03 Mayıs 2009

MERAK İŞTE


Seni düşünüyorum köşe koltuğumda, sahi sen nerede nasıl oturuyorsun... Koltukta mısın; tek kişilik mi koltuğun, yoksa L mi benimki gibi? Sandalyen kolçaklı mı ya da deri kaplı mı bilemedim. Seni düşündüm. Nasıl geçirdin koskoca 3 günü... Mesela ben dün gece dostlarla çorba içmeye gittiğimde sen hala rakı masasında mıydın yoksa şarap mı içiyordun tek başına...

Sabah uyandığında ilk ne düşündün kimbilir ve kahvenin kokusunu içine çektiğinde hangi anın canlandı... Bahçeli miydi senin evin yoksa bir apartman dairesinin en üst katında mı yaşıyordun... Seni düşünüyorum köşe koltuğumda, ben sessiz bir mum alevinin dillendirdiği yeni yetme aşk sarhoşuyum ya sen, senin de var mıdır böyle aşka aşık hallerin...

Gece geç oldu hadi yatalım mı dersin yanımda olsan, yoksa bırakır mısın geceyi tek başına geçireyim balkonda... Bir sigara yakıp polar bir battaniye ile yanıma gelir misin bir süre sonra... Aklım bana oyunlar oynuyorken ve yüreğim sıkışıp kalıyorken arafta, elini uzatıp hadi der misin... Sarılıp bütün gece kollarınla masallar anlatır mısın bana... Ve ben ağlarsam mutluluktan, yanımdasın, canımdasın, canımsım diye sen de ağlar mısın benimle...
________________________
Fotoğraf / 1x.com


NEDENSİZ ÖĞÜTLERİM


Christina Aguilera - It's A Man's Man's Man's World



Güneş vuruyor yüzüme... Simitçi sabahın keyifli anlarını yakalamak için çıkmş erkenden sokağa. Simitleri soğusun istemiyor ama kimsecikler de sanki sesini duymuyor. Bağırıyor seninin tız ve tok seslerinde "simitçiyeeeeeeee" gibi bir ses duyuyorum, önce alayım diyorum bir simit; peynirim var; hem beyaz hem eski kaşar, zeytinim var; hem siyah hem yeşil, dometesim, taze otlarım, tereyağım, balım, reçelim var; hem çilek hem portakal... Bir de çay yaparım en kokulusundan taze taze... Uzanırım balkondaki keyif koltuğuma, okurum gazetelerimi, güneş ısıtırken beni ederim kraliçeler gibi kahvaltımı... Diyorum da neden yapamıyorum bilmiyorum. Bir şarkı takılıyor dilimin ucuna... It's A Man's World

Neden James Brown yorumu değil de Aguilera yorumu var kafamda... Üzerine çok düşünmüyorum kafamı yorduğum başka bir konu var şu anda. Neden kahvaltı edecek herşeyim varken kahvaltı etmiyorum da eksik olanının ne olduğunu bulmak konusunda çaba harcıyorum oturduğum yerden. Neden elimde olanla mutlu olmayı tercih etmiyorum da olmayana öykünüyorum her pazar sabahında.

Tek ve yalnız yaşamaksa sıkıntın NEDENSİZ yere kendini üzeceğine bir can yoldaşı bulsana kendine a salak kızım benim... Şarkılar tutup fal bakacağına, can yoldaşının elini tutup kendin şarkılar söylene bağıra çağıra... Oturup köşende yazılar yazacağına, can yoldaşını bulmak için karışsana insan arasına, bulunca da yatsana dizine o okusun sana dair yazdıklarını sesinin en güzel aşk tonuyla... Hem belli mi olur o da sever senin gibi şarabı, rakıyı, oturur gecelere mum yakar, bir de jazz plakları çalarsınız fonda, sarmaş dolaş olursunuz ay vuran balkonunda... A salak kızım benim yazmaktan vazgeçip hayata karış ki, yüreğindekileri de yaşa. Belli mi olur belki seni arayan bulur da beraber yaşarsınız aşka aşık hallerinizi dimi benim salak kızım...

HADİ CANIM...
HADİ KIZIM...
HADİ DURMA KARIŞ HAYATA...

02 Mayıs 2009

BİZ SENİNLE FARKLI İSKELELERİN ÇOCUKLARIYIZ

Güneşli güzel bir sabahda, sahilde yürüyen sarışın, uzun saçlı, kırmızı eşofmanlı kızın yürürken salınan kalçalarına göz süzdüğü sırada takıldı gözü bir havalı köpeğe... Kızın ardından; bembeyaz tüyleri ve masmavi gözleri ile yürüyen sibirya kurdunun sahibine iç çekti... Delikanlı kargo pantolanu, renkli gözleri, solaryum yanığı teni ve kaslı kollarını gösteren üzerine tam gelmiş tişörtü ile kıza yakışır diye düşündü. Oturdu dış cehpe boyasını yaptığı yedi katlı binanın iskelesine, gözleri istemsizce ufka daldı...

Üniversite okumak istemişti de babası daha ortaokul biter bitmez Recep Usta'nın yanına çırak vermişti kendisini... Annesi hastaydı ve 6 kardeşin en büyüğüydü Hasan. İlkokulda gözlük kullanmak zorunda kaldığından beri bir kez bile çıkartmamıştı gözlüklerini. Onların ardında öğrendi renkleri, top oynamayı, kızlarla önce kavga etmeyi sonra onları sevmeyi... Hasan 21 yaşında baharda sevgililerin birbirine kur yaparak dolaştığı zamanlarda boya iskelesinden bakıp aşağıdaki hayatlara iç çekiyordu her defasında...

Köyden şehre geldiklerinde henüz 16 yaşında hayatı anlamak isteyen meraklı bir delikanlıydı. Recep Ustası ile farklı evleri boyamaya gittikçe tanırdı hayatı ve görürdü farklı yaşam biçimlerini... Ortaköy sırtlarında eski bir konağı boyamaya gittikleri günler geldi aklına. Evin kızı annesinin bütün itirazlarına rağmen evin kapısını çarpıp çıktığında neden babasına karşı gelemediğini düşünmüştü ilk kez. O gün kendisine çok kızmıştı babasına itiraz edemediği için. Oradaki iskeleden görmüştü boğazı ve ilk kez o iskelede sevdalanmıştı ulaşılmaz olana. Evin o asi, başına buyruk kızı Hasan'ın tek başına olduğu bir gün iskeleye tırmanmış ve gelip yanına oturmuştu. Boğaz demişti senin gözünden daha güzel. Hasan her gece bu cümleye uyanıp, her sabah bu cümleye uyanmıştı. Ustası kahyadan su alıp gel soğuk olsun dediğinde ilk kez girmişti evin arka kapısından ve evin kızı Melisa mutfaktaydı ve nazlanıyordu onu yemem bunu yemem diye. Görünce Hasan'ı o da yerse yerim deyivermişti de Hasan nasıl utanmıştı. Neredeyse 3 haftadır bu konağın işlerini yapıyorlardı. Hasan iki haftadır başka bir hal tavır içindeydi. Dikkati dağılmış ve yanlış üzerine yanlış yapmaya başlamıştı. Ustası ne o Hasan aşık mı oldun lan diye bağırdığında evin kızı camdaydı ve duymuştu ustasının ona takıldığını. Atmak istemişti kendini iskeleden. İş bitimine üç gün kala Melisa ustanın yokluğunu fırsat bilip çıkmıştı gene iskeleye ve Hasan' a akşam bir yere gitmemesini arka bahçede onu beklemesini söylemişti. Hasan ölecek gibiydi Melisa iskeleden indiğinde. Gece olmak bilmemişti. Ustası hadi gidiyoruz dediğinde; Cemaller beni buradan alacak deyip ilk defa yalan söylemişti o gece ustasına.

Akşam hava kararmıştı ve arka bahçedeki çardakta Melisayı beklerken onlarca kez vazgeçti de nedense dönemedi sözünden. Melisa üzerinde kırmızı bir eşofman, sapsarı saçları ile gözüktüğünde karşıdan, nefessiz kalmıştı Hasan... Sabaha kadar konuştular o gece arka bahçedeki çardakta. Melisa sordu Hasan anlattı, Hasan sordu Melisa anlattı. Sabaha karşı üşüyünce her ikisi de Melisa sokuldu Hasan'ın sıcağına ve Hasan nefessiz sarıldı Melisa'ya. Melisa gün ağırırken tutturmuştu iskeleye çıkalım diye de Hasan ikna edememişti kalmayı çardakta. Çıktılar iskeleye dikkatlice, Hasan'ın kalbi duracak gibi oluyordu ustası aklına geldikçe. Ya yaklanırsa nasıl bakardı ustasının gözlerine bir daha. İskelede oturdular yanyana ve boğazın üzerinden günün doğumunu seyrettiler. Melisa dönüp öpmese Hasan'ı, Hasan asla cesaret edemezdi... Hayalin ötesindeydi yaşadıkları hayalin ötesindeydi boğazın manzarası...

O gün, o güneşli pazar sabahında görünce kırmızı eşofmanlı kızı ve arkasında yürüyen havalı çocuğu; ilk gençliğine, ilk heyecanına, ilk öpücüğüne, ilk aldanışına, ilk yürek acısına gitti Hasan'ın aklı ve daldı ufka... Bir daha hiç öyle doğmadı şu güneş benim dünyama dedi... Bir daha hiç öyle güzel olmadı manzaram benim...

Ustası aşağıdan seslendiğinde işine dönmesi gerektiğini fark etti ve son bir kez kızı aradı gözleri. Sahildeki iskelede çocuğun köpeği ile oyunlar oynuyordu kırmızı eşofmanlı kız ve çocuğa gülücükler veriyordu arada. Hasan ayağa kalktı dış cephe boyası yaptığı iskelede, sahildeki iskeleden gelen kızın kahkaları arasında son bir kez daha baktı ufka ve aşağıya bıraktı kendini bir anda...

01 Mayıs 2009

SEVMEK ÖLESİYE



Bir sevmek aldı beni seni görünce... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Eylül sabahıydı ilk kez gözlerini gördüğümde. Tanışmıyorduk ve hiç bilmiyorduk geleceğin bize hazırladığı; uzun, zorlu, tutku dolu günleri... Bir sevmek aldı beni seni bilince... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Kasım sabahıydı ilk kez elin elime değdiğinde. Tanımaya başlamıştık birbizirimizi ve farkındaydık geleceğin olası hazırlıklarının... Bir sevmek aldı beni seni tanıdıkça... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Ocak sabahıydı ilk kez yanağıma bir öpücük kondurduğunda. İstemeye başlamıştık birbirimizi ve biliyorduk daha fazla dayanamayacağımızı beklemeye... Bir sevmek aldı beni kokunu içime çektikçe... Hatırlar mısın bilmem; soğuk bir Şubat sabahıydı ilk kez güne uyandığımızda birlikte... Korkuyorduk büyünün bozulmasından ölesiye ve anlamıştık ayrı kalamayacağımızı birbirimizden... Bir sevmek aldı beni sabahlara birlikte uyandıkça... Hatırlar mısın bilmem; karlı bir Mart sabahıydı ilk kez beni aldattığında... Bakamamıştık gözlerimize acımasın içimiz diye ve kahroluyorduk sessizce, sen kendi köşende ben kendi köşemde... Bir hüzün aldı beni o sabahtan sonra... Ayrımına vardın mı bilmem; aylar ardı ardına sıralanmış gibi gözükse de gerçekte yıllar var her birinin arasında ...
Susmuştuktu o sabahtan sonra ikimiz de ve biliyorduk bir daha konuşamayacaktık üzerine... Bir acı aldı sevgimin yerini senden sonra... Farkında mısın bilmem güneşli bir Haziran sabahında veda ettim ben hayata.... Dualar okudular ardımdan sevenlerim ve biliyorlardı sebebim sendin.

BİR MAYIS GÜNÜ



Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... İlk defa gittiğim bir evde 5 kişinin hikayesini dinler bulmuştum kendimi bir gece öncesinde. Dinlediğim hikayelerin bende kalanlarını bulmaya çalışırken, radyodaki ses Taksim'e çıkmak isteyen grupları anlatıyordu. Yasağa karşı direnci anlıyordum da varolmaya karşı yok etmeyi anlamakta güçlük çekiyordum.

Bir mayıs sabahı, çocuktum, polis babamı joplarken ve annemi saçlarından sürüklerken... Anlamıyordum atılan sloganları ve bilemiyordum olanları. Korkmuştum çok ve sığınmak istemiştim güvenebileceğim bir yere. Elimden tuttuğunda annemin bir arkadaşı ağlıyordum belki de... Büyüdükçe anlıyordum yasaklananları da gene de anlayamıyordum yok etmeye çalışmayı...

Bir mayıs sabahı uyandığımda güneş vuruyordu yüzüme... Fotoğraf makinemi elime alıp, farklı hikayelerin bir araya getirdiği 4 kişiyi geride bırakıp çıktım evden. Farklı hayatların gözüme takılan hikayelerini yazmayı sevdiğimden, bazen tek başına çıkıp fotoğraflarım hayatı. Üzerine yazmayı severim, bilmem doğru mu yanlış mı, gerçek mi hayal mi ama severim aklımla duygularımı karıştırıp hikayeler uydurmayı.

Yaklaşık bir saati bulan yürüyüşüm sırasında çocukları, işçileri, sokak köpeklerini, bir hayat kadını ile 2 adamın kumsalda geçirdiği geceden arta kalanları ve terk edilmiş iskeleyi çektim Çektiğim her fotoğraf karesinde aklımdan üzerine yazmak üzere giriş cümleleri ve hatta bazen şöyle bitirmeliyim mutlaka dediğim cümleler geçti de not edecek kağıdım arabada kaldığından sinirlendim kendime. Sonra gülümsedim ve dedim ki kaç kez almışsındır kağıtla kalemi yanına da bir düşün bakalım kaç kez teşekkür etmişsindir kendine...

Çektiğim karelere tek tek bakarken oturduğum taşın üstünde, denize ulaşmanızı sağlayan beton basamakların kenarında kendine hayat bulan papatya ve ardında kareye giren - denizin her vurduğunda izini bıraktığı yosunlaşmış- taşlar takıldı gözüme. İki farklı odak noktası oluşturup fotoğrafladım gözümün takıldığını... Ana tema belliydi aslında... Neye odaklanırsanız onu görürsünüz hayatta... İşte bu cümle bitiş cümlesi olacaktı günümü anlatan hikayemde.

Neden mi olmadı?

Bir mayıs sabahı uyandığımda ve günün içinde olanları takip ederken başka bir soru daha fazla önem kazandı aklımda: Yasağa karşı dirençteki mantığı anlıyordum da varolmaya karşı yok etmekte nasıl bir mantık vardı, anlamıyordum ve kafam karışıyordu işte o noktada... Yoksa neye odaklandığınızla mı ilgiliydi herşey...

Hepimiz aynı kareye bakıyorduk da bazılarımız öndeki çiçeğe, bazılarımız arkada kalan yosun tutmuş taşları mı görüyorduk?



BİR MAYIS SABAHI BİRİ ANLATSIN BANA...



____________________________________


Fotoğrafdaki detayı görmek için üzerine tıklayın.

29 Nisan 2009

SEVMİYORUM MU?



Sevmiyorum gibi geliyor bazen seni... O bildik kasvetli havandan mıdır, soğukluğundan mıdır bilmem... Garip bir ilişki var seninle aramızda; bazen ol istiyorum bazen alabildiğine uzak ol benden. Bazen seninle dalıyorum hayallere, bazen sen varken yüzüme çarpıyor gerçeklikler... Nerede ne zaman karşıma çıkacağını bilmediğimden ürküyorum senden... Gelişini haber veren halin var ya senin, beni ürküten çocukluğumdan kalan bir anı belki de bende... Yoktun günlerdir, haber bile alamıyordum senden... Gelmez dedim bir kaç ay, uğramaz bizim buralara... Ama geldin. Ve ne geliş... Önce soğukluğun geldi... Sonra o ulaşılmaz havan. Gri en çok sevdiğin renk ki seni siyahlar içinde gören de olmuş.

Ben en çok renkli kemer dolanıp da beline, güneş rengi saçlarını salınca seviyorum aslında seni. Hani var ya bir bulutun ardından salına salına, hani utangaç bir halin var var ya, işte en çok o halini seviyorum. Bir de bazen sinirlenince kükreyip, yer yerinden oynarcasına ve hatta bardaktan boşanırcasına hallerin var ya... İşte o zamanlarda şömine başında, alıp da şarabımın en kırmızısını elime ve yüreğim doymuşken aşka, sesini dinleyişim var ki tek kişilik koltuğumda doyum olmuyor sana.

Bir de delirdiğim zamanlarım var şehre geldiğini duyunca, atarım o anda kendime sokaklara. Deli derler, hasta olacaksın derler ama ben tenimde isterim seni, umursamam kimin ne dediğini. Tenime dokun, ıslat bedenimi, saçlarımı okşa ve gözlerimden yaş olup ak yanaklarıma. Kimse bilmez sanarlar ki aşk bizimkisi... Değil, inan değil... Ben senin arkandan gelene aşığım aslında. Ben sen gidince gelecek olana hasretim en çok. Senin soğukluğun yok onda. Senin kasvetin, kibirin... Senin varlığının beni mutlu ediyor oluşu; eve dönünce sevdiğimin nefesine sığınışım. Sokuluşum koynuna ve doyasıya sevişişim aslında...


______________________________________


Fonda, Jimmy Smith - Summertime çalıyor...

Dört mum yaktım biri sana biri bana... Kalan ikisi geceye...

Kırmızı bir şarap dünden kalma, çıksa çıksa iki kadeh...

Yağmur yağıyor burada, haberin ola...

_____________________________________

Fotoğraf / In her Element © Richard Ford

YÜREĞİMİN UCU



Aşkın Nur Yengi - Karanfil

Kafasında çalan şarkı neden ve ne zaman takılmıştı bilemedi ama iki sabahtır mırıldanarak uyanıyordu güne.

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz
Duşunu aldı, güne gülümsüyordu da neden içinde garip bir sızı vardı bilemiyordu. Yorulmuştu bu hallerinden. Her gülümsemesi kırgınlığının sızlamasıyla sonuçlanıyordu da sanki artık gülümsemek bile istemiyor gibi bir halle açtı arabasının kapısını. Radyo istasyonu her zaman ki gibi NY Jazz Station'a ayarlanmıştı. Birden frekans karıştı ve günlerdir dilinin ucuna gelen şarkının sözleri arabanın tavanına çarparak cama, oradan da kulağının içine kadar girdi. beynin hücrelerinde öyle hızlı dolanıyordu ki yakalamak bile imkansızlaşıyordu. şarkı aniden bir anının kapalı kapısının önünde durdu. Kadının gözünden iki damla yaş geldi. Kadın radyoya uzandı ama radyo yerinde yoktu. Yol uzadıkça uzamış, Çeşme 45 yazan bir yol kenarı tabelasına takılı kalmıştı gözleri. Neler oluyordu anlamadı. Arabanın, direksiyonun, radyonun ve hayatın hakimiyetini kaybetmiş bir halde ilerlemişti ve yol onu çok sevdiği Çeşme'nin rüzgar değirmenlerinin olduğu noktaya getirmişti. Araba kendi kendine durduğunda Alaçatı girişindeydi. Arabanın direksiyonunu sahile ulaştıran yola kırdı. Radyo susmuştu. Ve direksiyonun hakimiyeti tekrar ona geçmişti. Kadın yüreğinin ucunu acıta acıta ve bağıra bağıra söyledi şarkının tamamını:
Ah benim örselenmiş incinmiş karanfilim
Bir sessiz çığlık gibi kırmızı masum narin
Bu ürkek bu al duruş söyle neden bu vazgeçiş
Ne oldu ümitlerine bu ne keder bu ne iç çekiş

Sen ki özgürlük kadar güzelsin, sevgi kadar özgür
O güzel başını uzat göklere, gül güneşlere gül

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz
Sahile vardığında ağlıyordu ve yüreğindekileri almıştı eline. Öptü bir iki kere, vazgeçer gibi oldu ama yapmak zorundaydı. Usulca denize bıraktı...

Bildik bir hikayenin hüzünlü sonu gibi geldi herşey ona. Baktı denize bıraktıklarına. Kurduğu hayaller bir bir batarken, son bir çığlık yükseldi denizin ortasında. Kadın sesin geldiği noktaya dikti korkak bakışlarını ve uzattı ellerini anıları terk etmek istemez gibi. Deniz soğuktu bu mevsimde. Rüzgar yüreğinin ucunda kalan son sızıyı yaladı, soğuk yüzüne vurdu, kadın bir iç çekti; derin...

Başını kaldırdı gökyüzüne... Yağmur çiseliyordu ve bir damla denk geldi gözüne. Eliyle sildi yaşını. Koydu ellerini gri renkli, bol paçalı kargo pantolonun cebine. Eşofman üstünün kapşonunu geçirdi başına. Ayağının dibindeki taşı aldı eline, attı denizin üzerine... Üç kere kaydırabilirsem veya daha fazla dedi... Kaymadı taş attığı gibi battı denizin dibine. Zaten dedi, zaten ümidim olsaydı tek başına mı olurdum ben bu sahil şeridinde. Arabasına doğru yürüdü. Şarkıyı mırıldanıyordu gene.

Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz





_____________________________________________________________
Söz: Sezen Aksu
Müzik : Sezen Aksu ve Uzay Heparı
Fotoğraf / flowers © diana

27 Nisan 2009

İYİ SAATTE OLSUNLAR




Halim Öyle - Zerrin Özer

İçimden geldi... Aslında kafamdan geçti... Yoksa içimden mi geldi...

Bilemedim siz karar verirsiniz okuyacak sabrı bulursanız tabii...

Şimdi durum şu; aslında yazmak istiyorum ama ifade edemiyorum. İfade ediyorum da tam olarak mı emin değilim. Söylemek istediklerimi değil de sanki söylenmemesi gerekenleri yazıyorum. Yoksa aslında tam da söylemek istediklerim mi yazdıklarım bilemiyorum. Bazen şaşıyorum bazen kalıyorum. Bazen akıyor kelimeler bazen tıkanıyor kalemimin ucu. Sanki tükenmez kalemim tükenmiş de yazamaz olmuşum. Siliyorum, yazıyorum... Yok, mantık olarak önce yazıyorum sonra siliyorum. Ama sanki önemli olan ne zaman silmeye başladığım. Kafamda oluştuğunda mı siliyorum ki onlar zaten yazılmamış oluyor dimi? Elim klavyyede harfleri basmaya başlayınca mı geri tuşu ile siliyorum yoksa kelime tamamlanıyor da okuyunca önce seçiyor, silmek gerek bunu diye düşünüyorum da mı siliyorum? Giderek karışıyor muyum? İyi saatte olsunlar, gidişatımı beğenmiyorum...


Hayatıma bakıyorum da, nerede duracağımı biliyor muyum? Mesela durmam gerektiğini bildiğim için mi susuyorum, sustuğum için mi durmuş oluyorum. Kafam karışınca neden işin içinden çıkamıyorum. Kendi kendime konuştuğum için mi deliyim mesela yoksa deli olduğum için mi kendi kendime konuşuyorum. Diyelim ki yazmamın sebebi kendi kendime konuştuğumu gizleme meselesi. O zaman ben yazdığım için deli olma ihtimalini mi seviyorum? İhtimal dışı bir sevme meselesinin yazı yazmak, deli olmak ve hattı zatında şu anda ardı ardına sıraladığım cümleler silsilesi ile bağlantısını kurabilen varsa beri gelsin. Yan yatsın çamura batsın. Olmadı çuvaldızı kendine batırsın. Acırsa insan olduğunu anlasın, acımazsa eşek cennetini boylasın. Oradan oraya zıplama yazışma şampiyonası seçmelerine katılma formunu bulan bana yollasın.

Form mu bulacaktık, formül mü? Formül iyidir... Aman işte birşey bulamayan taksın kafasına bir huni olmadı kulaklık, evde deli deli bağıra çağıra şarkı söyleyip dans etsin. Hayırdır diye sorana parti veriyorum desin. Evde yalnızsa soru soran kendisi mi acaba diye düşünsün, durumdan tedirgin olup hoplayıp zıplasın. Delirmeye beş kala, aşağıdaki komşu gelsin. Kapıyı açar açmaz, birini tepinerek öldürmeye çalışıyordum da desin. Komşu şaşkın şaşkın bakarken kahkahalar atsın...


Kandırdımmmmmmmmm

diye bağırsın. Bağırırken boğazına sinek kaçsın. Boğulurken çıkarttığı seslere gıcık olan alt komşu umursamayıp deli bu ya desin, dönsün gitsin. Anlaşmalı sinek uçarak uzaklaşsın.

Ne anlatıyorum ben diye durup düşünürken kadın... Aklına aklı gelsin.

Kadın durulsun. Dursun...

Dursun da kim yahu?


26 Nisan 2009

SIRADAN BİR PAZAR MI?

Sabah erkenden kalktım, kızarmış ekmek kokusu geldi burnuma. Dün akşamki partiden eser yoktu evde keyfimden başka. Gülümsedim.

Şımartılmak konusunda evrene gönderdiğim mesajın etkilerinin hala devam edişini şaşkınlıkla karşıladım. Geceyi düşündüm, önce balık rakı arkasından Teoman konseri... Eve döndüğümde Buraneros'un parti fikri ile karşılaşma, ev sahibi abi uyuduğu halde nezaketle keyifli sohbete devam eden kardeş Efsa ile geceyi uzatma... Pek güzeldi pek güzel...

Yataktan kalkmak konusunda tembellik yaptım bu sabah aslında. ADHD'm pik yaptığından arada kalkıp balkondaki çamaşırları topladım. Anne baba ile Mudanya'da dostlarla balık planı yaptım. Ütülerin kolay olanlarını bitirdim. Kahvaltı etmeden hemen önce tekrar yatağa uzandım ve sabah gazetelerini okudum. Keşke portakal suyu sıkıp getiren olsa dedim. Boş eve baktım. Evren bu kadarını da yapamaz herhalde dedim. Peki kızarmış ekmek kokusu da neyin nesiydi a dostlar, yoksa mutfakta birimi var? Gazeteleri bitince yataktan kalktım. Duşa girdim. Mis gibi koktum kendine, sevdim kendimi. Balkona çıktım güneşi gördüm, o bir film miydi...? Ama ben de görmüştüm güneşi işte hem de bulutkarın içinde. Güneş ısıttı çıplak kollarımı. Üzerime bir şey daha almam gerektiğine karar verdim. İçeri girdim. Evin kapısının önünden geçerken, dün aldığım 1001inci ayakkabımı özenle ayakkabı dolabına kaldırdım. Of ne olurdu dünyadaki bütün ayakkabılar benim olsaydı. Evren bunu yapabilirdi de ev o kadar büyük değildi. Sonra köşedeki parkta bir bankta uyumak zorunda kalabilirdim.
Daha fazla saçmalamadan hazırlıkları tamamlamak gerek. Baba dakiktir, 12 dedi mi tekerlek döner valla. Dün benim şoförlükten memnun kalmamış olacak zaar bugün ben gelip alırım seni dedi. İşte çaldı telefonum. Allahım daha sadece bir gözümde rimel var. Böyle çıksam ne olur ki dışarı. Aaaa kadına bak rimel sürmemiş bir gözüne mi diyecekler. Kim bakacak ki bana o kadar dikkatli. Annem kesin fark eder. Zaten babam da saçının boyası gelmiş diye söylenecek. Hiç sevmez ama napalım dün gez, bugün gez, akşam partile, gündüz balıkla... Vakit mi kalıyor bakım yapmaya... Bu ADHD için çözüm üretmek lazım. Gene pik yaptı fena halde. Bugünü benimle geçirmek üzere plan yapanların vay haline.
Ay gittim ben.
Öptüm iyi pazarlar...

25 Nisan 2009

ZAMAN


Fikret Kızılok - Güzel Ne Güzel Olmuşsun


_________________________________________________


Zaman akıp gidiyorken yokluğunda, içtenlikle güldüğüm kaç an kaydedebildim hafızama bilemedim. Karşıdaki boş arsada top oynarken sesleri gökyüzündeki martılara ulaşan kaygısız çocukları düşündüm. Ne içtendi gülüşleri ve hatta kavgaları bile. En son ne zaman böyle güldüm ben sahi. Peki ya son kavgam ne zamandı sevdama...




Sensizliğe alışmak değildi niyetim ama alıştım galiba. Gülümsüyorum hayata ve unutup gittiğim anlar giderek artıyordu da, dostlarla edilen kahvaltı masasında neden düştün aklıma bilemedim. Varlığında ne bulmuştum ki yokluğuna hayıflanıyordum o anda. Kızmadım desem yalan olur kendime, seni en güzel halinde aklıma getirişime...


Sonra hiç beklemedik bir anda, içiyorken çayımı balkonda ve bulmuyorken kafayı... uzaklaştın sen yine... Çocukların havanın kararmasıyla evlere dağılışı gibi dağıldı bendeki anıların... İşte tam da o anda bir ses duydum uzaktan, derinden, içten... Sana ait değildi sözler ve sesin yumuşaklığı asla üzerine uymayacak bir giysiydi. Dikkat kesildim sesin geldiği yöne...


"Güzel ne güzel olmuşsun..."




Kulağımda bir nağme, ses kimin bilemedim ilk başta ama bana söylensin istedim. Üzerime alınmak... Kuşanmak hatta ve bir daha hiç çıkartmamak istedim.


Sığındım içimi ısıtan sözlerine ve yitip gittim gözlerinde. 'Görmedin ki daha gözlerimi' dedi ses, 'gönül gözünü gördüm ben senin' diye cevap verdim sese... 'Yüreğini sevdim haberin yok biliyorum' diye ekledim duymasını istediğim bir ses yüksekliğiyle...




'Sen kimsin bilmiyorum ben, sormuyorum sana, sorgulamıyorum kendimi de' diye haykırdım da duyulmadı sesim kalabalıkta. Belki de bahçede kuşları dinliyordun kimbilir. Bahçedeki kuşlara haber salsam dedim, fısıldarlar mı acep kulağına:


Yokluğunda üşüdüm çok, varlığında ısıt beni diliyorum sadece. Sana söylemiyor oluşum utandığımdan değil inan. Sadece korkuyorum gitmenden... Fazla gelmemden yorulursun da kaçarsın diye sessizce bekliyorum köşede. Belki filmlerdeki gibi çarpışırız bir markette.


Kulağımda bir nağme, ses senin sesin biliyorum, bana söyle istiyorum. Üzerime alınıyorum. Bayram sabahı neşesiyle kuşanıyorum heyecanımı. Gece uyurken bile üzerimde kalsın istiyorum benliğime yüklediklerin. Kuşlara haber salıyorum bir kez daha, ilkini söylemeseler de bunu mutlaka sana iletsinler istiyorum:


Sığınmak istiyorum sıcaklığına ve yitip gitmek yüreğinde... Ki o yürek en güzel kelimeleri seçip gülümsetmişti, bir umutsuzluğun içinde yitip gittiğimde beni. Hafif kızgın, biraz şaşkın, çokça anlamış halini sevmiştim de bir şey söyleyememiştim üzerine.


Akşam ayazı vurdu diye kaçmadım içeriye. Mumları yaktım, Arielle Dombasle - Quizas, Quizas, Quizas dinliyorum, belki duyup gelirsin, Juilo Iglesias ile Arielle Dombasle gibi karşılıklı söyleriz diye düş kuruyorum ikimize.







Şarabı koydum belinden aşağısı yayvan, uzun boyunlu bir karafa; kırmızı, doygun, meyveli seçtim sen de seversin diye. 16 derecede içersin diye soğuttum önce. Peynir tabağı hazırladım ahşap üçgen bir tabağa... Üzümle süsledim sadece. Soyulmuş badem koydum üfleme camdan bir kaseye... Cigar aldım vişneli, hani canımız çekerse yakarız birer tane diye... Köşedeki çerezciye uğrayıp taze kahve çektirdim gece uzar da belki kahve içmek istersin diye. Hem şarabın yanına istemezse canın kahve ile de iyi gider cigar dimi ama?
_______________________________________







23 Nisan 2009

AYKIRI OLMAK

Neden güzel bahçedeki istenmeyen ayrık otu gibiyim bazen... Ve herşeyin olması gerektiği gibi olduğu bir dünyada nasıl bir duygudur ayrık otu olarak koparılırken biteviye ağlamak ama sesini duyuramamak.

Neden ihtiyaç duyulduğunda arananım da ben, diğer zamanlarda ayıklanıp ortadan kaldırılmak istenen... Hadi bana anlat lütfen: Ayrık otu olmayı ben mi seçtim de şimdi dikilip; nasıl arsız büyüyor, kurumadı kökü diye söyleniyorsun başımda.

Denemedin ki beni sevmeyi, istemedin ki beni bahçendeki gül kadar. Fark ettin mi bilmem ama ben de sevdiğin baharla geldim bahçene. Neden aslan ağzı, sümbül ve erguvan gülümsetiyor da yüzünü, beni görünce dönüyor gözlerinin feri. Olamam ki sen istedin diye ben gül. Dikenim yok acıtamam ki tenini.

Yağmur beni de yeşertiyor işte ve güneş yeşile döndürüyor rengimi. Aktarlara vermek için toplayan kadınların gözdesiyim ben. Yok etmek değil beni toplarken amaçları, onlar beni koparırken acımıyor köklerim benim. Beni acıtan senin yok etme isteğin. Sen değerimi bilmesen de varlığıma sevinenler var benim.

Hatırlar mısın sabahları en çok çiy benim kırılgan incecik kollarımda toplanırdı da, sen içime kadar sokulup çiyi severdin sadece... Aslında gözyaşlarımdı fotoğrafladığın, yok etme istediğine akan içimin acılarıydı parmağınla aldığın...

Şimdi bir aktarın cam kavanozunda bana sahip olmaktan mutlu olacak alıcımı bekliyorum ben. Son yolculuğumda mutluluk verecek olmaktan ağlayamıyorsam gözyaşlarım kalmadığından değil, kuruduğumdandır...


___________________________________________
Bu kadın gece vakti Happy Feet seyrediyor aslında.
Bazen ayrık otu olsa da seviyor kadın aykırı olmayı...


GÜLSÜN LİSESİ ve TEŞEKKÜR




Eva Cassidy - Time after time [live]
by Jo_Bidjoba



___________________________________________



TEŞEKKÜR


Bir Milyon Kalem editörlerinden hem Şebnem hem Özlem yazar mısın dediler... Yazarım dedim... Severek, isteyerek, gönülden... 'Gülsün Lisesi' yazım, katılımın son günü çıktı kalemimden... Bir çocuğun dilinden anlatmak istediğim bir hikaye, bir adamın dilinden döküldü. Bir Milyon Kalem'de yazımın altında Eva Cassidy'nin Time After Time şarkısı vardı ki, en sevdiklerimdendi...

Şimdi izninizle; Uzağa Giden Kadın'a; iyi şeylere vesile olma yolculuğunda benim tuzuma da değer verdiği için daha önce Ful Yaprakları ve Bekriya tarafından tarafıma verilmiş ve uygun devir zamanını bekleyen ödülümü vermek istiyorum. Ve bana iki ödül geldiği için bencillik yapmayıp diğerini de kelimelerini yüreği kadar sevdiğim Kırmızı Günlük'e vermek istedim.





____________________________________________


GÜLSÜN LİSESİ


“…
Yarın sabah erken kalk diye tembihlerdi analık geceden… İki kardeşiz biz, küçüğüm kız. Her tatil gelirdim analığın yanına. Yaşlanmıştı bir iyice. İstediği tutulmadı mı başlardı söylenmeye… Analık söylenmeye başladı mı bir kere, bizim ovalar gibi sonu gelmezdi. İş çok da ben de yapacak güç yok o zamanlar ama analığın lafını ikiletmezdim hiç. Anam ölmüş küçüğümü doğururken en daha iki yaşındaymışım. Bildim bileli analık ederdi bize. Severdim, sayardım yani. Laf söyletmezdim üzerine rahmetlinin. Onu kaybettiğimden beri ilk kez geldim köye. 3 yıl geçmiş üzerinden…

Çocukken babam sık sık şehre giderdi inşaatlarda çalışmaya diye. Gelirken de illa oyuncak getirirdi hem bana hem de Ayşe’ye… Ben öyle seslenirim ona aslında adı Gülsün… Anam onu doğururken ölmüş diye bari kızı gülsün demiş köyün büyüğü Gülsün olmuş adı. Ben Ayşe diye diye okulda da bellediler bunun adını Ayşe aşağı Ayşe yukarı. Sinir olurdu o zamanlar bana. Küser, kavga ederdik ama tutardık da birbirimizi.

Ayşe okula başladığında nasıl cılız, nasıl korkak… Öğretmenin oğlu Ulaş, ben, emmingilin oğlu Osman karar verdik bir gün Ayşe’yi korkutmaya. Çocuk aklımızla kurduk kumpası; kurbağa yakaladık dereden, koyduk bunun beslenme çantasına. İkinci teneffüste bir çığlık… Karşı tarladan duyulmuştur sesi. Hal böyle olunca müdür çağırdı bize odasına. Çete misiniz diye başladı bizi azarlamaya… Ders çalışacağınıza kafanızı nelerle meşgul ediyorsunuz diye bir azar, akşama dedi kursa kalacaksınız. Hiç kalmadıydık kursa ama duyardık köyün çocuklarından, müdür gelir okulun temizliğini falan yaptırırmış. Zil çaldı herkes dağıldı. Kaldık bir başımıza koca okulda. Müdür kalacaksınız dedi diye kımıldayamıyoruz da, az sonra köyün imamı gelmez mi, şaştık kaldık. Zaten Cuma’ya gitmiyoruz diye gördüğü yerde söylenip dururdu bize. Eyvah dedim yandık biz. Başladı sorular sormaya… Neden gelmiyorsunuz dedi hafta sonları kursa… Biz de cevap yok… Derslerde de adam akıllı dua ezberlemiyormuşsunuz. Ne olacaksınız aşımıza, mafya mı? Yok valla benim doktor olmak gibi bir niyetim var diyeceğim ama imam nasıl sinirli yerim tokadı diye susuyorum… Hem neden Cuma’lara gelinmiyor? Ulaş dayanamadı, “biz Salıları kılıyoruz Cuma niyetine, hem cami boş oluyor hem de ayak kokusu çekmiyoruz.” İmam kalktı ayağa bizde bir gülme krizi. Yedik sopayı oturduk aşağıya…

Bizim “çete”de herkesin bir hayali vardı o zamanlar… Üçümüz bir araya geldik mi en büyük keyfimiz, şehre gidip büyük adam olmaktı. Ben anama doktor bulunamamış diye doktor olmak isterdim, ölmesin analar diye. Ulaş anası gibi öğretmen olmak isterdi, köylerde daha çok çocuk okuyabilsin diye… Osman da mühendis olmak isterdi. Bilmezdik ki başka bir meslek o zamanlar. Ayşe’ye sorardım “ne olcan kız büyüyünce” diye. “Gelin” derdi. “Yahu…” derdim “sen hiç büyüyünce damat olmak isteyen erkek çocuk duydun mu? Hem gelin olacaksın da sonra ne olacaksın…” “Anne” derdi. Farklı bir şey de isteyemezdi ki, yoktu bizim köyde okuyan ortaokuldan sonra kız.. Lise ilçedeydi. Aklıma koymuştum kendim okursam, onu da okutacaktım.

Ortaokul birdeki Türkçe öğretmenim olmasa okuyamazdım ben ya… Rahmetli… Tuttu bir gün beni omzumdan “sen akıllı bir çocuksun, akıllı arkadaşların olursa adam olursun, akılsızlarla biraz daha takılırsan çoban olacaksın dağlara” dedi. Ortaokulda hayta bir grupla arkadaşlık ediyordum, işimiz gücümüz, köyün çeşmesine gelen kızlara takılmaktı. Derdimiz Fadime’yi samanlıkta kıstırmaktı yani… Hey gidi günler hey… Öğretmenim beni yatılı okula yazdırmasa, sonra da burs bulup okutmasa üniversitede… Bugünkü ben, ben olmazdım aslında. Analığı kaybedene kadar her yaz tatilinde, hem analığa hem de bu köye olan vefa borcumu ödemeye geldim tatillerimde. Hem çocuklara oyuncaklar getirdim şehirden, hem çocuklarıma göstermek istedim başka hayatlar olduğunu. Şimdi
ne Ulaş kaldı, ne Osman… Ulaş’ı içeri almışlar üniversitedeyken. Bir daha ne gören olmuş ne de duyan. Osman şehirde müteahhit olmuş. Bir daha da uğramamış köye… Ayşe, liseyi bitirdiğinde köye döndü, 3 yıl yatılılıktan sonra ilk defa. Ayşe köyün ilk lise okuyanı… Bir karşılama töreni yapıldı köyde sanırsın reisi cumhur geliyor köyü ziyarete… Üniversite’den öğretmen çıktıktan sonra evlendi ve harika bir gelin oldu. Kendi gibi öğretmen olan eşiyle gitti doğuya… Daha çok çocuk okuyabilsin diye uğraşıp duruyorlar onlarda. Çocuklara hayaller kurmasını öğretiyorlar. Ve kurdukları hayallerin gerçekleşmesi için beni ve kendilerini örnek gösteriyorlar. Çocuklar sadece mühendis, doktor, gelin olmuyor artık bugünlerde… Bambaşka hayalleri var hepsinin. Ve gerçekleştirmek için umutları…

Ben Kimya Mühendisliği’ni kazandım ama şimdi büyük bir şirketin Sorumluluk Projeleri Koordinatörü olarak çalışıyorum. Sami Bey’e teşekkür etmek istiyorum huzurlarınızda… Bu proje ilk konuşulmaya başlandığında “nerede yapalım okul binasını” diye sordu. Kendi köyüm hariç 5 alternatif sundum kendisine. Ertesi gün, “asıl senin köyde yokmuş okul” deyince, itiraf ediyorum, boynuna atlayacaktım… Hayalimdi ya analığın ya da Ayşe’nin adını taşıyan bir okul binası yapmak köye… Beni okutan öğretmenime de Allah’tan rahmet diliyorum. Biliyorum benimle gurur duyuyor ve görüyor beni. Okulun kütüphanesine onun adını vermekten ayrıca gururluyum. Laboratuarın adını da analığın adını koyduk.
Böylece ben bir hayalimi gerçekleştirmiş oldum.

Anılara daldı mı insan sözün sonu yok… Son bir iki şey eklemek istiyorum
müsaadelerinizle…

Hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin lütfen… Evet, benim hala hayallerim var çocuklara dair. Mesela, 23 Nisanlarda daha çok çocuğun yüzü gülsün istiyorum… Kimin, neden ve nasıl 23 Nisan’ı çocuklara armağan ettiğini bilsinler, anlasınlar, anlatsınlar istiyorum. Her çocuk kendi adını taşısın ve eğitim alabilsin istiyorum bu topraklarda… Her çocuk bir düş kurabilsin ve o düşün peşinden gidebilsin istiyorum. Biliyorum benimki karaya vurmuş denizyıldızlarının hikayesi ama her bir denizyıldızının onu tekrar denize atmaya gelecek insanı beklediğini bilerek, sırtımı dönüp gidemem ben… Lütfen sizler de gitmeyin… Ve unutmayın denize atılan her bir denizyıldızı, kurtarılan bir hayattır aslında…”


Köye gelmeyeli uzun zaman olmuştu ve bu defaki gelişim davet üzerineydi… Köyün girişine gelince heyecanım iki kat birden arttı. Kahvenin önünden geçerken eski tanıdık yüzleri görmek, onların gözündeki parıltıyı yakalamak çok mutlu etmişti beni. Şirketimin yaptıracağı okul binasının açılış töreninde, açılış konuşmasını benim yapmamı istemişlerdi ve kendinizi kısaca anlatın demişlerdi. Yol boyu, konuşmamı yazayım dedim ama sonradan doğaçlama olmasının daha samimi olacağına karar verdim. Kürsüye çıktığımda ve bütün köyü karşımda görünce kadınlı, erkekli, çoluk çocuk; nereden, nasıl başlayacağımı bilememiştim ama sonunun ne olması gerektiğini biliyordum. İnandığım ve söylemekten asla vazgeçmeyeceğim cümleyle bitirecektim konuşmamı: Denize atılan her bir denizyıldızı, kurtarılan bir hayattır aslında.


22 Nisan 2009

KUTLU OLSUN


23 Nisan

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız

Kutlu Olsun


Atatürk kimi sevdiklerine, "çocuk" diye seslenirdi. Atatürk'ü hep gözleri ışıl ışıl, yaşama sevinciyle dolu bir çocuk olarak düşünmüşümdür.Çocuk olabilmek, çocuk kalabilmek: Yeni, yaratıcı, meraklı, araştırıcı olmanın eşiğinde durmak değil midir? Bakmayın siz ruhbilim öğretilerinde dile getirilmeye çalışılan "içimizdeki çocuk" kavramı içinde tutulmaya zorlanan çocukluğu: Çocukluğun kuram aşın bir niteliği vardır. Kitap okunarak çocuk olunmaz. Çocukluk bir karakterdir. Elbette, bir ölçüde edinilebilir, İnsan çocukluğu keşfedebilir, ona ulaşmaya çabalayabilir. Nietzsche'nin Zerdüşt'ü üçlü evrimden söz eder: Sırasıyla, deveyken aslan, aslanken çocuk olmak: Evrimin bir anlamda ucunda durur çocukluk. Deve, isteyince çocuk olamaz. Çocukluk, yaşamın bir döneminde yaşanıp, yitirilir biyolojik olarak. Ruhun çocukluğa ulaşması ise, özgürlük ister, bağımsızlık. Ruh bağımsızlığına erişemeyenler çocuk olamazlar. Boynu bükük, bağımlılığı alışkanlıklarla yaşayan insanlar haline gelirler. Olgunluk, bana sorarsanız; çocukla yaşanan olgunluktur. Atatürk çocuktu: Yeniliğin, dönüşümün yılmadan ardında koşabilen, düş dünyası geniş, meraklı, araştıran. Atatürk çocuktu ve Cumhuriyetin çocuk kalmasını istedi hep: Her dem taze, her dem devingen, keşfedici, yaratıcı.(1)


_______________________


(1) Prof. Dr. Ahmet İnam (MPM Anahtar-Nisan 2003-Sayfa 20)(Cumhuriyet Bilim Teknik, s. 81)
(2) MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’TE ULUSAL EGEMENLİK ANLAYIŞI - Vaktiniz olursa okursunuz diye

KAYIP

Yüzümde kalan bir parça gülümseme
Yanılgılar yaşatıyor bana
İçimdeki devamına ulaşılamıyor olmak
Düşündürüyor beni son zamanlarda

Gülüşümü kaybettim dostlar
Bulursanız tez elden haber gönderin bana
İçimde bir yerlerde daha fazla büyümeden umutsuzluğun karalığı
Yerine koymam gerek gülümsemelerimin parlaklığını

Ve gözlerim ışıl ışıl olmalı yine ve yeniden
Aşık oldum zannetmeli bakan bir daha bakarken
Umut en yüce aşktan bile daha anlamlı kılarken bakışları
Bilir misiniz ey dostlar
Ölüme yakın durur umudu olmayanın haykırışları
_________________________________________________

Fotoğraf / effervescent perspective © Jennifer Short

ŞAPKA

Sen şimdi öyle oturuyorsun ya elinde bir sigara, diliyorsun ya gün geçsin, akşam olsun, karnım doysun yeter bana. Farkında değilsin. YAŞ ALIYORSUN. Bir gün önüne koyacaksın şapkanı, bakacaksın yaşanmışlıklara... İstemek yetmez sahip olmak için, bileceksin artık o yaşta.
Bazen yönünü değiştirmek lazım akışın: Kanatların olmasını isteyerek bir ömrü heba etme lüksün yok SAÇMALAMA ama kanatları olduğu için kuşlara yem verebilirsin mesela ve gökyüzünde süzülebildikleri için onların kanatlarına yükleyebilirsin umutlarını. Onlar taşırken sıcak diyarlara senin umutlarını, belki dinlendikleri bir zamanda umudunu gerçek yapacak biri gelir o anda kuşların yanına. Yüklediğin umutları alıp kuşların kanatlarından, sırtlanıp bir adam gücüyle mutluluğu, gelip yanına dikilir karşına. Bilemezsin ama dilersin...
Umutlarını gerçek yapacak olanın sen olduğunu ancak şapkanı önüne koyduğunda fark edersin.
Bence vakit var… Sence?
________________________
Fotoğraf / 1x.com

21 Nisan 2009

SAYENDE OLDUM MAYHOŞ




hafif sarhoşum bu gece
biraz mayhoşluk var üzerimde
gelme üzerime içtim dibine kadar diye
güzelleşti dünyam ben içince
her gece içerim sanma sakın kendi kendime
her an seni düşünmüyorum ki ben içeyim aklıma esince


sen uzaklaştın rakı şişede bittikçe
yakınlaştı kalamarla karides birbirine
fonda çalıyor cantaloop ben duramıyorum yerimde
dans da edilmez ki meyhanenin orta yerinde
en iyisi gidelim kumsala meyhanede kim varsa gelsin bizimle
yakalım bir ateş hıdırellez niyetine
atlayalım üzerinden becerebilir miyiz ki bu halde
ya yanarsa eteklerimiz ulaşır mı ki ateşi yüreğimize
aman boşver düşünme
ne kül kalır geriye ne de sis ulaşır gökyüzüne


öperim ben seni bugün doğdun diye
neden şaşırdın ki sen yine
yoksa doğumgünün değil mi senin bu gece
olsun koy cebine, zamanı gelince öp kendini benim yerime
ne güzel içtim değil mi ben yine
görmedin mi beni gökyüzünde
küçük ayının yanında almıştım yerimi
tencereye benziyordum noktalarımı birleştirince


şimdilik bu kadar dile geldi içim
içim dedim de geldi çişim
of ne olacak benim bu daldan dala konan halim
anladım olmaz yazdığımdan şiir benden de şair
sabah kalkınca olur muyum dersin saçmaladım diye pişman
ben sevmem kadını şişman
kedinin tekiri iyidir, balığın lüferi
olsa da koydum satırları birbiri ardına, olmasa da
sanıyorsan dünya güzel
yanılıyorsun be adam
benim kafam güzel diye dünya güzel bu gece
hatta inan sen bile daha bir güzel geldin gözüme


bir daha okudum da olmamış bu satırlar birbirinin peşi sıra
sen düzenle istersen sil baştan heceleri
geceler de güzel olur belki
zaten son of a preacher man çalıyor fonda
kimse kaldırmıyor beni dansa
sahi bu gece değil miydi senin partin
hadi durma kaldır beni dansa
sarmaş dolaş olalım seninle mum ışığında


canın isterse bu gece doğumgünün diye
sarılıp uyuruz birbirimize
nerden gelmiştim ben bu şahane fikre
içtim ya güzelleştim bir iyice
haklısın uyumak gerek şımarmadan bir iyice
dur bir şarkı tutayım ikimize
hem senin doğumgünün değil ki bu gece

buddy guy çalsın uyumadan hemen önce
sesi duvarlarda yankılansın ain't no sun shine diye
sarılıp nefesine karışayım hülyalara dalmadan önce
gecenin sessizliğini bölsün nefesimiz, ben kadının olayım bu gece
nereden gelmiştim ben kadının olma meselesine
şarkıyı mırıldanınca hatırladım iyi mi
içme sebebim oldun aklıma düşünce
hafif sarhoşum bu gece içtim diye
mayhoşsam tamamen senin sayende
_____________________________________

Fotoğraf / 1x.com


19 Nisan 2009

ŞÖYLE BÖYLE

Bir dostun şöyle bir yazısına yazdığım yorumun bana böyle bir günü getireceğinden henüz habersizdim...

Kalktım sabah erkenden, başının belasıyım ben onun aradım uyku gözümdeyken. Hadi kalk gidiyoruz dedim mümkünse hemen. Nereye dedi. Kahvaltıya dedim. Neden ki rüyanda mı gördün dedi. Hayır ama dedim gitmek gerek. Dur bir duşa gireyim, giyineyim dedi, 15 dakikan var dedim. Kapısına dikildim. Nasılsın sen dedi, şöyle böyle dedim. Hadi sür bakalım anıları bizi nereye götürecek dedi. Hayat Lokantası'na gittik. Nasıl da keyifli herkesler, güneş girmiş içeriye. Ama ben gittim en kuytuda bir köşeye. Bir şey demedi bana, anladı halimi. Oturduk bir masaya. Huysuzluğumla keyfim karışmış ne yapacağını bilmez bir halde, gazete istedim önce. Sonra portakal suyu sadece. İçtim lıkır lıkır portakal suyumu, okudum gazetemi haşır huşur, sinir oldum bazı haberlere sinirden kaşındım hıtır hıtır. Hiç konuşmadık bir süre. Nasıl güzel bir Zeki Müren çalıyor fonda şarkı tuttuk tabi hem ona hem bana hem de anılara...


Sonra Zeki Müren başladı inceden inceden, bir damla yaş süzüldü gözümden.

Eşlik ettim şarkıya...


"Alım balım peteğim... Gülüm dalım çiceğim... Bilsem ki öleceğim gene seni seveceğim"


Baktı bana, eğdi kafasını, uzattı elini önce, ben oralı olmayınca; bir peçete uzattı, omuz kıvamında. Kahvaltılıklar geldi çeşit çeşit... Fasılım gelmiş dedim. İstanbul'a gidelim dedi. Gidelim dedim. Line'na da gider miyiz dedim. Nasıl yani dedi. Şöyle böyle bir ruh halindeyim ya hem rock dinleyesim var hem de fasıl dedim. Tamam dedi. İki gece kalırız. Bir gece fasıl, bir gece Line yaparız. Yedik ne varsa önümüze konan, şarkılardan tuttuğumuz fallar ağlattı diye, kahve içip fal baktık geleceğimize. Karanlık çıktı benimkisi, karışık çıktı onunkisi. Ne olacak halimiz dedim. Ne varmış halimizde dedi. Yok birşey dedim. Yok tabi dedi. Güneş iyi gelir belki dedik. Çıktık gittik lokantadan öylece. Teşekkür etmeyi unutmadık elbette.


Çimlere basmak gerek dedim yalın ayak. Bir de uzanmak toprağa. Yürüdük yeşilin içinde. Laleler renk renk olmuş sırıtıyorlar yanlarından geçenlere. Bir ikisine dayanamadık fotoğraf çektirdik birlikte. Çıkarttık ayakkabılarımızı ve uzandık çimlere...Kitap okuduk bir süre ve müzik dinledik birlikte. Güneş ısıttı içimizi ve ben bıraktım içimdeki çiyleri çimenlerin üzerine. Biri hızlıca kaçtı gitti bir lalenin üzerine. Çocuğun biri geldi, baktı laleye dikkatlice, seslendi annesine " bak ağlamış bu lale" annesi dedi "saçmalama çiy o"... Çocuk ısrar etti hayır değil diye. Annesi de ısrarcı olunca "çiy sabahları olur" dedi çocuk yüksek bir sesle... Annesinin bilmez haline sinirlendi epeyce... "Günün bu saatinde olsa olsa bir damla gözyaşıdır bu" dedi kendi kendine, koşmaya başlamıştı ki, karşılaştık. Açtı avucunu. Lalenin üzerinde buldum size ait galiba dedi... Nereden anladın ki dedim... Gözleriniz ne kadar parlak bir bilseniz dedi, yeni yağmış yağmurun izleri var hala gözbebeklerinizde... Teşekkür ettim kendisine. Ağlayan mor dallara gidip bıraktım bu sefer çiyi, kimse görmeden döndüm arkamı gittim hızlı hızlı...

Kimse bulmasa da kurusa artık gözyaşlarım derken, Buket Uzuner'in kitabını getirmiş yanında, o müzik dinliyor diye hemen bir fal bakıverdim kendime... Bir sayfa açtım tesadüfi... Cezayir'de yazılmış. Bencil bir adama yazılmış, eski ile yeni kadın üzerinden yazılmış. Olacak iş mi şimdi bu dedim. Attım kitabı kafasına. Sen yürüyerek gidersin artık evine dedim. Ama benim ne suçum var ki dedi. Almasaydın kitabı yanına dedim, yürüdüm gittim. Koşup yetişti ardımdan, uzattı bir peçete daha diğer omuzunun niyetine. Ağlamadım o ana kadar ama içimdeki hatırlatmıştı kendisini. Oradaydı... Orada kalmak istiyordu. Yol boyu konuşmadık bir daha.


Eve girer girmez yazmak istedim bugünü. Şöyle böyle bir ruh halindeydim ya, şu saat oldu bir şey değişmedi. Gün güzeldi, çimler de öyle, laleler rengarenk, sümbüller kurumuştu güneşe yenik düşüp toprakta. Pembe bir çiçeği hatırladım yol boyu gülümseyen. Gülümseyerek daldım bir uykuya. Gördüğüm rüya kalsın artık yarına...








ÇİY

Her sevme başkadır ya ve her sevilen hiç bitmeyecekmiş gibi yaşanır ya... Ama nedense bir yerde, yürekte kalmışsa iz, hiç beklenmedik bir anda, nefesinin sıcağında mesela çıkıp gelir, kokusu başkadır ve tadı ve teni ve hissi ve sesi... Başkadır işte...

Sen bilirsin o anda içinde bir yerde mesela yürekte sıkışıp kalır bir sızı. Ne aşağıya ne yukarıya gider... Parmak ucuna kadar titremekle, boğazına düğümlenmek arasında bir yerde sıkışır genelde...

Gitti , bitti diye düşündüğün an gelir mutlaka mesela şimdi mi nerede, bilemezsin... Bir gün yüreğe girmeye başladığında yeni bir aşk yavaş yavaş hareketlenir o durduğu yerde, yerini kaptırma telaşı ile kendini mutlaka duyurur sana. Buradayım, gitmedim, gitmek istemiyorum diye... Sonrası mı, sonrası yüreğin genişliğine kalmış... Her sevdaya bir yer vardır mutlaka yüreğinle sevebildikten sonra...

Çıkıp bir ormanda yürümek lazım bu kadar anıyı kurcaladıktan sonra... Her birini bir dala, çiçeğe, çimene, böceğe yüklemek lazım kabaran sevgi pıtırcıklarını bir çiy tanesi kıvamında havaya salmak lazım...

İyi pazarlar...

_________________________________________

Not: Bir dosta düşülen nottu kendisi, yazmak istedim yüreğimden geçti diye kendi kişisel alanıma da...

Fotoğraf / 1x.com

17 Nisan 2009

YÜREĞİNE YAKIŞAN


biliyorsun değil mi?

sen taşı sevsen bir çiçek filizlenir ortasında
öyle büyük bir yürek seninkisi


biliyorsun değil mi?

kazananı hep karşındaki olan bir oyun seninkisi
sen bu savaşı en başında kaybetme gönüllüsü

biliyorsun değil mi?

sesini duymaya, elini tutmaya hasret onca sevdalı varken
sen istedin gene bildiğin, tanıdık, acı denizlerde yüzmeyi


biliyorsun değil mi?

gün gelecek kaçınılmaz benzer sonla karşılaştığında
bir tek dostların olacak rakı masasında hayata söverken

biliyorsun değil mi?

sevdanın başka başka yazıldığı haller de var bu hayatta...

sevildiğin, değer verildiğin ve el üstünde tutulduğun
yüreğine yakıştığı gibi bir sevda dilerim sana


______________________________________________

Fotoğraf / 1x.com

TAVŞAN KAÇ, TİLKİ TUT


gözkapaklarım gözkapaklarına düştü önce
sonra bir yangın sardı ormanları
bir tavşan bir tilki ile bir olmuş kaçmaya uğraşırken
açmaya çalıştım gözkapaklarımı
tam da o anda yangını söndürmek için filler girdi ormana
koca hortumlarıyla söndürdüler yangını da
kırdıkları ağaçlar ne olacak diye üzüldüm ben sonrasında

gözbebeklerim gözbebeklerine değdi önce
sonra bir kıvılcım sardı yüreğimi
bir dudak bir dudak ile bir olmuş öpüşürken
açtım gözbebeklerimi bir iyice
bir baktım sen kapatmışsın sımsıkı aksine
vardır dedim bir bildiği, kapadım gözbebeğimi ben de

bir de ne göreyim içimde
orman dediğim yürek
yangın dediğim sevda
tavşan dediğim ben
tilki dediğim sen
fil dediğim ilişkimiz
ağaç dediğim duygularımmış

gözlerimi açtığımda ve gördüğümde karşımda seni
"senin ağaçların da kırılmış olabilir mi filler geldiğinde"
diyecektim ki...
küllerinden doğup başlamıştın bile uçmaya...
oysa ne zümrüttün ne de anka
hatta ormanın bile yoktu ya senin


peki neydin sen öyleyse...


galiba,
geçiyordun ve uğradın bir gece vakti düşlerime
gözkapaklarım gözkapaklarına düştüğünde geç kalmıştım gerçeğe
TAVŞAN KAÇ, TİLKİ TUT BİR OYUN DEĞİL MİYDİ SADECE...



___________________________________________________________


Fotoğraf / Vigilant © Elin Torger