04 Şubat 2010

AŞK

Sevgilim sabahın erkenini seviyor,
ben geceyi ve esmerliğini onun,
o dorukları seviyor, korkuyor bundan
ben rüzgarla buluşan tepeyi, tuhaflığı,
ona bir yeşil gülümsüyor,
ben, hayatı delice sevdiysem nasıl,
diyorum, seni de öyle.
O kendi boşluğunda oyalanan günlerde
canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor,
ben göğe bakıyorum geceden,
kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim
diyorum, yanında,
o sabahları eğilip öpüyor denizi.

Çıplağın çıplağımda, rüzgarın dağımda olsun,
esmerliğin gecemde, öyle kal.
Bulutlara bak, gidiyorlar, hızla diyorsun,
yağmur bir yalıyor yüzümü, bir duruyor.
Sabahları eğilip yüzüme öpüşün geçiyor bir,
bir duruyor aklım.

Su ve rüzgar, dağ ve doruk, sonsuz hepsi,
oysa camdaki sardunya gibi üşür
bana biçtiğin ömür, ölüm geliyor aklıma bir bir,
çıplağın çıplağımda.

Rüzgarın dağımda olsun esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda.

                           Birkan Keskin


_________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

AZICIK SEVGİ

Gece geç vakit döndüğüm yemek sonrası, kapıyı açmak üzereydim ki, karşı komşunun kapı tıkırtısını duydum. Bu paket size gelmiş deyip uzattı. Şaşırdım, alalade bir paket kağıdına sarılmış, dikdörtgen bir kutuydu. Üzerinde sadece el ile yazılmış adım vardı. Evren'e... Teşekkür edip aldım ve eve girdim. Akşam için kafamdaki planı gerçekleştirmek üzere, önce gidip üstümü başımı değiştirdim. Düşük belli bir eşofman altı ve gri yarım kollu bir tişört giydim. Ev sıcaktı, dışarıdaki havayı dikkate alıp, ısıyı düşürmemiştim.  Ellerimi yıkayıp, aynadaki gülümseyen bene bir öpücük verdim. Bu gece her zamankinden güzeldim.

Mutfağa geçerken, hemen kapı girişinde durmakta olan pakete gözüm takılsa da, henüz açmaya niyetli değildim. Mutfağa girdim, önce malzemeleri çıkarttım: Küçük boy, mümkün olan incelikte, turuncusu göz alan iki havuç, orta büyüklükte kabuğu ince ve kokusu göz yaşartmayan soğan, yeşili iç ısıtan tadı mayhoş görüntüsü hoş bir elma,  kokusu insanı kendinden alan, kabuğu ince bir portakal, antalyada dalından az önce koparılmış dişleri gıcırdatmayan bir limon ve iki kişiye yetecek  bir kereviz, sapları daha sonra çorbalara katılmak üzere kesilmiş...

Müziksiz iş yapamadığımdan, hemen salona geçip kendi ritmimi buldum.

Yemeğimin tüm hazırlığını bitirince, kendimi salondaki kanepeye atıp, elime kumandayı aldım. Televizyon seyretmekten vazgeçip, köşe koltuğuma kuruldum. Biraz bloglarda dolanıp, keyfime keyif kattım. Yabancı bloglardan birinde gördüğüm bir fotoğrafa fena halde takıldım, kendimi ılık sulara bıraktım.

Yemeğimin piştiğini haber veren saatimin çalmasıyla bir düşten uyandım. Mutfağı saran muhteşem kokuyla yarın geceki mezuniyet davetimde harikalar yaratacağımı anladım. Altını kapatıp, düşüme kaldığım yerden devam etmek üzere, tekrar koltuğuma koştum. Gözlerimi yummak üzereydim ki, kutuyu açmak için ne bekliyorsun dedim kendime.  Kendim, evet ne bekliyorum ki deyince,  fazla heyecanlanmama izin vermeden, salondan çıktım.

Paketi elime aldım; heyecanlandım: Ya ondansa diye mi, yoksa ya ondan değilse diye mi bilemedim. Köşe koltuğa gidip, paketi yavaşça açtım.


İçinde bir kart, ve bir çikolata vardı: En sevdiğimdi; Lindt Petits Desserts Mouesse au Chocolat hem de Dark... Gülümsedim... Sımsıcak bir duygunun, çilolatanın damağa yapıştırılıp emildiğinde insanın bütün duyularına seslendiği gibi bütün hücrelerime seslenmesine izin verdim. Canlandım... Kış uykusuna yatmaya hazırlanan yüreğim uyandı. Gülümsemem bütün yüzümü kapladı. Gözlerimin içine kadar yayıldı. Hüzne kapılmış, ağlamaklı gözlerimde bir ışıltı, gecemi aydınlattı. Bir koşmak isteği, bir koşmak isteği ki; beni benden aldı. İçim koştu. Ona kocaman sarıldı. Azıcık sevdi, çokça öptü, bolca kokusunu içine çekti. Çok özledim biliyor musun dedi. İçim yaptı bütün bunları ben köşe koltuğumda oturmuş, gülümsüyordum. Kocaman sımsıcak, sevgi yüklenmiş bir gülümsemeyle dışarıda yağan kara baktım. Düş gibiydi...


Kartın üzerinde yazan 'Azıcık Sevgi' ile çoktan çözülmüş olan buzlarımın eriyen hallerine gözyaşlarımı karıştırdım. Onları avuçlarımda toplayıp, hemen yanıbaşımdaki ortancalara ulaştırdım; filizlenmiş hallerine gülümseyip, kartın içini açtım.

"Biliom üzüom seni bazen, ama inan anladığın şeyler değil hallerim, ben öleyim işte; duygularımın samimiyetine güvenim fazla belkim. O an yüreğimden geçen zengin onu ben biliomda karşıdaki bilmio belkim o anda, ben bunu bilemiyom bazen, sonra farkediom, ama çare olmuo bu"

Aslında oluyor deyip, gülümsememin yüreğime kadar yayılmasının keyfini çıkarttım. O gece alnıma konan öpücüğün değerini, her zamankinden fazla bildim. O gece, hiç uyanmadım. Sabah uyandığımda, dışarının soğuğu yüreğime yetmedi, hala öyle sıcak öyle sımsıcaktı işte...


___________________________________________________________
(*) Azıcık Sevgi / Küçük Bir Aşk Hikayesi
(**) Dany Brillant / Histoire dun amour
(***) Yemek tarifi için Cafe Fernando

03 Şubat 2010

ŞARAP OLSA DA İÇSEK


Use me...




Önce bahardı
Bir dağ evinde güneş batarken;
 Kurbağa seslerine eşlik ederek şarap içmek vardı

Sonra kar yağdı
Bir dağ evinde kar yağarken;
Şöminede yanan odun çıtırtılarına eşlik ederek şarap içmek vardı


______________________________________________________
Fotoğraflar / Colombiada  bir kasabadan

YİNE Mİ BE YÜREK YİNE Mİ


Oturmuş koltukta hayıflanıyorum bir günün daha bitişine... 
 ...


Kendimin en kuytusuna gidip oturuyorum. İçimde bir sıkıntı. Bugün aldığım haberden belki. Belki kendime dokunan ucundan. Belki hayatı sorgularken takılıp kaldığım bir andan... Sebebi çok, sebebi yok hallerimdeyim.


Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Güvenimi aldı benden, geceleri rahat uyumalarımı ve sabahlara mutlu uyanışlarımı

diye haykırıyordu, kendisine tecavüz eden adamla mahkemede karşılaştığında. Dizinin senaryosunu yazan daha önce tecavüze uğramadıysa nasıl olur da yazabilirdi tecavüze uğrayan bir kadının haykırışlarını diye düşünürken yüreğime edilen tecavüzün sonrasında benzer kelimelerle boğuştuğumu fark ettim.


Uzun zaman oldu. Tedavisine geç kalınmış bir hastalık şimdi bendeki... Oysa tedavi oldum sanıyorsun. Hazırım diyorsun. Çevrendekileri kandırıyorsun bir süre. Seni tanıyan dost arıyor, mutsuz, temkinli, kızgınlığını gizlemeye çalıştığı düşük tonlu sesi ile... Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edeceksin. Daha ne kadar onarmadan ruhunu dayanabileceksin. Daha ne kadar yüreğini acıtabileceksin. Daha ne kadar acını saklayabileceksin. Daha ne kadar yaralı yüreğini onaracak birini arayacaksın. Gönüllü olur mu sanıyorsun sana biri... Demiyor da sen o telefonu kapattıktan sonra sorularla kalıyorsun başbaşa. Oysa dostun sadece "lütfen diyor lütfen yeter..."


Aylar öncesiydi, bu yazıyı yazmaya sebep hallerimin üzerinden geçeli çok olmuştu. Bir cümle, onca zamandır içimde saklı olan yaranın kabuğunu kopartmıştı. Aylardan Mayıstı. Üzerinden geçen onca aydan sonra kanamaz sandığım yüreğim, kanadı. Günler sonra, bir cümle, çıkıp geldi uzun zamandır saklandığı belli yerinden, taa yürekten. Çok şeydi, yüreğime sarılıp sarsıla sarsıla ağladım. Şimdi yine ve yeniden o uykusuz gecelerdeyim; dilimin ucunda benzer bir cümle, kurmaya korkuyorum, sessizce içime ağlıyorum...

Yine mi kandın sözlere, yine mi dağlandın
Yine mi yıprandın, yine mi korunmadın
Yine mi yürek, yine mi aldandın...




____________________________________________________________________
Görsel / Pino

AH ETME NE OLUR

BİLMEM

Yağmura karışan bir AH sesi
Yürek kabartınca
İçten olduğu belli
Bilmem sızladı sadece
Belki kırıldı ortadan
Ama ses çok netti
Kısa
AH
Yürekten geldi
Yüreğe gitti mi

Bu satırları karalamışım vakti zamanında, ah bir sızının sesidir aslında, ama bir de ah etmek hali vardır... Büyükler ne derler bilirsiniz, ah döner dolaşır gene seni bulur. Ama yürek bu; elde değil, ah diyorsa, sen sustuğunda avaz avaz bağırıyorsa, o zaman ne yapacağız hiç düşündünüz mü? Yani ah etmiyor, sadece ah diyor.. Sadece ah...

Sen burada duruyorum dedin
Ben birkaç adım geldim
Ben burada dururum dedin
Ben birkaç adım gittim
Gitmek ve gelmek uzaklıkla ilgili değildi
Bütün mesele ödün verebilmekti
Şimdi herşey dengelendi
2 adım ileri gitmiştim
2 adım geri geldim
Şimdi ben burada duruyorum
Peki sen bir kaç adım gelebilecek misin?

Yaşam; sen bir adım at ben sana koşarım üzerine kuruluysa bir yürek için, işi zor. İlk başta adımı atan da, koşan da, sonunda kaçan da hep kendisi oluyor.

Dün akşam bir süper modelin yaşamı üzerine bir belgesel biyografi seyrederken, onca güzelliğine rağmen aldatılışını anlatırken ki hüznüne takıldım. 20 yaşında aşık olup evlendiği adam için yaşadığı kenti, ailesini, herşeyi bırakıp eşinin peşine gitmiş o konser senin bu konser benim dolanmış bir şehirden başka bir şehre. Sonra bir gün, konserin olduğu kasabaya gitmemeyi tercih edip şehirdeki lüks otelde kalmış, çünkü ertesi gün eşi tekrar o şehre dönecekmiş. Gece eşini yalnız bıraktığı için huzursuzlanıp, bir taksi ile onca yolu göze alıp, bir süpriz yapmak üzere yola çıkmış ve asıl süprizle oraya vardığında karşılaşmış. Eşi, giyinme odasında dansçı kızlardan biriyle sevişiyormuş. O anda orayı terk edip, boşanma davası açmış. Ben asıl sonrasında kurduğu cümle ile uğraştım bütün gece:

Bütün erkekler aynıdır, yüreğinizi teslim ederseniz, ihanetleri kesindir?
Çünkü ilişkiler, güç dengesidir.

Gece uyku ile uyanıklık arasında dolanırken düşündüm.
Yüreği teslim etmeden sevmek mümkün mü?
Peki pratikte ki sonu hep aynı ise, yani ihanet kesinse, o zaman bir ilişkiye yüreği teslim etmemek mi gerekir? Yüreksiz bir sevgi...  Mümkün değilmiş gibi...

_____________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

KUMAR


Candan Erçetin - Vakit Varken

Kazananı ya da kaybedeni yoktu
Havaya demir bir kuruşu atıp beklediler
Ya yazı gelecek ya tura dedi adam
Bekleyip göreceğiz
Kalleş bir rüzgar esti
Kuruş rüzgara teslim olup uçtu gitti

Kadın ya yazı gelseydi dedi
Adam sonucu değiştirmezdi dedi
Kadın o zaman kuruşun bir önemi olmadığını bildi
Üzüldü
Kumar kötü şeydi


_____________________________________________

02 Şubat 2010

KARAR



haydi birini seç dedim
kararsız kaldı
hem pembe kır çiçeklerini
hem de mor sümbülleri severdi
mor sümbüller
bendim
pembe kır çiçekleri
o
gözlerini kapadı
sımsıkı sımsıkı kapadı
seçmesem dedi
yok öyle hem karnım doysun hem pastam tam kalsın dedim
gözlerini sımsıkı sımsıkı kapadı
kararsızdı
ben asla pembe kır çiçeklerinden vazgeçmem dedi
cümlesi bittiğinde
mor sümbüllerimi alıp yola koyuldum
ben senden vazgeçerim dememiştim ki dedi
ben sadece pembe kır çiçeklerinden asla vazgeçmem demiştim diye yineledi

ben mi yanlış anlamıştım
birinden vazgeçmem demek diğerinden vazgeçerim demek değil miydi?

___________________________________________________________________

AKLINA GELMEYEN









En acısı neydi biliyor musun? Kal bile demedi...
Belki git diyememiştir, hiç düşündün mü?


Bir sohbetin ortaya yerindeyiz, nasılsın diye soruyor, iyiyim diyorum; galiba...
Ne oldu ki diyor, anlatıyorum olanı biteni, yüreğime değenleri...
Ben uzun bir sessizlikten sonra, sorumu soruyorum o beni başka bir soru ile yanıtlıyor.
Ayrılıyoruz caddenin duraklarından birinde, o karşıya geçip kendi yönünce ilerliyor.
Ben kalalalıyorum.
Hiç aklıma gelmeyenle başbaşa, yürüyorum.
Yol uzun, söylenen çok.
Tüm söylenenler içinde, ben daha çok bir iddaaya takılıyorum.
Sana söyleyeceğim ve son olacak...
Kendimi düşünüyorum da, hiç büyük iddaalarım olmadı benim.
Sadece sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...
Oysa sen öyle miydin; sen sonsun, senden sonra gözüm görmez, kulağım işitmez, yaşamak bile boş ve anlamsız derdin. Bilirdim, son olmadığımı, gözünün benden sonra da göreceğini ve yaşayacağını dolu dolu. Öyle de oldu, ben daha yaralarımı saramadan, evleneceğin haberi geldi, hemen akabinde bir çocuğunun olduğu.
Ben senin gibi iddaalarla sevemedim seni.
Ama sevdim, çok sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...

___________________________________________
Fotoğraf / Neslihan Öncel

01 Şubat 2010

ZAMAN GEÇERKEN DENİZ BİN DEFA TAŞAR

Yolculuk nasıl geçti diyorum, önce iyi diyor, sonra bana Bay E'den bahsediyor... Uzun uzun dalıyor gözleri... 15 yıllık evliliğin ardından 24 saat bile sürmeyecek bir ayrılığın içine sığdırılan 7 telefon konuşmasının yürek arasına sıkıştırılmış kelimelerini koyuyor masanın üstüne. Şeffatle dokunup her birine, ilk çıktıkları ağızdan nasıl çıktılarsa aynen öyle söyleyebilmek için çaba harcıyor, gözlerinde bir damla yaşa dur diyemiyor.  Bayan N, güzel kadın; ellesinde, kızıl saçları, 175cmlik boyu, ince ve biçimli bedeni ile bir çok erkeğin düşünü kurmaktan alıkoyamayacağı biri, hala... Ama o birinin düşü değil gerçeği olabilmek istiyor. Ne doktorlar, ne avukatlar istemiş hikayelerinin tek düzeliğinde yitip gitmiş koca bir hayat tek başına. O aşık olmak istiyor ve bir o kadar da sevilmek. O anlatırken düşünüyorum, aşık olmak ve sevmek, bir arada ne kadar zor bulunur iki hazinedir. Ve ayrı ayrıyken bile ne çok değerlidir.

Bir arkadaşımın, yıllar önce, aşık olduğu adamdan vazgeçip çok sevdiği adam ile evlenme hikayesi geliyor aklıma. Sürmezdi derkenki sesinin soğukluğunda bugün bile titrerim hatırladıkça. Aşk doğası gereği mi kısa, yoksa biz öyledir diye mi kısa kesiyoruz.

Oysa sevmek öyle mi, hiç sevmeyi kısacık zaman dilimlerine sığdıran birini tanıdınız mı, sevmek uzun solukludur; emeğin yoğun, beklentinin rafine hali midir sevmek gerçekten. Seven değer bilir demişti bir dostum, değer bilir... Değer nedir ki? Kimin değeri daha fazladır. Hayatımda olsun dediğinin mi, hayatımdaydı dediğinin mi yoksa hayatında hali hazırda var olanın mı? Hepsinin değeri farklıdır kuşkusuz ve her bir değer bir diğeri ile ölçülemez pahadadır ama hayat öyle midir? Yaşayıp giderken, bilir miyiz, bize değer verenin değerini... Yoksa herşey; geçmiş di'li zamanlara ait birer anı mıdır dost dertleşmelerinin o buram buram anason kokan masalarında?

Zaman akıp gidiyor, kahveler içiliyor, fallar bakılıyor. Bayan N, gözleri yaşlı, kendine ait olmayan ve olamayacak bir adamın yasını tutuyor. Bir cümlesi öyle içime işliyor ki, bana yüreğimi alıp kalkmak kalıyor:

İnsan en çok aşkı yaşayamadığına üzülüyor biliyor musun...
Sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu hiç bilememiş olduğuna...

Akşam eve dönerken, arabanın direksiyonunda dalıp gidiyorum kendi geçmişime. Anılar, anılara doğru yol alırken usul usul, bir Sezen şarkısı dolanıyor dilime ki; bazı albümleri kendi kişisel tarihimin en yaralı zamanına denk gelmiştir. Sezen şarkılarını kaç yol boyu dinledim, kaç gece bağır bağır söyledim hatırlamıyorum ama bugün o odadan ayrılırken; nasıl bir duygu olduğunu biliyor oluşuma (hali hazırda yaşadığım da düşünülürse) gülümediğimi biliyorum.

40lı yaşlarına merdiven dayamış bir kadın olarak yaşanmışlıklarıma selama duruyor ve bağıra bağıra  Sezen'e eşlik ediyorum:
 
Her ayrılık bir vurgun değmeyin yaşlarıma,
Benden selam söyleyin bütün aşklarıma...


Çiçeklerim dökülür her mevsim
Sonra yeniden açar
Ümidimin boynu bükülür
Sonra deniz bin defa taşar
Bin defa taşar









_________________________________________________
Fotoğraf  / Geometry of Wawes by ~ValentinaDorogan

ÇİVİ

Herşey zaten yeterince zordu, bir çiviye daha gerek yoktu.




Sen nerden bileceksin ki peteği ayılardan korumayı
Sen kaç bahar yaşadın ki dağların başında yıkık dökük bir külübede tek başına
                    Onlarca arı vızıltısıyla...

Geceleri soğuk olur dağın başı, üşürsün...
Sıcak toprakların düşünü de kursan, kurabilsen yani üşümekten vakit bulup
                 O bile ısıtmaz seni, bilmezsin...

Bir çivi çakarsın, bir çivi daha
                                      Yalnızlığına


Bir taşın ağırlığınca sallanır yürekte bir sızı
Ayı da olsa, canın yanar çiviler böğrüne battığında

Sen insansın, görevin de arının peteğinde bal yapmasını sağlamak
Bir çivi çakarsın, bir çivi daha
                                     Yalnızlığına

Oturup canını yaktığın ayılar için, için için ağlarsın.
                                                                     Kendini insan sanırsın.


_________________________________________________________________

31 Ocak 2010

AMA SİYAH

Sabah uyanınca fark ettim ki, gönderilmemiş mektuplara bir yenisi eklenmiş...
Dün gece uzun bir çile boyunca dillendirdiğim kelimelerden çıka çıka, gönderilmemiş ve gönderilmeyecek bir mektup daha çıkmış; kaldırıp koymak için,  kitaplığımın sırtını çoktan bana dönmüş klasörlerinden birini seçtim; o klasörün renginin siyahlığı hiç bu sabah ki gibi almamıştı gözümü. Siyah... Bazen ne çok sır saklar içinde...  

Kahvaltımı her zamanki yalnızlığımda tamamladıktan sonra, yeni bir kitaba başlamanın iyi olacağı düşüncesiyle koyuldum kitaplığın bulunduğu; çocukluk yatağımın kitaplığıma eşlik ettiği, küçük odaya... Masumiyetini bir heyecana kurban verdiğim yatağa şöyle bir baktım. Çocukluğumun saf anılarına, genç kızlığımın heyecanları karıştı. Oturdum bir köşesine, en son üzerinde uzanıp öpüşüşümü hatırladım. Gülümsedim yüreğime değen kedere... Oysa bir yağmura teslim etmesek bir gidişi, kimbilir o yatak o güne dair neleri anlatabilirdi. Elimle düzelttim yastıkları tek tek, özlemi duyulan bir tene dokunur gibi. O siyah klasör o anda takıldı gözüme. Ayağa kalmak ve o klasöre uzanmak arasında geçen zamanda biliyorum, çok iyi biliyorum ki biri beni, oraya doğru itti. Yoksa neden durup dururken bir insan sırlarına elini uzatır ki... Siyah klasördeki; özenle dörde katlanmış kağıdın üzerine dolma kalemle yazılmış kelimeler... Bana ait gibiler... Ya değilse, ya ondan gelen okunmamış bir mektupsa... Diyelim ki o mektuplardan biri, o kelimeler değil miydi acıtan ve o kelimeler değil miydi ağlatan. Bırak, bırak meraklarını geride. Saklasın siyah klasör geçmişi bir sır gibi... Bile bile hüzne davet o klasör, kanma... Seni çağırışına aldanma. İnsan bazen bile bile atar ya kendini ateşe.. Bile bile yanar ya, cayır cayır... Bile bile bekler ya küle dönüşünü...

Sonra.. Sonrası anka kuşu misali... Kaç sonrası olur ki bir insanın. Hani kedi desen, o bile dokuz can... Ya ben, kaç canım kaldı geriye... Kaç kez daha dört ayak üstüne düşer ki bu yürek... Kaç kez daha söylesene...

Kendimle konuştuğumu duyan komşular delirdiğimi düşünür mü?
Ne gam... Düşünürse düşünsün, hem kim akıllı kaldı ki... Alt komşumuz Ayşe Teyze, oğlu kazanamadı diye üniversiteyi üçüncü yılında; kanser oldu, 3 ay yaşadı yaşamadı bir sabah oğlunun ellerinde öldü. 15'inde babasını kaybeden Memet, 25'inde anasını da kaybedince, camlara A3 kağıtlarda yazılar asmadı mı aylarca; CESARETİN VARSA BENİ DE AL YANINA diye...

Ya karşı apartmanda oturan Leyla'nın çatlak kıza ne demeli, neymiş dizilere oyuncu olacakmış, anası zor topladı onun bunun koynundan namı diğer Suzan'ı... Suzan anasından almak için hırsını, bağırdı camlardan, kapıya kamyonla adam dizecem diye, dediğini de haftasına varmadan yaptı; bastı ilanı gazeteye; ADAM ARANIYOR; YATILACAK... Hahaha... Bir pazar günü bir baktık, gazeteyi kapan bizim mahallede... Peki ya adamlara ne demeli... Polis zoruyla kovala kovala bitmediler, tükenmediler o pazar...

Ya Tarık, ah Tarık daha 20'sinde bile değildi. Bir kıza sevdalandı. Ama ne sevdalanmak. Mahallede sevdasını yazmadığı duvar kalmadıydı. Kızı istemeye gittiklerinde, benim sana verecek kızım yok diyen babasına sadece öldürüm kendimi demişti. Sözünde de durdu. Nasıl güneşli bir sabahtı, nasıl keyifli insanlar, ertesin gün heyecanla beklenen Hıderelleze hazırlıkta çocuklar... Bir çığlık koptu ki... Değil bizim mahalle, yan mahalleden bile koşup gelen oldu. Tarık, çocukluğumuzun geçtiği köprüden atıvermişti kendini... Ardında kısacık bir soru: ACI NEDİR BİLİR MİSİNİZ? ve cevapla: KAVUŞAMAMAK...

Ne yani, bunca acıya, bunca kedere, bunca aklını yitirmişliğe bir televizyon ekranından değil de bir pencere camından tanık olan komşular benim kendi kendime konuşmama mı şaşıracak.

Siyah... Daha az önce gün ışığı penceremdeydi. Ne vakit gece oldu, ne vakit karardı dışarısı... Siyah... Ne çok sır saklı içinde... Siyah... Ben kendi kendime konuşurken, sen ne vakit avucuma değdin, ne vakit döktün içindekileri, ne vakit yüreğime dokundurdun kederini... Siyah...

Bir gece vakti olmasa, hani, günün gürültüsü içinde kaybolsa çığlıklarım, bağıra bağıra sokaklarda dolaşırım. Ama gece, ama siyah, ama sakin, ama sessiz... Susarım.