09 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 7

Haziran 2001, Bitmek Bilmeyen Bir Gece...

Kendimi sakinleştirmek istiyordum, tabağa biraz pilav koyup salona geldim. Bir kaç mum ile aydınlanan salonda dinlenme koltuğuna uzanıp, chop sticklerle pilavımı yemek istiyordum. Aklıma sahip çıkabilsem, yiyecektim de ama sanki attığım her lokma büyüyor, soluk boruma dayanıp beni nefessiz bırakıyordu. Salonun içinde bir o yana bir bu yana dolanmaktan dönen başıma; ağrılar önce giriyor, duruyor, ben tam geçti galiba diye düşünürken bu sefer de tam tersi bir hareketle yarıya kadar geri çıkıyor ve sarsıcı bir şiddetle bir kez daha saplanıyorlardı. Başımı duvara çarpmak istiyordum. İçki dolabına yöneldim, oysa içimde acı varken, içmenin keyif vermediğini, acıyı daha da keskinleştireceğini biliyordum, sakinleşmem lazımdı. Aklımda dolanan şüpheleri, öfkeleri, geçmişin izlerini, kırgınlıkları görmezden gelip, kulak kesilmemem gerekiyordu. Ama kesiliyordum. Kendimi dinlemek istemiyordum. Kendim kendime düşman gibiydim. Kendi kendimin katili bile olabilirdim.

Saat iki gibi eve geldiğinde, Sinan alkollüydü. Ben de... Salonda karanlıkta oturmuş, camdan dışarıya sabitlediğim gözlerimle; öfkemle tutuştuğum kavgadan galip gelmeye çalışıyordum. Saatler sonra tükenen gücüme rağmen pes etmemiş, ona yenik düşmemiştim. Sinan içeri girdiğinde, buz gibiydi. Bedeni öylesine soğuktu ki, içerinin havası değişmişti. Camın kenarında oturan beni fark edince, sessizce gelip yanımda durdu, kolunu boynuma attı ve ağlamaya başladı. Öfkemle ısınan bedenim, şimdi onun buzlarını çözüyordu. Acıma duygusu ile karışık bir sevgiyle sarıldım ona. Bunu da atlacağımızı sanıyordum.

Sinan, kendine geldiğinde ilk söylediği; "çocuğumuzu aldırmış" oldu. Sarsıldım. O kadar çabalamama rağmen ısınmayan bedeninin buzlarını bir çırpıda bana yüklemeyi başarmıştı. Sessiz kaldım. "Neden bunu bana yapıyor, neden..." diye haykırarak ağladığında, ondan tiksindiğimi fark ettim. Acıma duygusu yerini inanılmaz bir mide bulantısına bırakmıştı. O konuştukça her bir kelimesi, bir buz kütlesi gibi etrafımı sarıyordu, soğuk sularda çırpınma şansı bile bulamadan batıyordum, dibe... Biraz daha dibe...

"O gece var ya, hani kongreden erken döndüğün gece, o gece Zeynep, senden bir yarım saat önce çıkmıştı evden. Ucuz atlattım diye sevinmiştim. Sen bir tuhaflık olduğunu sezmiştin.  Çok sevdiğin mumu yaktım diye öfkelenmiştin. Zeynep, geçerken uğramıştı. Beni bilirsin, içeri gelme diyemedim. Konuşup sohbet ederken, elektirikler kesildi. Mumu yaktım. Konuşuyorduk, inan nasıl oldu bilmiyorum. İnan, öyle bir niyetim yoktu. Bir anlık, bir zayıflık işte... Bir andı. Hiç bir önemi yoktu. Ama bu gece gözümün içine baka baka söyledikleri... "

Cümlelerini daha fazla dinleyemedim. Ayağa kalkıp, suratına tükürdüm. O hızla kalkıp, kafamı tutup kafası ile vurdu. Bedenimin sarsıntısı geçince, kendimi yatağa attım. Ağlayarak geldi, sarıldı. Ağladım. Git bile diyemedim. O gece çok ağladım. O gece bildiğim bütün yanlışları, öğrendiğim bütün doğrularla değiştirebilmek için ağladım.O gece uykusuz gecelerimin ne ilki ne de sonuncusuydu. O gece, ağlayarak uyanmalarımın habercisiydi. O gece, bazı kalışların ve bazı vazgeçemeyişlerin kendi hayatımdaki yansımasıydı. O gece bitmek bilmeyen uzun, lanet bir geceydi.

_____________________________________Devam Edecek...

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 6

O gece hoca gelmedi eve... Gecenin ilerleyen saatlerinde, ritmin libidodaki atımları kuvvetlendi, bedenleri alev alev yanan bir kadın ve erkeğin kaçınılmaz tensel yakınlığı; Sıla'nın kadınlığı ile Sinan'ın  erkekliğinin karşılıklı meydan okumasıydı. Sinan, Sıla'nın elinden kadehi alıp, ahşap masaya Sıla'yı dayadı. Uzun uzun öptü. Bir kadını daha önce hiç öpmediği bi açlıkla öptü. Sıla bu dünyada değildi, bildiği bütün doğruları, öğrendiği bütün yanlışlarla değiştirmeye hazırdı. Sinan Sıla'yı belinden kavrayıp, masanın üzerine doğru uzattı. Kendinden geçmiş iki bedenin, kendinden geçen seslenişleri evin bütün duvarlarında dolaştı. Sinan, öylesine kendini kaybetmişti ki... Zeynep dedi... Bir parmak şıklatması ile zaman durdu, büyü bozuldu. "Zeynep" az önce duvarları dolaşan bütün zevkleri sildi, bütün inlemeleri susturdu. "Zeynep" bütün yanlışları teker teker Sıla'nın yüzüne kustu. Sinan, öfkeyle masadan uzaklaştı. Sıla beceriksiz bir telaşla, dağılan üstünü başını toparladı. Masadan aşağıya su gibi kaydı, hemen oracıkta halının sol köşesine birikti. Daha ileriye gidecek gücü olsa giderdi de, kalmamıştı. Bedeninin bütün enerjisi, ruhun bedenden ayrılması gibi yukarıya doğru sıyrıldı.

Sessizlik; kara bir orman gibi ürkütücüydü. Gövdeleri karanlıkta büyüyen ağaçlar, gecenin yırtıcı kuşları ve derin bir korku Sıla'nın üstüne üstüne geliyordu. Nefes almak Sıla için giderek zorlaştırıyordu. Sıla küçüldü, Sıla büzüştü. Bedenine verdiği sessiz ama ısrarcı komutlarla ayağa kalkmayı başardı, Sinan balkonda sigara üstüne sigara yakıyordu. Hiç sesini çıkartmadan salondan ayrılan Sıla, çatı katına çıkan merdivenlere geldiğinde, Sinan kapıyı kapatıp gitti. Sıla o gece ve sonraki geceler uyuyamayacağını biliyordu. Gözlerini kapadı, Sinan'ın onu sardığını düşündü. Kendinden bile korumak istercesine sımsıkı sardığını. Kendi düşüne inanmak istedi... Kendi düşüne inanıp, uykuya daldı. Sıla bütün gece kasıklarını tutarak uykusunda ağladı.


___________________________________________Devam Edecek...
 Fotoğraf / devianART

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 5

1999, Kaş Dönüşü, İlk Karşılaşma

Kaş'tan döndüklerinden beri Sinan'la karşılaşmamışlardı, ne o geceyi, ne sonraki dönüş yolcuğunu da konuşmamışlardı. Sıla, günlerce etkisinden kurtulamadığı için sürekli o masalsı geceyi ve dönüş yolundaki kahreden suskunluğu düşünüyordu. Ne olmuştu, pişman mıydı? Ya hoca fark ettiyse olup biteni, lanet olsun ki bir de o konu vardı.

Hoca o akşam Sıla'dan eve gelmesini istedi, çıkartacakları kitabın üzerinde çalışmak için fazla zaman ayıramıyorlardı, o nedenle haftasonu için de bir program yapmayarak, 2-3 günlük kıyafet ve laptopu alıp Hoca'ya geçiçi ikamet için yola koyuldu. Ihlamur Kasrı'ndan, iskeleye kadar yürüdü. 7-8 Hasanpaşa'dan atıştırmalık bir şeyler alıp, Beşiktaş pazarnın balıkçılarında göz banyosu yaptı. Akşama balık almayı düşündüyse de vazgeçti.

Oldum olası, kıyılar arasında küçük tekneleri tercih ederdi. Açık kısmına oturup, bir sigara tellendirmek en büyük zevktir herhalde diye düşünür, sigara içmediği için bunu sadece hayal ederdi. Açık kısma oturup, esen rüzgarın yüzüne verdiği esenliğin sonuna kadar keyfini sürerken onu görenler sigarasını az önce söndürdüğünü bile düşünebilirdi. Üsküdar'a inince, bir taksiye atladı, böylece Çengelköy manavlarından ve köşedeki simitçi fırınından bir kaç şey alabilecekti..

Eve vardığında onu karşılayan Ayşe oldu, hoca henüz gelmemişti. Ayşe kapıyı açar açmaz, Sinan Bey burada demese, donup kalmayacaktı kapıda. Bir an tereddüt etse de, Sinan'ın kapıya kadar gelip "ooooo küçük hanım, tüm ışıltınız ve güzelliğinizle bu berbat akşam üzerinin güneşi oldunuz adeta" nidalarıyla karşılayıp, nazikçe elini öptüğünde, bütün endişelerinden arınmış bir yeni yetmeye dönüşüvermişti yine. Nefret ederdi bu hallerinden, eli ayağına dolanır, sakar bir çocuk gibi taş üstünde taş bırakmazdı. Annanesinin kıçıyla dağları devirir benim ceylan gözlüm diye sevmelerinden sonra, koca popolu olacağı korkusunu yıllarca yenememesi de ayrı bir vaka analizi olurdu mutlaka.

Ayşe giderken, Sıla'ya bir şeyler der gibi bakınca, Sıla onu bahçeye kadar uğurladı. Ayşe, "Hoca telefon etti, geçikecekmiş. Dolapta yemek var. Çarşaflarınızı değiştirdim. Dün Sinan Bey burada kaldığı için... Bilmem bu gece de kalır mı?

Sıla, teşekkür edip uğurlarken, Ayşe'nin tedirginliğine bir anlam veremedi. Meraklı haline gülümseyip üzerinde düşünmeden bahçe katından üst kata yöneldi ve o anda neredeyse siteyi ayağa kaldıracak bir ses kulaklarını patlatıp geçti. Sinan'ın seçtiği müzik, en sevdiklerinden di, Hoca'nın plaklarına dokunma hakkı olan Sinan belli ki geceyi keyiflendirecekti.



Yukarı çıktığında Sinan onu kapıda karşıladı ve elini tutarak bir döndürme hareketi ile müziğin ritminde onunla birlikte salona kadar salındı. Sıla, gülümsüyordu, bir çocuğun en sevdiği oyuncağa kavuştuğu o andaki çoşkusu ile gülümsüyordu. Sinan grubun Paris'te verdiği son konseri anlatıyor, adeta kendinden geçmiş haline Sıla'yı da ortak etmek istiyordu. Zarif bir hareketle Sıla'yı geriye doğru yatırdı ve yüzüne doğru eğildi. Dudağını dudağına kadar getirip, gözlerinin içine aktı... Ve Sıla'yı kendi etrafından döndürerek elini bıraktı. Mutfağın salona açılan geniş kapısından içeri giren Sıla, yemek için seçenekleri sayarken, Sinan peynir tabağı ve atıştırmalık abur cubur istediğini söyleyerek bir şarap açtı.
Gece güzel olacaktı.


_________________________________________ Devam Edecek...
Buenos Vista Social Club
Görsel / Kaynağı Bilinmiyor

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 4

Haziran 1999, Kaş



Kasım Hoca: Zeynep gelmeyecek mi?
Sinan: Bu haftasonu Santa Fe'de olacakmış.
Sıla: Bayılıyorum şu kadına. Ne iş yapıyor demiştin...
Sinan: Yaratıcı Yönetmen...
Kasım Hoca: İç geçireceğine, seneye Güney Amerika'da kongre bul da ona katılalım bizde...

Dolu dolu kahkasını atması ile ayağa kalkması bir oluyor hocanın, teknenin hazır olduğunu bildiren kaptanın sesi ile hepsi toparlanıyor. Sinan geldiğinden beri ilk defa dalışa giderlerken, Hocanın ısrarı ile ekibe dahil olan Sıla, tekneyle açılmanın keyfini kaçırmıyor. O dalmasa da bol bol yüzüp, güneşin bedenini ısıtmasına izin veriyor.

Akşam üzeri, güneşin renklerini harmanlayıp sohbete, biralarını yudumlayıp keyiflerini çoğaltırken, Sinan'ın telefonu çalıyor. Yüzünde mutluluk yerine bir gerginlik, önce telefonun Zeynep'ten olduğunu anlamıyorlar. Bir süre sonra Sinan'ın sesi diğer müşterileri rahatsız edecek kadar yükseliyor. Sonra aniden susuyor. Yutkunuyor. "Sen bilirsin Zeynep" bir kaya gibi otelin havuzuna düşüyor. Her yan ıslanıyor, herkes üzerinde ne varsa kendini onunla korumaya çalışıp, kafalarını devekuşu misali gömüyor. Masaya döndüğünde, ne hoca ne Sıla ne de Sinan bir çift laf ediyor. Biralarından bir kaç yudum adıktan sonra, Sinan; "abi ben kalkayım, sizin de keyfinizi kaçırdım" deyip kalkıyor. Sıla, Sinan'ı ilk defa pes etmiş görüyor; bir arenanın orta yerinde, az önce açık pelerini ile gücüne güç katan matador, yere sinmiş, etrafta koşuşturan palyaçolar tarafından kurtarılmayı bekliyor. Aldığı darbelerle acısını belli etmese de giderken ardından kan damlıyor. Hoca, "yemeğe in diyor, rakı balık sensiz olmaz." O gece Sinan ne yemeğe ne de yemek sonrası Mehtaplı Geceler eğlencelerine katııyor.

Sıla, sürekli arkası dönük olan kapıya bıraksa da gözlerini, Sinan o gece uzunca bir süre gözükmüyor. Sıla, gidip yanına uzanmak istiyor. Öylece sessizce, yüreğini Sinan'ın yüreğinin yanına koyup bir uykuya daldığını hayal ediyor. Fasıl grubunun çalgıcıları gırtlak nameleri ile şarkıları dillendiriyor, o şarkıya hem hocasının hem de kendinin eşlik edişine tebessüm edip, feleğe küskünlüklerine kadeh kaldırışlarını görmezden gelip, yüklendikleri duyguları kendi içlerine gömüyorlar.





Hoca; "Aşkı, dermanı olmayan derde dönüştüren tüm yüreksizlere" diye bağırınca, ses buluyor sesi, "küsme be hoca, felek değil ki suçlusu, biziz..."

Sinan kocaman bakışlarını alıp yanına, oturuyor Sıla'nın karşısına. O gece içkiler su olup akıyor, her bir yürek suyu taşmaya hazırlanan barajlar gibi kapaklarını açıyor. Kadehe eklenen her buz, yürekten bir sızıyı döküyor, masa örtüsü yeniden dantel dantel işleniyor her bir gözyaşında. Masa tığ işi sızıyla örülmüş; göz nuru her bir iplik, her bir düğüm bir yürek emeği.

Hoca'nın ısrarı ile Sıla sazcılardan izin isteyip, çıplak ses bir şarkı söylüyor, Kaş susuyor, Meis ağlıyor...




_____________________________________________________________
Fotoğraf / İnternet
İlk şarkı Yeni Rakı Fasıl - Serap Kuzey - Ben Küskünüm Feleğe


08 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 3

Sıla o akşam eve geldiğinde Sinan evde yoktu. Mutfağa girip akşam yemeği için bir şeyler hazırlamak istedi, dolabı isteksizce açtı. Sinan'ı arasaydı da dışarıda mı yeselerdi diye düşündü. Aklına, Sinan'a ulaşamadığı geldi. Hem zaten uygun olsa, Sinan beni çoktan arardı diye düşündü. Dışarı çıkmaya da enerjisi yoktu. Soğuk tüm enerjisini emmişti. Bilekleri hala ağrıyordu. Dolabı kapadı. Tezgahta, ahşap yuvarlak bir tabakta duran portakala takıldı gözü, turuncusu içini ısıtır gibi oldu ama yetmedi o kadar çok üşümüştü ki, eline aldı yemek istercesine, bıraktı. Marketten aldığı amasya elmaların; yeşiline, kırmızısına, beyazına takıldı. Hareketleri yavaştı. Tezgahta duran, içerisinde taze fındık, badem ve kabak çekirdeği olan yeşil silikon kapaklı beyaz porselen saklama kabına uzandı. Kapağını özenle açtı ve içinden birer ikişer seçerek, avucuna doldurdukları ile salona geçti. Bir tane badem yere düştü. Eğilip almak istedi, vazgeçti. Ayağı ile itmeyi ananesinin "ağlar sonrası" aklına geldiği için yapmak istemedi. Bir badem bile olsa, bugünlerde kimseyi ağlatmak istemediğini fark etti.

Sinan'ın telefonu cevap vermiyordu. Çekim uzamış olmalıydı. Salonda televizyon ünitesinin üzerinde bulunan dört adet tea light mumu yaktı, yeşil olanından bir elma kokusu salonu sardı.  Gelinciklerin olduğu kırmızı ağırlıklı tablonun olduğu duvara bir kaç tablo daha almak gerek diye düşündü. Dinlenme koltuğuna uzanmak üzereydi ki, masanın üzerinde bir kağıt fark etti. Gidip almaya üşendi. İçinde tarifsiz bir sıkıntı giderek büyüyor, büyüyor, büyüyordu. Koltuğa uzanmaktan vazgeçip televizyonun karşısındaki büyükçe, oturduğunda içine gömüldüğü koltuğa geçip, bir iki yastığı kendine destek yaparak yığıldı bir süre... İsteksizliği, sıkıntısı ile birleşiyordu da hangisi hangisini körüklüyordu bilmiyordu. Koltuğun hemen yan tarafında duran kalınca, yeşilli beyazlı  mumlara baktı. Beyaz olan yarılanmıştı. Aklı, bir kongre sonrası eve gelişindeki tatsız kavgayı ve yatak odasındaki yarım beyaz mumu yüreğine getirdi.  O zaman içinde kopan bağ, zangır zangır titredi, yıkılmak üzere olan ip köprünün, tahtalarının tek tek aşağıdaki ırmağa düşerken çıkarttığı sesler içinde yankılandı. Göğsünün daralmasını, sıkışmasını bir mengeneye benzetti. Sıktıkça sıktı... Gıcırdadıkca gıcırdadı. Sağ eliyle sol yanını tuttu. Daha önce aldığı yarayı kaşıdı. Yarası kanadı. Yarasının kanamasını durduracak bir şarkı bulmak üzere kalkıp, dvd çaların play tuşuna bastırdı. Sanki yüreğine bastırır gibi bastırdı. Sanki kanamayacakmış artık gibi bastırdı. Kendi canını acıttığını fark edinceye kadar bastırdı.


Kalkıp mutfağa gitti. Dolabı açtı, soğuğu yüzüne çarptı. Gözlerini kocaman açtı. Daha fazla üşümek istemiyordu. Sebze raflarında beyaz lahanayı gördü. Kendi uğdurduğu lahanalı pilavdan yapmaya karar verdi. Hem hafif oluyordu hem de çin yemeklerini andırdığı için lezzeti hoşuna gidiyordu. Hep dikkatini birşeylere verirse, onu bir kemirgen gibi kemirmekten vazgeçmeyen korkusunu kovmaya başarabilirdi. Sinan ne zaman telefonunu kapasa aynı mengenede kendini sıkışmış bulurdu. Mengeneden kurtulmanın tek yolu, mengenenin varlığından uzaklaşmaktı.

Bir soğanın acısını uzun uzun kesti ve azıcık zeytin yağında bir çay kaşığı esmer şeker ile kavrulmaya bıraktı, çıkan sese kulak kabarttı, kendi yürek kavrukluğunun kızgın ateşe bırakılmış soğanlar gibi karalar bağladını düşündü. Soğanın kesilen bütün acıları, birleşip, intikam almak istercesine gözünü yaktı. Gözünden gelen yaşa bahane bulmak kolaydı. Soğanı ekeni suçladı. "Böyle de osurulmaz ki..." Kahkahalarla güldü... Çocukluğundan beri acı soğanla osuruğun nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmezdi. Ama her soğan gözünü yaktığında benzer bir cümleyi yüksek sesle söylerdi. Lahanaları küçük küçük doğrayıp içine atarken soğanların sadece pembeleştiğine sevindi. Birarada biraz kavurduktan sonra hardal, köri ve tavuk suyu ile hazırladığı sosu üzerine boca etti. Çıkan buharla, gözündeki bir iki damla yaşı kapadı. Küçük su bardağı ile ölçülendirdiği yasmin pirinçleri atıp, eksik kalan suyu tamamladı ve mum alevinden kısık bir ateşte 20 dakika pişirmeye bıraktı.

Salona döndüğünde masanın üzerindeki kağıda gözü takıldı, unutmuştu. Masaya doğru yaklaştı, el yazısı ile bırakılan notu eline alır almaz, arabadan inip kapıyı kapatırken nasıl elektirik çarpıyorsa işte öyle bir elektirik elinden girip yüreğine kadar ulaştı. Eline alıp, okudu... Hızla... Okudu...  Yavaş yavaş... Kelimeler büyüyerek gözüne giriyordu, oradan izledikleri yol nasıl olup da yüreği buluyorsa, nasıl bir bıçak saplanıyorsa, yüreği de benzer bir yolu izleyip yarası ile karşılaşıyordu, yarasını kanatıyordu. Karşılıklı bir düelloya tutuşmuş aşk ve kırgınlık, bilmem kaçıncı savaşını yapmak üzere yürek denen o koca meydana çıkmıştı. Yaşanan her an, meydanda saf tutmuş, bağırıyordu.  Yara alan her aşkta olduğu gibi, ölümüne değilse kazanmak ya da kaybetmek diye bir şey yoktu. Kırgınlık da, aşk da girdikleri düellodan berabere çıkıyorsa, yüreğe atılıyordu derin bir kesik daha.

Not kağıdını elinde buruşturdu... Elini öyle bir yumruk yaptı ki, sanırsın bir daha açılmayacaktı. Kendi sesinden ürkene kadar bağırdı... Kendi sesi, duvara çarpıp, suratına yumruk gibi vuruncaya kadar bağırdı. Sesi kısılıp da kendi sesini bile duymaz oluncaya kadar bağırdı.

"Zeynep'in batsın... Zeynep'in BATSINNNNNN..."



_______________________________________________________Devam Edecek...
Müzik / Ayo - Help is coming...

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 2

Paltomu alıp binayı terk ederken, camda asılı kalan gözlerini yüreğine koyduğunu fark ediyorum. Karda uzun uzun yürümeye karar veriyorum. Her yanım ıslanıyor, üşüyorum. Bazı vazgeçişleri ve bazı kalışları anlamıyorum. Camdan belli belirsiz duyulan şarkıyı biliyorum, bu şarkıyı her seferinde onun için, elinde kadehle dinlediğini biliyorum. Onun bu arabesk hallerine şaşırsam da, evine gitmek istemeyişini anlıyorum.

Söz ettiği kadını tanıyorum; gerek hocanın asistanı oluşumdan gerekse uzun sohbet gecelerinden zamanla arkadaşlığa dönüşen tanışıklığımızda, hoca ile paylaştığımızdan fazlasını paylaşıyoruz zaman içinde onunla. Kadın olma ve kadının kadını anlama hallerinden belki, daha çok sır var paylaşılan ve gömülen aramızda. Neredeyse benden 20 yaş büyük ve hocayla da arasında 2-3 yaş var ya da yok. Hoca ile tanıştıklarında, diğer bir anabilim dalında asistan o. Hiç evlenmemiş. İstemiş ama ilk ve tek aşkı da yarım kalmış. Biri kısmetimi bağladı diyor kahkahalar atarak, geriye inanacak bir şey kalmadığını vurguluyor kahkahaları anlıyorum.

Dilimin ucunda şarkıyı mırıldanırken, düşünüyorum:






Kadının bir gün önce, "neden onunla denemiyorsun" dediğimdeki "çünkü boğuyor beni"sine takılıyorum. Kendine güvensiz her sevdalının karşısındakini boğduğunu fark ediyorum. Yüreğinde yaraları kapanmamış bir insanın severken, karşısındakini hırpaladığını fark ediyorum. "Peki sen neden ona güvenmesi için bir şans tanımıyorsun, neden o adamı hayatından çıkartıp, onun sana güvenmesini sağlamıyorsun" dediğimde, yüzü değişiyor, gözlerini bu sefer pencereye asılı bırakan o oluyor. "Ben onu hayatımdan çıkartmak istemiyorum ki. Gün içinde aramasını, sormasını, sesini duymayı seviyorum, hayatımda kalsın istiyorum. İnan artık aşık değilim ben ona ama seviyorum. Ama o bunu anlamıyor, benim üzerimde bir baskı kurarak, onunla arkadaşlığıma laf ederek, sürekli üzerime geliyor. Sanki ben aşıkmışım hala gibi, değilimi anlamıyor". Karşımda o anda, 15 yaşında gözü yaşlı bir kız çocuğunun aldığı ilk aşk yarasından geriye kalan halleri resmediliyor. İçim ona ardı ardına sorular soruyor; en çok "sen acıtılsaydın bu şekilde belki sen de benzer bir davranışı sergilerdin, bilemezkin ki" demek istiyorum ama susuyorum, anlamaya çalışarak dinlemeye devam ediyorum. Sesinin yükselmesinden fark ediyorum ki; onun da baş edebildiği bir durum değil bu. "Biliyorsun değil mi, kendi mutluluğun için birinden vazgeçmen gerek." diyorum. "O beni boğuyor" diyor. O zaman anlıyorum. Kendi davranış biçiminin yol açtığı bu durumun faturasını sadece ona kesiyor. O faturanın bedeli öyle ağır ki, ne faturayı kesen, ne de faturayı ödeyecek olan bu yükü kaldıramıyor. "Belki de onu yeterince sevmiyorsun" diyorum. "Vazgeçeçek kadar değil, evet" diyor.  Sinan'ın sözleri aklıma geliyor,



 - İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır.-

O konuşmaları hatırladıkça, adımlarım hızlanıyor, yağan kara karışan öfkem giderek katlanıyor. Kafam karışıyor, aklım almıyor. Bu; ne yardan ne serden vazgeçemeyişlere benim yüreğim katlanmıyor. Bencilce bir durumu ortaya koyma hali gibi geliyor, ben buyum arkadaş seversen ya böyle seversin ya da kapı orada halleri benim sevgi anlayışımla bağdaşmıyor.  Öfkem yağan kara karışıp, giderek sulu sepken bir hal alıyor. Ağlamaklı halim beni çileden çıkartıyor. Öfkemi bastırabilmek için, ayağımın altındaki beton ile aramda kalan kara daha sert, daha sert, daha sert basıyorum öyle ki, ayaklarım bileklerinden itibaren ağrıyor.

Arabama biner binmez beni sakinleştirecek radyo istasyonunu açıyorum. Nisan'da katılmayı planladığımız, Cape May Jazz Festival'i hayal ederek, müziğin ritmine kendimi kaptırıyorum. Yol boyu, sevmek biçimleri, halleri, yaraları üzerine düşünüyorum. Dışarıda kar yağıyor, ben üşüyorum.




__________________________________________________________Devam Edecek...
Dil ucunda mırıldanılan şarkı / Gücüm Yetene Kadar

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 1

Ocak 2001, 3 yıl sonra...

Doçentlik yemeğinden beri hocama uğramamıştım. Neredeyse, 10 gün olmuştu. Bu bizim için uzun bir süreydi. O akşamüstü; ofise uğradım. Camın hemen önündeki küçük yuvarlak masaya oturmuş hem konuşuyor hem de yağan karı seyrediyorduk.  Sinan'ı sordu, yaklaşık bir yıldır aynı evde yaşıyorduk, herşeyin yolunda gidiyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirip, çok yakışıyorsunuz, çok deyip duruyordu. Gözlerine baktım, ulaşılmaz karlı tepeler gibi soğuktu, ulaşılmaz karlı tepeleri aydınlatan ışık hüzmeleri sanki yok olmuştu. Bir sis perdesi, olanca lacivertliği ile insanı hapseden ve kolay kolay insanın kendine gelmesine engel olan o gözlerini kaplamıştı. Yine oradaydı, yine o çıkamadığı labirentte bir yana bir bu yana, kapana kısılmış bir fare çaresizliğinde, sonunda pes etmiş ve bir köşeye sinmişti. O köşe; aslında ne zaman daralsa, ne zaman bir nefeslik canı kalsa sığındığı limanıydı.

Kasım Hoca, yıllar öncesinin o gizemli telefon konuşmasını, bir gece Sinan'ın da olduğu bir ortamda uzun uzadığa anlatmış, hem benim, hem Sinan'ın ağzını bir karış açık bırakmıştı.


"Bir gün onun makalesi üzerinde çalışıyorduk. O adam geldi. Ben o zaman evliydim. Onu öyle çok seviyordum ki, boşanana kadar onunla ilgili hislerimi söylememeye ve onu incitmemeye karar vermiştim. Boşanma davası sürüyordu. O gün öğle yemeğine beraber gittik. O zaman fark ettim ki, adamın ilgisi var, bizimki de yeni yetmelerin flörtöz pozlarıyla saçını bir omuzdan bir omuza atıyor. O adam onunla ilgilenirken ve ben henüz boşanmaışken ve üstelik, eski eşimin ne seninle nesensiz tavrı nedeniyle boşanmamnın ne zaman sonuçlanacağı belli değilken,  seven gözlerimin daha fazla acımaması ve yüreğimin az önce alev alan benzin misali bedenimi de sarmaması için bir bahane uydurup, kalktım masadan. Günler sonra, bir akşam yemeği programını ve heyecanlarını bana anlattırken, elimde tutamayacağım bir sevdanın, gitmesine göz yumdum. Zaten başka ne yapabilirdim ki... Günlerce tek kelime konuşmadım kimseyle, adeta yaşama küsmüştüm. O zaman fark ettim, ben aslında aşıktım. Ya da ben adına aşk diyorum. Aylar sonra adamın evli olduğu çıktı ortaya. Ağlayarak bana geldi. Saatlerce teselli ettim. Omzuma koydu başını, eğer ten denirse, değmişti işte... İlk defa saçının kokusunu o zaman duydum. İçime öyle bir çektim ki... Şimdi bile duyarım... (Gözlerinin dalışından, susuşundan anlaşılıyordu, o anda orada o kokuyu duyuyordu, sessizce bekledim.) Günlerce kendine gelemedi. Günlerce ağladı. O adama çok aşık olmuştu. O adamı çok sevmişti. O adama çok inanmıştı. Yanından hiç ayrılmadım. Boşanma davası sonuçlanır sonuçlanmaz onu ne kadar sevdiğimi söyledim. Şaşırdı hlaliyle... Dona kaldı. Yüzüme baktı. Gözlerimin içine... Menekşe gözleri içimi yaktı. Ben de seni seviyorum ama senin gibi değil dedi. Keşke demeseydi... Keşke demeseydim..."


Sinan'la o gece üzerine bir daha hiç konuşmadık. Dağlar kadar güçlü adamın, okyanuslar kadar sonsuz hüznünde boğulmayı göze alamadık.


O gece o camın önünde, yine benzer bir okyanusa açmıştı yelkenlerini,  yalnızlık gücünü iyiden iyiye tüketmişti, karşılığı olamayacak bir sevdaya düşüşten kurtulamayışına bir yanı öfkeliydi, öfkesi derin maviliklerde yelken alırken kabaran denizler gibiydi. Ve sevdası, ne olursa olsun onu karaya ulaştıracak dümeniydi. Bırakmıyordu... Bırakmayacaktı. Gücü iyiden iyiye zayıflamıştı. Neredeyse ayık gezdiği gün sayısı kalmamıştı. Öğrenciler şikayetçi bile olmuşlardı. Hocama baktıkça, bir sevdanın bir insanı bitirişindeki diş izlerini görüyordum, kemirilen sadece yüreği değildi üztelik.  Biz sevdaları çoğaltan olarak bellememiş miydik? 


İşten çıkıp servise doğru yürüyen kalabalığın içinde onu gördük; hoca, gözleri ile bir süre takip etti sevdalısını, ta ki gözden kayboluncaya dek. Üzgündü. Alışa geldik bir tartışmaya teslim etmişlerdi herşeyi. Ama çekip gidemiyordu işte. Duruyordu. Durdukça küçülüyordu. "Sen bilir misin" dedi "karşındaki seni hor görürken sevmeyi, bilir misin ne çok acıtır." "Neden gitmiyorsun" dedim, "gidemem" dedi, "gidersem yaşamın bir anlamı kalmaz. 64 yaşındayım. Beni hayata bağlayanın o olduğunu fark ettim. Yaşamak için elimdeki tek neden o. Bilmediğim denizlere açılacak kadar güçlü değil ki artık gövdem ilk rüzgarda alabora olur devrilirim." Titriyordu. Sanırsın dışarının lapa lapa karları üzerine üzerine yağıyordu. 

O bildik suların bildik fırtınalarını daha önce nasıl atlattıysa öyle atlatacaktı bundan sonrakileri de, çünkü bu denizi; rengini, kokusunu, rüzgarını, öfkesini, sığ yerlerini, derinlerini avucunun içi gibi biliyordu. Ya da bildiğini sanıyordu.

17 yıllık evliliğini bitirmişti ama bir kez bile elini tutmadığı bir kadına hayır diyemiyordu. Bunu anlamakta güçlük çekiyordum. Bitirip, arkadasını dönüp gidemiyordu. Yeniden başlayamıyordu. Takılmış bir plak gibi sürekli, "Emek verdim" diyordu, sorum hep aynıydı; "Karına emek vermemiş miydin?", "o başka" diyordu. Onun akademiadaki gücünü, saygınlığını ve başarılarını düşününce, içinde bulunduğu bu kısır döngüye bir anlam veremiyordum. Ama sonra gözümün önüne, sağ eliyle sol yanını tutuşu geliyordu. Susuyordum, bir damla gözyaşımın içime akmasına engel olamıyordum.

Hocama baktım, uçsuz bucaksız ovalara bakar gibi, uzun uzun baktım. Anlamaya çalışarak, anladığımı sanarak baktım. O da bakıyordu. Belli ki o da anlamaya çalışarak, anladığını sanarak bakıyordu. Kadın gözden kaybolduktan sonra bile gözleri pencerede takılı kaldı. Boşlukta sallanıyordu. Birden bire düğmesine basılmış bir plak gibi, kaygılı, titrek ve sızan bir sesle konuşmaya başladı:

"Ne garip düşünsene, o da ben de aşığız ve yanyanayız ama birlikte değiliz. Düşününce komik geliyor."

"Bildiğimden beri komik gelmiyor bana" diyebildim. "O, adamdan hiç vazgeçmedi biliyor musun?  dediğinde, "Biliyorum" diyemedim. Çok istedim ama diyemedim. Ben birşey demeyince o devam etti. "Ben de ondan... Defalarca giderim dedim ama bir kere bile gidemedim. Artık gitmeyeceğimi biliyor, o yüzden bunu yapıyor bana, ya da belki de o gidemeyeceği için benim gitmemi bekliyor."

"Böyle yaşanmaz ki" diyorum. "Artık onsuz yaşayamam ki" diyor. Gözleri; soğuktan sıcağa girildiğinde buğulanan gözlük camları gibi oluyor, artık ona dair hiç bir şey görülmüyor, o artık hiç bir şey görmüyor.

Binanın ışıkları tek tek kapanırken, "Bir biz kaldık" diyorum, "sen git" diyor. Eve gitmeyecek misiniz diyorum, "ev içinde bir nefes daha olunca anlamlıdır" diyor. Oysa ben o evi ne çok severim... Hele de o çatı katını. Dudaklarıma doğru inmek üzere olan o sıcak gülümsememe engel oluyorum. Ben eşyalarımı toplarken, o dolabından bir vokta çıkartıyor. "Gece soğuk ve uzun" diyor gülümseyerek. "Gece soğuk ve uzun" diyorum gülümsemesine karşılık vererek. "Okunacak makaleler de azaldı" diyor, "Sizin için diyorum, benim yolum daha çok uzun"


___________________________________________________Devam Edecek...
Fotoğraf / devianART