21 Ocak 2010

SONSUZLUKTA KAYIP BİR HAYKIRIŞTIR GÜLÜMSEMEK


__________________________________________________________



Yüzümde kalan bir parça gülümseme
Yanılgılar yaşatıyor bana
İçimdeki devamına ulaşılamıyor olmak
Düşündürüyor beni son zamanlarda

Gülüşümü kaybettim dostlar
Bulursanız tez elden haber gönderin bana
İçimde bir yerlerde daha fazla büyümeden umutsuzluğun karalığı
Yerine koymam gerek gülümsemelerimin parlaklığını


Ve gözlerim ışıl ışıl olmalı yine ve yeniden
Aşık oldum zannetmeli bakan bir daha bakarken
Umut en yüce aşktan bile daha anlamlı kılarken bakışları

Bilir misiniz ey dostlar
Ölüme yakın durur umudu olmayanın haykırışları




_____

- Ne çok düşünmüşsün ölümü...
- Becerebilecek kadar cesaretli değilim. Hem seviyorum ki ben yaşamayı. (pencerenin önünde durmuş seyre dalmışım, gelip geçeni) Fark ettin mi, bugün gene gök mavi... Olmasa da bilirim; gün gelir güneş yeniden doğar, gene sonsuzca mavi olur gökyüzü...
- Mavi..
- Evet, mavi... Rüyamda da gök maviydi... Başımı kaldırıp bakmasam da görüyordum, biliyordum maviydi.
- Koyu mavi; yalnızlığı, üzüntüyü, depresyonu temsil ettiği gibi aynı zamanda; bilgeliği, güveni ve sadakati de  simgeler. Açık mavi;  huzur, mutluluk, dinginlik ve rahatlık verdiğinden, sonsuzluğu getirir akla. Mavi bir anlamda okyanussaldır ki Sigmund Freud da okyanussal terimini sakinliği belirtmek için kullanırmış. Gözlerimizle gökyüzüne, denizlere veya okyanusa baktığımızda, farklı bir düşünce dünyasına dalarız ya bu anlarda sonsuzlukla özdeşleşmek arzusu duyar ve rahatlarız aslında. İşte bu rahatlama duygusu, bilinç altımıza mavi renk ile birlikte kodlanmaktadır ve mavi renk rahatlama duygusunu hep bilinç seviyesine çeken bir durum arz etmektedir. Her öfke nöbeti, her üzüntü; dinginlik isteğini su yüzüne çıkartır. Ve her mutsuzluk, mutluluğu çağırır.
- Yin ve Yang gibi...
- Sana daha önce de söyledim, her rengin olumlu çağrışımları olduğu gibi olumsuz çağrışımları da vardır. Olumsuzluğu, sürekli arayış içinde olmak şeklinde görünür... ki bu durum aslında tam da senin içinde bulunduğun durum. Ruhsal durumların, derin tutkuların da rengidir mavi. Bazen hayalperestliği ve aşırı duygusallığı da tanımlar. Biliyor musun, mavi rengi diğer renklere göre öncelikli olarak tercih edenler; coşkularını çevresinde bulunanlarla paylaşmak, bulunduğu ortamlarda yumuşak ve yakın ilişkiler kurmak arzusunda olanlardır. Tanıdık geldi mi sana da...
- Evet. (galiba seviyorum ben bu adamı)
- İlişkilerinde insanlara çabuk yaklaşırlar ve onlara aşırı derecede özden davranırlar. Haksızlığa gelemezler ve  sağlam bir adalet duygusu taşırlar. Düşünmeyi, düşler kurmayı ve zaman zaman da yalnız kalmayı sevdikleri de bilinmektedir.
- Kim sevmez ki sadece kendi istediğinde yalnız kalabilmeyi...
- Maviyi de koydun mu yerli yerine...

________________________________________________________ Devamını Oku...

Fotoğraf / effervescent perspective © Jennifer Short

SIRALI EVRELER

___________________________________________________________


6. Hafta / 2 Saat

uçurumdan atlamış bir kadının faydası olmaz sana

ve döndüremezsin ölmüş birini hayata

...
...
...


ölüme uzanmışım
bilerek isteyerek

başımda beklemen geri getirmez ki beni sana


ben şimdi yaşam destek ünitesinde nefes alan biriyim
fişimi çeksen bir ottan farksız bedenim
verimsiz bozkırların
kurak buğdayları gibiyim
ne toprağa
ne topraktan beslenene faydam var benim


saydam bir dünyada
atmayan koca yüreğimle
sevilmeyen kederler içindeyim

uçurumların kenarında dolaşıyorum
dengesizim
hayata zorla tutturulmuşum bir ataç yardımıyla
atacı alsan
düşerim


ben bu gece ölümle randevulaşmış
gece bekçisiyim
kapım açık
gelse, buyura gerek kalmayacak kadar

açılmışım, açmışım kendimi


ben doktorun ölüm saati ilanını bekleyen
cesedim

- Öfke, yalnızlık, çaresizlik... Bu mu hisettiğin...
- Sana demiştim, terminal hastalarının evrelerini yaşıyorum diye. Sözünü ettiğim makalede bir söz vardı.  "Ölüm bambaşka olabilir, insanca ve onurlu..."(*)
- Bu bağlamda 'yaşam da bambaşka olabilir, insanca ve onurlu...
- Terminal dönemdeki hasta hastalığı ile savaşma çabasındayken zorunlu olarak birçok aşamadan geçermiş Kübler ve Ross, 1995'deki çalışmalarında bu konuyu ele almışlar. Sen bunu zaten biliyorsundur da... Bu aşamalar inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak sıralanırmış. Ben öfke döneminde miyim? Depresyonda mı?
- Bazen evreler ayrı ayrı bazen de bir arada yaşanabilirler. Okuduğun makalede bu yok muydu?
- Vardı ama ben sıralı olmasından yanayım... İnkar evresini tam da o makalede okuduğum gibi geçirdim :

Bu dönem tüm insanlar için benzer olarak karar vermekten ya da bu yönde girişim yapmaktan çekinildiği bir dönemdir. İnkarı yaşayan hasta öleceğine inanmaz ve yanlışlık olduğunu ümit eder. Bu dönemde kişi zihinsel olarak yaşananları fark etse de genellikle duygusal olarak reddetmektedir. Bu dönemde hastanın sosyal desteklerinin arttırılması, tedavi süreciyle ilgili bilgilendirmelerin yapılması, inkarının sözel olarak desteklenmesi ve hastaya zaman tanınması önemlidir.
Ayrılığı zihinsel olarak kabul etsem de duygusal olarak reddettim. Bütün yaşananların gerçek olamayacağını, bütün bunlarda bir yerde bir şekilde bir yanlışlık olduğuna inanmak istedim. Herkesin başına gelebilirdi böylesi ama benim başıma gelemezdi. Gelmemeliydi. Ben iyiydim. Öyle demişti. 'Sen fazla iyisin.' O zaman neden diye soruyor tabi insan, kabul etmek istemiyor. Başka bir cevap arıyor. (Güçlü bir kahkaha atıyorum.)Deliriyor biliyor musun? Ben delirmiştim. Sana dedim daha önce, ayrılık ölüm gibi, yüreğince sevebildiğinde. Sen bi de gel benim yüreğimi düşün... O nasıl bir sevmekti... Nasıl inanmak. Ölümüne, sevmek... Ölümüne inanmak...
- Sonra...
- Sonra... Sonrası öfke... Bir sabah uyandım. Kendimi değil de onu öldürmem gerektiğine karar verdim. Ölümü hak eden oydu. O kadar çok seviyordum ki, kıyamazdım tabi. Nasıl bir öfkee nöbeti kendime yöneltilmiş. Anlatmıştım ya daha önce, bavulları yapıp hızla çıktığım sabahı. Duyduğum tek his öfkeydi. O kadar çok düşümüz, geleceğe ilişkin planımız, yarınlara yüklediğimiz anlamlar vardı ki... Bu haksızlıklı. Şimdi ayrılıyor olmak haksızlıktı. Neden "biz" diyordum. Neden "ayrılık"? Ne yaptığımı sorgulamaya başladım. Bunu hak edecek ne yapmıştım ki... Güvenimi tamamen yitirmiştim. Kendime, ona...
- Tıpkı makaledeki gibiydi yani...
- Evet... Kızgınlık ve öfke evresi de terminal hastalarla tutuyordu işte. Bazen okuduklarımı gelip sana satıyormuşum gibi mi hissediyorsun. Terecisin ya...
- Terminal hastaları ile ayrılık sendromunu yaşayan hastalarda benzer evrelere rastlamak mümkün elbet. Hele de ayrılığı bir ölüm olarak algılıyorlarsa...
- Bak bu da yazdığım başka bir yazı:

________________________________________Devamını Oku...
Fotoğraf / My Lost Lenore by Daria Endresen
(*) Cicely Saunders


20 Ocak 2010

O ANLARDA TUTUNDUĞUM DALSIN

___________________________________________________________











Dıt... Dıt...

- Alo...
- Duvarlar üstüme geliyor... Boğuluyorum... Midem bulanıyor. Kafamın içinde yüksek sesli cır cır böcekleri... Binlerce, onbinlerce... Susmuyor Serpil... Ne yapsam susmuyorlar... Boğuyorlar beni... Canım yanıyor Serpil. Her yerimden sanki kanlar damlıyor. Nefes alamıyorum...
- Nefes alır mısın... Benimle konuştuğuna göre, nefes alıyorsun... Haydi, canım... Hadi çık bana gel... Ben geleyim mi?
- Yok yok, sakinleşirim şimdi, sesini duymak iyi geldi... Biliyorsun değil mi? Sana da söylemiştim; söz vermişti. Bana söz vermişti. Anlamıyorum... Neden, niye... Değişen neydi söylesene. Gerçek değil gibi duyduklarım. Gördüklerim kötü bir kabus. Gene o rüyayı gördüm. Yeşil bir vadide bataklığın ortasındaymışım... Çırpındıkça batıyorum. Serpil, kurtulmak istiyorum... Bu duygu peşimi bıraksın. Ya da ben onu bırakayım artık istiyorum.
- Sen gittin mi Turgut'a...
- Yok gitmedim bu hafta... Gelme dedi... Haftaya gideceğim. İyi ki sen varsın, sen olmasan ne yaparım... İyi ki varsın...
- Sen de canım benim... Sen de iyi ki varsın... Ebrucum bak bu hafta arkadaşlarla Polenez Köy'e gideceğiz. Sen de gel hadi.
- Yok yok, siz gidin, ben gelemem... Biliyorsun hayata karışasım yok... Selam söylersin herkese...
_____________________________________________________

5. Hafta / 1 Saat

- En son sana geldiğimden beri çıkmadım evden gene. Bir tek o gün boğuluyormuş gibi oldum. Serpil'i aradım. İyi ki, evdeydi. Sakinleştirdi beni... Kendi sesimden gayri bir ses duymak iyi geldi. Yazı yazıyorum biliyor musun? Demiştin ya, aklına geldikçe bir uğraş bul kendine, değiştir odağını diye... Bir de geçen hafta içinde bir makale okudum, ölüm döşeğindeki hastalarla ilgili. Tahmin et ne oldu. Neredeyse her evresi tanıdık geldi. Ayrılık, bazen ölüm döşeğinde olmak gibi... Denedim biliyor musun Turgut, denedim... Elleri buz gibiydi... Teni beyaz...
- Biliyorum Ebru... Bak ne diyeceğim, okumayı seviyorsun, sana bazı konular vereceğim, İngilizcen iyiydi değil mi?
- Evet...
- O zaman orjinallerini oku. Sana henüz bir cevap değil bu. Zorlanırsan Türkçe kaynaklardan da araştırırsın.
- Haftaya gene gel. Gelirken yanında bir yazını da getirmeyi unutma?


__________________________________________________________Devamını Oku...

İPLER

___________________________________________________________


4. Hafta / 1 Saat

- Geçen hafta biraz daha az konuştum kendimle. Dışarı çıktım... İki kere... Birinde ekmek almaya giderken bir kedi gördüm, köşe başında. Bir kedi, yalnız, korumasız, ürkmüş. Dönüşte onu alıp eve götürmeye karar verdim. Arkadaş oluruz birbirimize diye. Bakışları çok güzeldi. Kahverengi, bildiğin sokak kedisi. Hani şu tekir derler ya, işte onlardan... Ama bakışları... Neden bakışları hep üzerimdeydi. Ekmek almaktan dönerken, kedi gitmişti. Bakışları hala üzerimdeydi. Yolun kenarındaki su birikintisini görmemişim, ayağım ıslandı. Bataklık... Bakışlar... Gökyüzü... Mavi... Gökyüzü maviydi biliyor musun? Nazım'ın şiirini bilir misin? Geçen seansta okumuştum. Tepki vermedin. En sevdiğim şiirlerinden biridir. Babam okumuştu çocukken bana. Bir pazar günü... Gökyüzü maviydi... Rüyamda gökyüzü maviydi. Ben bir bataklığın orta yerinde hem ileriye gitmek istiyordum hem de olduğum yerde çırpınıp kendimi boğuyordum. Galiba rüya değildi sana anlattığım. Yaşamımın orta yerinden başladım sana anlatmaya. Neler hissettiğimi anlatıyordum aslında. Ama bunu zaten biliyorsun değil mi? Onun bir rüya olmadığını sen zaten biliyordun. Konuşmayacak mısın bugün...
- Sen anlatıyorsun, ben de dinliyorum.
- Bana aradığım cevabı vereceksin değil mi? Her hafta bu sefer neyin ne olduğunu söylersin umuduyla geliyorum, içinden çıkamadığım bu bataklıktan kurtar beni diye, gözünün içine bakıyorum. Sense oturmuş sadece not alıyorsun. Bir makale okudum geçenlerde, borderline ile ilgili, sonra manik depresif... İnsan ne çok kendini buluyor dimi okuduğu her psikolojik vak'ada...
- Bazı semptomların senle örtüşmesi yeterli değil tahmin edersin ki... Hem çok doğaldır insanın kendinden birşeyler bulması. Bir de işin içine bulma isteği girince...
- Psikoloji okusaydım çözer miydim ki kendimi... Neyim var? Neden bildiğim halde, söküp atamıyorum kendimi ondan. Sanki merkezde o, uydusu ben. Bakışları da bizi birbirimize bağlayan kozmik güç... Aşk, kozmik bir güçtür, sizi diğerine görünmez iplerle bağlayan. Ve sonra da o büyük patlamada, o iplerdir sizi boğan... Özlü söz şahsıma aittir. Ben o iplerle boğmak istedim kendimi. Ölmek istedim. Denedim.
- Sonra...
- Gökyüzü maviydi... İkinci kez ise sokağa çöp atmak için çıktım. Çöpü attıktan sonra da parka doğru yürüdüm. Sebze satan bir kamyonet geldi. Üzerinde bir çocuk. Kocaman renkli gözler, yeşile çalan. Bağırıyordu. Dönüp bakınca gözgöze geldik. Gökyüzü o gün de maviydi. Çocuğun gözleri yeşil. Bakışları onun gibiydi... Uzun uzun baktım ona... Zaten en çok bana bakışını severdim... Uzun uzun bakardı bana... Neden masada otururken ben yanındaydım da O karşımızda oturuyordu.
- Senin yerinin kendi yanın olduğunu anlatmak istemiş.
- Ve onun yerinin masanın diğer kıyısında...

- Bugün kafan dağınık... Bırakmak ister misin?
- Gene ağlama krizine girerim diye mi korktun.
- Bugün ağlamayacağını biliyorum.
- Nereye gittiğimizi ve kimle tanışacağımı bilmiyordum. Fark ettiğimdeyse... Fark ettiğimdeyse, kalkıp gidecek yerim yoktu. Dilini bilmediğim bir ülkede, yolunu bilmediğim bir yerdeydim. Öyle güzel bir gündü ki... Güneşli, sıcak, bahardan kalma bir gün. Büyük gövdeli dev ağaçların olduğu bir ormanın içindeydik. O gün de gökyüzü maviydi biliyor musun?... Neden takıldım ki durup dururken mavi gökyüzüne...



___________________________________________________________Devamını Oku...

19 Ocak 2010

GÖK MAVİYDİ




___________________________________________________________


Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün benden bu kadar uzak
                           bu kadar mavi
                           bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                         kımıldanmadan durdum. (*)


_____________________________________________Devamını Oku...

(*) Nazım Hikmet - Bugün Pazar şiirinden

YENİDEN DÜZENLEME




______________________________________________


 - Tabi ki cevaplarım var... Evde yeşil tonunu kullandığın bir yer var  mı?
- Evet, mutfağım...
- Desene, yaratıcı bir aşçısın...
- Hem de nasıl, bir tarifim bir tarifimi tutmaz da bunun konumuzla alakası ne?
- Neden yeşil dedin...
- Evet, dedim...
- Biz de şimdi neden yeşil onu anlamaya çabalıyoruz.
- Aslında iyi bir aşçı olmak istiyordum ama çamura battım yan mı yattım, hissettiğim su bu nedenle mi? Hani saplanma hissi... Güldürme beni..
- Bana güvenmiyorsun...
- Sana özel değil? Güvenirdim, eskidendi çok eskiden... Yok ki Sezen gibi bir sesim nağmeli söyliyeyim.
- Bugün daha huzursuzsun...
- Bugün daha konuşkansın...
- Bana güvenmelisin.
- Denerim...
- İyi bir aşçı olduğunu öğrendik. Ve bir yanının yaratıcı olduğunu, bir yanının da doğayı sevdiğini...
- Bunları bana sorsaydın da söylerdim, rüyama ihtiyacın yoktu ki...
- Rüyanı anlatmayı sen seçtin...  Ve neden yeşil diye de soran sensin... Bir cevap beklemiyorsan... Devam etmek istiyorsan...
- Hayır, bir cevap istiyorum... Bir cevap istediğim için buradayım.
- Yeşilin, pek çok kavramla ilişkisi var kuşkusuz, ama tahmin edeceğin üzere içlerindeki en güçlü olanı doğa... Yeşil; yaşamı, yenilenmeyi, umudu, doğurganlığı ve dinç olmayı simgeliyor. Paylaşımın, işbirliğinin, uyumun ve cömertliğin rengidir yeşil aynı zamanda. Tutarlılık, kişilik, sadakat, büyüleyicilik, fanatizm ve seviyeli bir şovenizmi ifade ettiği de bilinmektedir. Bunlar olumlu olanları elbet… Bazen de; umursamazlık, kıskançlık, şüphe ve bencillik olarak ortaya çıkar. Güvensizlik de bu bağlamda karşımıza çıkan bir olgudur.  Demin bir şey düşünüyordun...
- Challenge...
- Gösteriş...
- Hayır, meydan okuma... Severim mücadele etmeyi... Yeşille bir bağlantısı var mı diye düşünüyordum.
- Aslında var biliyor musun? Hep mi mücadelecisindir?
- İnanırsam...
- Kolay elde edilen şeylerdense zor elde edilen başarıların peşinde koşmayı tercih edersin yani...
- Evet, böyle de denebilir.
- İnatçı mısın?
- Bazen...
- Neden güldün?
- Annem, stubborn kelimesine eşittir deyip adımı yazmıştı da, o geldi aklıma...
- Annen... Oysa hep ondan bahsederdin, ilk defa annenden de bahsettin...
- Bahsetmedim. Bir an hatırladım sadece...
- Peki, zamanı var belki...
- Belki...
- Kendini tanımla dediğimde; çevrenle uyumlu, yumuşak ve içten bir atmosfer yarattığını söylemiştin. Değişikliğe gösterdiğin tepkindense hiç bahsetmemişiz...
- Uyum sağlamakta zorlanırım.
- Yaşama bakışını yeniden düzenlemen gerektiği hissine kapıldığın oluyor mu?
- Sıklıkla!
- Şu saplanma üzerine konuşmak ister misin?
- Konuşacak bir şey yok ki, insan bataklığa saplanır. Kurtulmak istedikçe batar... Biliyorum, onun bir bataklık olduğuınu düşündüğüm için rüyamda bir bataklık gördüğümü söyleyeceksin. Yenilenmek ve kurtulmak isteğim de, umudun rengi yeşilde belli ediyor kendini. Ama bir yanım kurtulmak istemediği için de, bataklıktan kaldırmıyorum kafamı. Gömüleyim istiyorum... Bir tek o olsun... Onda boğulup gideyim... Güvensizlik yiyip bitiriyor beni ve şüphe kemiriyor beynimi... Bazen, tek bir an umursamıyorum bana yaşattıklarını. Sonra, inatçı ve mücadeleci tarafım pes etmiyor... Bencilce, sadece kendi sevgim için, belki de olmayan bir bataklığın içinde boğuyorum kendi kendimi... Duygularımla hareket ediyorum değil mi? Bir tür bağımlılık benimkisi... Bu nedenle saplanıp kaldığımı hissediyorum. Bu nedenle onsuz kaldığımı düşündüğümde nefessiz kalıp boğuluyorum. Rüyamda neden kara bir bulut var ve kara bulut neyi temsil ediyor anlıyorum şimdi; kara bulut kendimim. Gökyüzünün maviliğini kendim kapatıyorum.  Gökyüzü maviydi biliyor musun?


_________________________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf

YEŞİL...


___________________________________________________________




Yeşili seviyorum, doğada olmayı da..
Bir yeşillik, ton ton değişiyor, gözün alabildiği heryerde.
İleriye doğru uzanmak istiyorum; ileride ne olduğunu görmek. Bunun için yürümem gerektiğini biliyorum. Bedenim terliyor, titriyor. Korkuyorum. Gözlerimi kapatıp, ilk adımı atıyorum.

İlk his: SAPLANMAK

Bir bataklıkmış gördüğüm yeşillik... Bir aldatmaca... Kanmışım, yeşilinin güzelliğine, bakmamışım ne ötesine ne gerisine ne de gökyüzüne. Baksam belki görebilirdim. Yok, yok hayır, göremezdim. Ben yeşile kanmıştım. Kör olmuştu gözlerim. Göz çukurlarıma yeşiller dolmuştu. Yeşil... Görebildiğim tek şey yeşil... Dokunabildiğim tek şey yeşil... İnandığım tek şey yeşil... Neden yeşildi ki... Neden sulu bir yeşil... Neden sonsuz... Neden renkli ki rüyam... Rüyalar renkli olur mu? Sana dedim, ilk geldiğimde de dedim. Bir yerde okumuştum, "bazen insan rüyasını anlatır, bazen geçen haftasını", sahi neyi anlatıyorum ben sana; rüyamı mı geçen hafta mı mı? Peki neden yeşil, bir cevabın var mı?


____________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf / deviantART

18 Ocak 2010

ZAMANDAN GEÇEN, SENDEN GEÇER Mİ?.

zamandan değil senden geçmesi gerekmiyor mu acıtmaması için...(*)















1. Hafta / 1 saat
Geçmez diye başladı sözlerine... Ve sustu...

2. Hafta / 1 saat
Geçmez biliyor musun? dedi. Ve sustu...

3. Hafta / 2 saat
Zamandan geçen benden geçmez... Geçti sandığım zamanlar oldu, geçti artık, uyan dediğim, kendimi dürttüğüm, kendime sarıldığım, kendimle dertleşip, tamam budur diye sonuçlara ulaştığım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bir yerden başlamalıydım. Ben de sana geldim. Bunları defalarca kendime söylesem de, nerede nasıl vazgeçebilirdim ki... Geçemedim. Zaman geçti... Çok zaman geçti... Hatırlayamadığım kadar çok saniyeye saydım ben... Telaffuz etmeyi bilmediğim sıfırlarla doldu duvarlarım. Çiziklerimi duvar kağıdı deseni sananlara bile rastladım. Söylemiştim değil mi? Çok zaman geçti... Unuturum sandım. Hani zaman geçti ya, benden de geçer sandım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bana soru sormayacak mısın?
_ Dinliyorum...
_ Çocukluğuma falan dönmeyecek miyim?
_ Ne anlatmak istiyorsan, neresinden başlamak istiyorsan başla...
_ İşine geliyor seanslarda uzun susmalarım değil mi? (Ben kahkahalara boğuluyorum ama o sadece gülümsüyor.) Koltuğa uzansam... Koltuğun yok  ki senin... Yoksa sen... Peki peki bakma öyle... Ne anlatıyordum... Hımmm

"Zamandan geçen benden geçmez... Geçti sandığım zamanlar oldu, geçti artık, uyan dediğim, kendimi dürttüğüm, kendime sarıldığım, kendimle dertleşip, tamam budur diye sonuçlara ulaştığım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bir yerden başlamalıydım. Ben de sana geldim. Bunları defalarca kendime söylesem de, nerede nasıl vazgeçebilirdim ki... Geçemedim. Zaman geçti... Çok zaman geçti... Hatırlayamadığım kadar çok saniyeye saydım ben... Telaffuz etmeyi bilmediğim sıfırlarla doldu duvarlarım. Çiziklerimi duvar kağıdı deseni sananlara bile rastladım. Söylemiştim değil mi? Çok zaman geçti... Unuturum sandım. Hani zaman geçti ya, benden de geçer sandım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim."

bunları demiştim zaten yani ben tek başıma çözemediğim için buradayım... Bir yazı okudum diyordu ki, "bazen insan rüyasını anlatır, bazen geçen haftasını", Rüya... Rüya... Ben rüya görmüyorum, yok yok görüyorum aslında, ama uyurken mi uyanıkken mi emin değilim biliyor musun?... Bak sana rüya sandığım şeyi anlatayım:


__________________________________________________________Devamını Oku...

Fotoğraf / The Attendant's Chair © Tim Johnstone
(*) bir yazıma beenmaya'nın yorumudur bu cümle...


17 Ocak 2010

BABALAR, ÇOCUKLARI VE PAZARLARI


Her zaman gittiğimiz kahvaltı mekanındayız... Zeynep az sonra kapıdan babasının elinden tutmuş giriyor içeri, bir elinde okuması gereken kitabı. Babası gülümseyerek "bak Evren abla'da buradaymış" diyor. Hemen yanımızdaki masaya oturmak üzere yönünü bana doğru çeviriyor Zeynep. Ta ki garsonun "üzgünüm o masa rezerve" dediği ana kadar da yüzünde o kocaman gülümseme; donup kalıyor bir anda. "Olsun kahvaltın bitince okuma saatinde görüşürüz"  diyorum. İşte yüzünde gene o kocaman gülümseme...

Tanışıklığımız; aynı mekana gitmek ve benim onun yüzündeki hüznü fark etmemden kaynaklı sadece. Babası ile ilk geldiğinde masada keyifsizce oturan, huysuz, kahvaltı etmek istemeyen ve en sonunda da kitap okuma konusunda ağlayan bir çocuktu. Tesadüf diye bir şey yoktur! Hemen yan masamızdaydılar, oldum olası çocuklara karşı şişkin duyarlılığım harekete geçmese masadaki herkes şaşıp kalırdı zaten. Nitekim o günde öyle oldu. Gülümseyen gözlerle laf attım ona... 3-5 dakika sonra birlikte kitap okuyup kahvaltıda neler yiyebileceğimiz hakkında fikir alışverişinde bulunur hale gelmiştik bile...

Aradan çok zaman geçti, defalarca karşılaştık o mekanda. Babası, kızı ve her seferinde değişen babanın arkadaşlarıyla... Bu sabah sadece üç kişiydiler. Babası, kızı ve babasının bir erkek arkadaşı... Biraz ilerideki köşe masaya oturdular. Az sonra alışkanlığın verdiği dayanılmaz ısrara karşı koyamayan baba ve arkadaşı sigara içmeye çıkınca yalnız kalan Zeyneple gözgöze geldik. Ben de o anda yalnız olduğumdan, gülümseyip yanına gittim. Öncelikle masaya ulaşmasını zorlaştıran koltuktan daha yüksekçe olan diğer koltuğa geçmesininin kahvaltısını keyifle yapabilmesi için daha uygun olabileceğini söyledim. Hiç tereddütsüz geçti, yüzünde o hep bildik gülümseme. Öyle keyifle kahvaltı ediyordu ki, büyüyorsun dedim. Anladı ne demek istediğimi daha da coşkundu artık gülümsemesi. Kahvaltısı bittiğinde sohbeti de epeyce koyulaştırmıştık. Arkadaşımın sigarası bittiğinde ve masaya geri döndüğünde, Zeynep'in babası hala gelmemişti. "Arkadaşımı yalnız bırakmamalıyım ama seni de yalnız bırakmak istemiyorum" dedim. Tam kalkmak üzereydim ki, babası, arkadaşı ve iki kadın arkadaşı daha masaya doğru yaklaştı. Birden Zeynep deminki gülen çocuk hallerinden, somurtan hüzünlü çocuğa dönüştü. "Okuma saatini istersen bizim masada yapabilirsin" teklifim; yüzünde kocaman bir gülümseme oluştururdu ki; babası da bundan daha fazla mutlu olamazdı sanırım, çünkü benzer bir gülümseme kendisinde de vardı. Yaklaşık bir saati kitap okuyup, bilmece çözerek ve çok gülerek geçirdik.

Bilmecelerden biri; taze günlük sütü nereden alırsındı. Ben marketten dedim, güldü ve hayır inekten dedi. İnek derken arkadaşıma bakıyordu. Neden ona baktın ki inek derken, inekler erkek olmaz dedim. Şaşırdı. İnekler dişidir dedim, boğalar ineklerin erkekleridir... Bir de öküzler var, onlar ne oluyor diye yüksek sesle sorunca, zihnime yetişemeyen dilim; bütün erkekler kelimelerini bir çırpıda kusuverdi. Hemen yan masamızda oturan kadınlar bastılar kahkahayı, ve o masanın tek erkeği, teesüf ederim deyince, sadece büyüklerin hayata dair güldükleri bir noktaya gelmiş olduk. Ben durumu kurtarmak adına ve daha önce de bu konuda gelen sese kulak kabartıp, bazılarını ayırmak gerek kuşkusuz diyerek durumu kendimce toparlamaya çabalasam da, kahkahaların ardı arkası kesilmedi tabi ki bir süre daha... 

Kadınlar - erkekler... Neyse bu konuya şimdi girmeyelim. Ben babalar, kızları ve onların pazarları üzerine ahkam kesmek üzereyim... Sabırla okumaya devam edin az sonra...

Kalkma vaktimiz geldiğinde, Zeynep geçirdiği en güzel pazarlardan biri olduğunu söyledi. Teşekkür etti ve bize sımsıcak öpücükler verdi. Bir sonraki karşılaşmamızda oyun oynamak üzere sözleştik. Ayrılmadan hemen önce, "yüzünü asma" dedim, "hep gül olur mu, sana çok yakışıyor...." Babasının oturduğu masaya şöyle bir baktı. Yüzünde gene o hüzün... "Bazen" dedim, "babaların arkadaşlarını sevmeyiz, bu doğaldır kafanı o kadar da takma, ama ne olursa olsun yüzünü bir daha da öyle asma..." Yüzünden eksik etmeden gülümsemesini, ayrıldı yanımızdan.

Yol boyu düşündüm. (İşte tam da burada ahkam kesmeye hazırlanıyorum.) Şart mıdır, bir babanın kızı ile geçireceği bir güne, uçkurunun uzantılarını da davet etmesi. (Tamam, burada biraz öfkeli ve kızgın gözükebilrim ama bazı köyler kılavuz istemezler.)

Bir çocuğun, hele de bir kız çocuğunun babasıyla ilişkisini çok önemserim. İleriki yaşlarda erkeklerle ilişkisine yön verir, sadece erkeklerle olana değil elbette, kendi ile, eşi ile, çocukları ile, iş arkadaşları ile... Bir aile olma halini tanımlar. Sevilmek, dinlenmek ve anlatabilmek, onunla geçirilen zamanın içerisine sığdırılanlar, birlikte geçirilen zamanın içtenliği; bir çocuğun en değerli hazineleridir. Bir çocuğun büyürken en çok ihtiyaç duyduğu şey; değerdir. Kendi değerini ancak ona gösterilen değerle tanımlar bir çocuk... Kendi artılarını ve eksilerini de... Günümüzde yarı zamanlı babalar ve anneler çoğaldı... Ve ne yazık ki yine de o değerli ve kısıtlı zamanlara bile sahip çıkamıyorlar. O zamanlarını bile, çocuklarına ve kendilerine ayırma telaşında değiller...

Şöyle bir dönüp bakın çevrenize, yüzlerinde çocuk hüzünleri ile; bir sıcak gülümsemeye, ilgiye hasret çocukları göreceksiniz. İçten bir gülümsemenin onlarda açtırdığı çiçekler bence en güzelleri... Kokularını içinize çekin... Saf hüznün, saf mutluluğa dönüşümünü bir mucize gibi adım adım gözlemleyin. Bence yaşamın en değerli tecrübelerinden biridir, bir çocuğun gülümsemesinde bir iz olabilmek...

_____________________________________________
Fotoğraf

PIT PIT BİR PAZAR

Gelişinin heyecanı sardı beni, günlerdir kendini eve kapatan ben, yarın seni almaya geliyorum derken ki sesinin heyecanında sürüklendim ordan oraya bütün gece. Ne düşleri bilerek ve isteyerek rüya yaptım kendime bir bilsen... Sabahın karanlığına ışıldak gibi açtım gözlerimi. Pırıl pırıl aydınlıktı evin içi. Dışarının kör karanllığı bulaşsın istemedim tenime, bulandırmasın zihnimi... Işığımı söndürmesin diye açmadım o yüzden perdeleri.
Seni bekliyorum...
Yüreğim boğazımda atıyor; pıt pıt...
Ne giysem telaşını çoktan geride bıraktım.
Hazırım.
Bekliyorum;
Gel al beni...
Gel al, beni...
Gel, al beni...







Dany Brillant / Histoire dun amour

Kim demiş sabahları dans edilmez diye...


16 Ocak 2010

İKİBİNBEŞ REKOLTESİ


Şömineye bir kaç odun attı, bir de alevlensin ve gecenin sessizliğinde çıtırtıları duyulsun diye kozalak... Evin ısısı öyle güzeldiki üzerine yeni aldığı altı kumaş, belinde saten kemeri olan pijamasını giydi. Bir o saten kemere bir de incecik askılı üstünün göğüs çatalında biten danteline kapılmıştı.  Haftasonununu yalnız geçireceğini öğrendiğinden beri kaplayan hüznü dağıtmaının bir yolu da elinde kırmızı şarabı ile düşlere dalmaktı. Köye bakan büyük camın önündeki büyükçe mumlardan birini ve yan bahçeye bakan camın önündeki sehpanın üzerindeki iki küçük mumu yakarak gecesini aydınlattı. Sallanan koltuğunu; hemen şömine önünde duran büyükçe; siyah lekeleri olan postun üzerine ve şömine ile büyük pencereyi göreceği bir açı ile yerleştirdi.

Mutfakla salondan oluşan alt kat toplam elli mertekareydi ve şömine bu alanı haydi haydi ısıtıyordu. Mutfakla salonun hemen hemen orta kısmında kalan merdiven altını kendilerine mahsen yapmışlardı. Oraya koydukları bir şarap dolabına her geldiklerinde mutlaka özellikli bir kaç şarabı eklerlerdi. O dolaba koydukları her şarap; dostlarla, baş başa  ya da  işte böylesine yalnız gecelerde illa ki kendine uygun bir an yaratırdı.  Şarap dolabını açtı ve şaraplara göz gezdirdi. Eline aldığı ilk şarap, sevgilisinin son gelişinde özenerek aldıkları ama içmeye fırsat bulamadıkları şarap oldu. Yüzünde bir gülümseme ile şarabı yerine bıraktı. Bir kaç şişeye daha göz gezdirdikten sonra sonunda Turasan Kalecik Karası 2005 rekoltesinde karar kıldı. Ahşap üçgen içinde çukurları ve yanında bıcağı bulunan peynir tabağına bir kaç çeşit peyiniri gelişi güzel koyup, gösterişsiz bir peynir tabağı hazırladı. Kuru bir kaç üzüm, fındık ve füme hindi eklemeyi de ihmal etmedi. Uzun ayaklı el yapımı degüstasyon bardağını seçti. Beraber aldıkları keyif anlarının vazgeçilmez parçalarından biriydi o bardaklar. Hasır görünümlü büyükçe bir tepsiye şarabı koydu, bardağı ve peynir tabağını. Bir peçete aldı, tam ışığı söndürüp çıkacaktı ki, şarabın tamamını içerim diye düşünüp, şarabı karafa koydu. Keyfi gitgide yerine geliyordu.

Annesinden kalan yüksekçe sehpaya tepsisindekileri özenle yerleştirdi. Az önceki peynir tabağını hazırlayışındaki özensizlikle çelişen bu hali de belli ediyordu ki, keyfi yerine gelmişti. Şöminenin karşısına kurulmadan önce Cassandra Wilson'un Blue Light 'Til Dawn albümünü koydu. 2005 yılının tesadüfüne bir selam çaktı. Polar şalını omuzlarına alıp, şöminenin sıcağına göz kırpan sallanan koltuğunda düşlere daldı...



Tupelo Honey



_______________________________________