkilendiğim bir dönemdi ki, düşün 20li yaşlarımdayım ve senle ve dostlarınla epeyce bir yoğrulmuşum, insana dair bir makale yazmamızı istediklerinde senin gibi yazmayı çok istediğimi hatırlıyorum.

Mülakat başladığında, dört bölümün de hocaları oradaydı. Bölüm başkanları karşısında güvenim tir tir titrese de, rahatlamamı sağlayan ilk soru, sinemadan geldi: Yer Demir Gök Bakır... Zülfü Livaneli... Sonrasında müzikler, kitaplar, yazarlar, şairler ve seçimler üzerine, hoş bir sohbete dönüştü sözlü sınav. Sanırsın, kır kahvesinde, dostlarla koyu bir sohbetin ortasındayım ben, öyle rahat, öyle samimiyim, samimiyim dedimse, ciddiyeti kenara koyan bir cıvıklık hali değil elbet. Neden matematiği bırakıp da iki yılımı heba ettiğimi sorduklarında yirmi yılımı kurtarmaya çalışıyorum demiştim. Sinema bölümü başkanı, Naci Hoca, kuvvetli bir kalemin var, gel halkla ilişkilerden vazgeç, ilk tercihini sinema olarak değiştir, demişti. (O dönemde yetenek sınavı ile öğrenci alınıyor ve 4 bölüm arasından üçünü tercih etmeniz gerekiyordu.) Bu her öğrenciye teklif edilen bir şey değildi. Kararsızlığımı fark edince, önerisini güçlendirecek ikinci bir argümanı daha koyuverdi önüme: üstelik, gözlem gücün çok kuvvetli... Düşünebiliyor musun, onca öğrenci arasından bir ben.

Düşünmem için süre verdiler vermesine de, yirmi dakika kadar sonra içeri tekrar girdiğimde, iletişim sanatlarında kararlıyım dedim. Sonraki yıllarda seçmeli derslerimin tamamını sinema programından alacağımdan henüz habersizdim. Öyle sevdim sinemayı, dilini, alt metinleri okumayı, yönetmenle bağ kurup satır aralarında sıkışıp kalan olası görüntüler üzerine, geceleri sabahlara bağlayan sohbetleri... Hâlâ zaman zaman düşünürüm, yönümü sinemaya dönsem bugün nerede olurdum diye. Bu sorumun cevabını hiçbir zaman veremeyeceğimi bildiğim halde, kendimi o kuyuya illâ atarım. Kuyu derin, tahmin edeceğin gibi. Üstelik tek bilinmeyen o olsa, tek yol ayrımı, tek karar anı, tek bir seçim... Neyse, senin de kafanı şişirdim. Kaldığım yerden devam edeceğim ama yazmak tutkumu sana anlatmasam eksik kalır birşeyler.

Yazmak, o dönemden beri bir tutku içimde. Hep diyorum ya, hoş sen bilmezsin; hiç gelip okudun mu ki blogumu, güncemi, defterlerimi; nereden bileceksin, kendimi bildim bileli severim ben kelimeleri. Severim onlarla arkadaşlık etmeyi. Annem küçükken okuduğu öykülerde bazen kitap çabuk bitsin diye, atladığında sayfaları, kızarmışım okumadın bazı yerlerini diye. Kitaplarla arkadaşlığımı annem sayesinde kazandım ve okuduğum okulu büyük ölçüde senin sayende; o gün o makaleyi, senin gibi yazmaya çabalamasam ve etkinde kalmasam o kadar, belki bugünkü Evren olmazdım.

Matematik bölümünde okumak, analatik düşünce yapımı geliştirdi demiştim ya, iletişim sanatlarında okumak da insan yönümü geliştirdi. Çok şey kattı bana okul. Yirmi kişilik sınıflarda, sonsuz bir tartışma ortamında, kendi doğrusunu savunan ve başka doğrulara pencereler açan, kapılar aralayan bir avuç gençten biriydim ben. Bir Cumhuriyet çocuğuydum. Parlamaya hazır bir yıldız... Neden söndüğümü hiç sorma, uzun bir aşk hikayesiyle kesişir yolun ki, gecenin şu saati hiç çekilmez bilirim. Şimdilerde neler mi yapıyorum, rutin bir işleyişin içinde, kendime penceler açıyorum: şiir tadında, öykü tadında yazılar yazıyorum çokca. Şiir tadında bir yazım vardır adının geçtiği; Kaydımı Sildirdim Ben:

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim ilkokulu
Herkes kitaplardan öğrenirken a-b-c-yi
Ben İlhan Selçuk okurdum mesela
Ablalar ağabeyler oynarlarken birbirdir ve saklambaç
Ben kaybolurdum hayat denen sinemanın ışığında
Sen bir okuldun benim için. Bir ülkeyi düşünmektin. Bir yanlışın altını çizmektin. Bir düşünceyi eyleme dönüştümektin. Bir inancı yaşamaktın. Bir türküyü çığırmaktın ve solumaktın bir yasemini büyürken. Sen, ben büyürken pencerenden baktığım, baktığımda insan gördüğümdün. 

22 Aralık 2008 tarihli yazını şöyle bitirmiştin:

21’inci yüzyıla girdik, dünya bir türlü cennete dönüşemedi, barış bir hayal...
Anılar bu kapsamda bize ne öğretebilir?..
Hem anı Cahit Sıtkı Tarancı’nın vapur iskelesinde “teneffüs ettiği” yasemin kokusu gibidir; anımsayabilirsiniz; ama, soluyamazsınız...
Cennetlik insanlar teker teker aramızdan ayrılıyorlar. Bir çoğunu kendi ellerinle uğurladın... Barış artık çok uzak bir hayal. Üstelik dünya giderek cennetten uzaklaşıyor.  Yaşam, ölüme çok yakın duruyor bugünlerde. Ölüm ad değiştirdi:  şehit düşmek!

Şu fotoğraf karesinde olan bütün iyi adamlar cennete gittiler bir dünya vakti. Gencecik umutlar da şehit düşüp geliyorlar cennete. Seninle aynı masada oturur da, sorarlar mı, neden bir tek biz öldük diye. Sorarlar mı, onların çocukları değerli de, biz değersiz miyiz diye. Sormasınlar be abi; ölmesin çocuklar, şairin dediği gibi kapıları çalsınlar bir gece vakti: Barışı müjdelesinler. Çocuklar barışı müjdelesinler, ölüm uzak olsun onlardan bari!

Daha fazla yazamayacağım...
Güle güle İlhan Abi...
Cennetteki iyi adamlara benden de selam  götürmeyi unutma!


21.06.2010
Saat 23:43

20 Haziran 2010

Gözyaşının Rengi

Ağlarken renkler ton ton akıyor pınarlarından... Hüzne, mutluluğa, kedere, aşka, şeffate...

İnsan mutluluktan ağladığında gözyaşı pembe akarmış öğrenmiştim bir seferinde... Bu sabah uyandım ve fark ettim ki beyazı yok gözümün, çevresine bir pembe yayılmış hare hare... Bebeğine bir pembe oturmuş ama ne pembe...

Döndüm sağ yanıma. Sırtımı yalayıp geçtiğinde sabahın ayazı, bir damla düştü yanağıma; ala çalıyordu rengi... Gülümsedim...


İlk Yayın Tarihi: 19.06.2009
Fotoğraf : deviantART