03 Ekim 2010

İnsanı Sev

Bu sabah da erken kalktım her sabah olduğu gibi. İçimde tuhaf bir hazır olma isteği. Neye, ne için, neden bilmeden. Duş alıp günü çiçek kokuları içinde karşıladım. Uzun zamandır içmediğim kahvenin kokusu karışınca havaya, mutfağın yolunu tutup kendime bir kahve yaptım. Gün güzel... Ben de. Bir eşofman altı, üzerinde beyaz ince ama kollu bir tişört... Rahatım. Keyfimi katlayacak olan müziğe uzanıyor elim. Buikanın hüzünlü sesi içimde. Derinlerimdeki hüznü bulup kuruluyor yüreğime. Yüreğim kırgın. Bir umarıma takılı kalmış bekleyişin yarattığı kırgınlığı defalarca yaşadım. Neden hâlâ derseniz, yüreğimin hafızası yok derim. Bu kadar basit, bu kadar dolanbaçsız.

Çalan telefonla irkildi anılarım, kaçıştılar sağa sola. Zaten nicedir ürkekler hayata. Annem; hadi kahvaltıya gel, dedi. Hazırdım zaten, dedim. Yola koyuldum, Buikanın sesi adımlarımda. Yürümek yeni doğan güne ve yaşadığın güzelliklerin farkında olmak, teşekkür etmek her birine ne de sonsuz kılıyor içimdeki sevgiyi. Evet, hiç kuşkum yok yaşama dair, seviyorum.

Güzel bir kahvaltı sofrasının sıcaklığı sarmış evin dört bir yanını. Çocukluğumla selamlaşıp geçtim masanın baş köşesine kuruldum. Ben yine çocuktum. Annemle babamın ışıldayan gözlerinde, sevginin saf halini görüp, yaşama kaldığım yerden bir kez daha tutundum.

Kahvaltı sonrası çıkılacak olan köylü pazarını memnuniyetle kabul edip, onlarla yola koyuldum. Toprağının kokusu üzerinde; maruldan, rokadan ve taze soğandan aldım. Balıkçı tezgahında, asma yaprağında sardalya muhabbeti yapıp, levreği fileto ettirdim. Az ilerideki siyah çarşafından huzur akan, elleri yer yer çatlamış, toprağın lekesi çatlaklarında teyzeye selam verip, çuvallarında göz gezdirdim. Karnı kınalı aldım, 5 kilo hepsini vereyim, dedi. Bir kişiyim yarım kilo yeter, dedim. O kadancıkla olur muymuş, güzel de kızsın, al 5 kilo bulursun elbet pişircek birini, dedi. Güldüm, bir torba yeni kurutulmuş, nemi üzerinde ıhlamur ile yarım kilo karnı kınalımı alıp gülümseyerek uzaklaştım. Az ilerideki tezgahtan taze fasülye alan annemin kokusuna iliştim. İnsanın bahtı güzel olsun, dedim. İçimden, usulca söylediğimi duymuş olacak ki, annem uzanıp öptü beni. Eksiğim kalıp kalmadığını sordu. Var ama burda bulmak zor, dedim.

Araba ile beni evime bıraktıklarında arabadan inen annem; kendine iyi bak, dedi. Havalar soğudu, sakın telefonda hastayım deme, yüreğim üzülüyor uzağında olunca. Üzerine birşey al akşamları, havalar serinliyor, n'olur hasta olma. Arabanın diğer yanına geçtim. Babamı öpmek üzere eğildim. Babam sarıldı boynuma. Fırsat bulursan gel, dedi. Arkadaşlarınla iyi anlaş. Onları sev. İnsanları sev... İyi yolculuklar diledim, arkalarından el sallarken bir damla gözyaşımı onlara ekledim. Onlar yola koyuldular, köşeyi döndüler. Apartmanın kapısına geldiğimde, insanları neden bu kadar sevdiğimi bir kez daha fark ettim, çocukluğumdan beri duyduğum cümlelerin başında geliyordu 'insan sevgisi'. İnsanları hep çok sevdim.



Aldıklarımı yerleştiririrken mutfakta, levreği sudan geçiriyordum. Günler öncesinin, çok özel zamanlarından birinde, balkonda yenilen yemeğin kahkahaya boğan cümlesi çınladı kulaklarımda: İyi ki geldin de, senin yüzün gözün hürmetine bir yemek pişti şu evde.  Sadece yemek değildi onun yüzü gözü hürmetine pişen bu evde, bilmem fark edebildi mi? Usulca yanağından öptüm, hissetsin istemedim, istemedim özlendiğini fark etsin.  Yüzü gözü ve yüreği hürmetine, yüreğimi açtığım o günlerin şahaneliğine bıraktım bir damla gözyaşımı da. Soğana yükleyip damlanın suçunu, karnı kınalı  ve akşam yemeği olacak olan  levrek için gerekli malzemeleri tezgaha dizdim. Kınalı pişmek üzere ocağa konulunca, bugünümü yazayım istedim. Olur da neden insan sevgisi diye sorarsam, dönüp okuyabilecek kelimelerim kalıcı olsun dedim.

Gün güzel... Ben de... Dilerim, pazarınız güzel geçsin, yüreğinizde sevgi hiç eksilmesin.


02 Ekim 2010

O Hafta

24 Mayıs 2009 / Pazar

Güzel bir haftaya gebedir bazen bir merhaba...
Bazense, güzel bir hayata...
Yaşadığın için, o kadar şanslı olduğun için,
en çok da yüreğini yüreğince sevecek kadınını bulduğun için dostum,
üç saniye çizgisinin sol dibinden şut at hayata.
Iskalaman çok zordur, inan bana.
Tut ki ıskaladın, hayat bu ya, çemberinden döndü top,
çarpıp çarpıp potaya, tam girecek gibiyken,
bütün mahalle sayı olacak diye elleri havada ayağa kalkmışken
ve alkışlayacakken seni,
top çıkıverir çemberinden geri.
Olsun be oğlum, en azından denedim dersin.
En azından, DENEDİM.




- O haftayı hatırlamıyorum, o hafta olanları da. Sadece 'merhaba' deyişi aklımda. Samimi ve içten. Bir çocuk saflığında. Hani mahalleye yeni taşınırsında bilmezsin ya kimseyi. Kim kimin oğludur. Kim kimin kızı. Hangi okula giderler bilmezsin. Yaşları kaç. Futbolda kim iyi bilmezsin. Kimdir çetenin başı. Kimdir ona ayak duyduranlar. Bakkal amcaya ekmek yazdırdığın gibi, leblebi tozunu yazdırabileceğini de akıl edemezsin, zaten bakkal amcanın adını bile bilmezsin. Okul yolu ne kadar sürer bilmezsin. O yolu kimlerle yürüyeceğini de. Simitçi fırını kaçta açar farkında değilsindir. Dondurmacı Bekir'in sahil yolu üzerinde arabada sattığı vişneli dondurma ile mahalle pastanesinde satılan vişneli dondurmanın tadı birdir ama sen bunu da bilmezsin. Terzi Mustafa'nın, kapı önünde top oynayan çocukların toplarından kaçını kestiği hikayesini daha dinlememişsindir. Berber Recep'ten korkar, dişçi Ahmet'e görünmek istemezsin. Komşu teyzenin bahçesindeki elma ağacına kim tırmanır bilmezsin. Elmanın tadını da... Zaten pek de sevmezsin. Bisitletli çeteye mi dahil olsan, yoksa basketbol sahasının işgalcilerine mi bilmezsin. Ürkek yalnızlık duygunu, annenin sesiyle bastırır, kendini mahallenin orta yerinde, 'ben de' derken bulursun. O 'ben de'ye, hadi gel diyecek bir ses yeter o anda. Sonrası... O mahallenin bitirim delikanlısı oluverirsin.

Aslında kendini kendin gibi hissettiğin yerdesindir. Mahallende. Bildik tanıdık o yüzlerin içinde. Bir rol biçiliverir sana da zamanla. Ama ben gibiysen, yani bir bukalemun misali, olduğun yere rengini uydurursun. Bisiklete rüzgar gibi biner, basketbol sahasında topu seke seke vurdururken, bacaklarının arasından topu kaydırır, üçlük atışlarını hep potanın sol yanından, çapkın bir gülücük dudağının terinde bıyık gibi salınırken kullanırsın. Kızlarla şakalaşır, bir gülüşlerine içini akıtırsın. Çocuksun ya, aklına bile gelmez ki tutup öpmek, zaten öpmeyi de bilmezsin. Gün gelir, kendini Ayşe Teyze'nin bahçesinde mahallenin kızlarından sadece biri için elma aşırmak üzere ağaca tırmanırken bulursun. Kaçarken düşer, ağzını burnunu dağıtırsın. Akşam eve vardığında senden önce eve giden marifetinden dolayı anandan yediğin tokatla bile değişmez yüzündeki gülüş. Yaptığından gururlu uykuya dalarsın.

Oğlum var ya, aşk da böyledir işte. Çocukluğumuzun korkak sokağıdır aşk. Çıkmaya teşvik edecek bir anne sesidir yürek o anda, hadi diyecek arkadaştır cesaret... Yalnızca uğruna elma çalacak bir hatuna gerek vardır bu sokakta. Şimdi durup o haftaya dalıyorsam, hatırlıyorsam o gülüşü, o ilk merhabanın rengini... O elmayı aşırmaya cesaret edemeyişimdendir. O 'merhaba'nın sıcaklığını hissedemeyişimden... Bunu yüreğime anlatamayışımdandır en çok da... İsterdim be oğlum. Valla isterdim, o gözlerde kaybolup gitmeyi... Öylesine duru, öylesine derin... kahverengi... Çıkardım da o elma ağacına, denerdim de be oğlum. Valla... Şimdiki aklım olsa... O tokatı yiyeceğimi bilsem de şu kahpe hayattan... DENERDİM. Öyle işte dostum, biliyoruz da konuşuyoruz... Ulen, nerden aşka düştün mü diye sordun akşam akşam... Neyse, aldın mı cevabını. Unutma! Güzel bir haftaya gebedir bazen bir merhaba... Bazense, güzel bir hayata...  Bok oldu bizim hayat. Hadi, bırak aşkı maşkı da ver şurdan iki bira... Akşama hem maç var hem de dizi... Sen de geç kalma.

- Eyvallah Orhan abi... Sağolasın...








01 Ekim 2010

Karanlığa Mektuplar - 3



Bir Eylül akşamı bağlanıyordu ekimin gündüzüne; telaşsızdı ve belki de farkında bile değildi az sonrasının. Bir Eylül akşamı bilmiyordu artık zamanının geçtiğini, aslında eskiyip, çoktan geçmişe dair bir özleme dönüşeceğini bilmiyordu evet, ve fakat aslında daha da önemlisi, farkında bile değildi.

Bir zamanlar benim senin sözcüklerinde olduğum gibi... Yüreğinde attığım, sevginle akıp giden ömrüme aşkla baktığım gibi... O eylül akşamı, sanıyordu ki; akşam hep olacak. Evet, akşam hep olacak. Ama eylül yerini ekime bırakacak, bir süre. Bir süre akşamlar hep ekimin olacak. Sonra... sonrası bildiğin mevsim dönümleri, mevsim normalleri, mevsimin renkleri...

Hayat senden sonra da devam ediyor, evet, hep edecek. Ama sözcüklerin yerini bir soğuk boşluğa bırakacak, bir süre.  Oysa, sözcüklerindi yalnız gecelerimin arkadaşı: açıp açıp okuduğum duygulanmalarındı, durup durup içine düştüğüm yarandı: okşadığım, pamuklara sarıp sakmaladığım, iyileşsin diye gözüne baktığım, yüreğindi en çok da... Olmadı, sevgimin gücü yetersiz kaldı.

Kırmızı bir ışıkla durdum hayatımın bir yerinde, görmek istedim, yol nerde? Yol yoktu geldiğim noktadan ileriye. Yeşile dönünce ışık beklemediğim bir zamanda, ürkek bir sıçan gibi koştum oradan oraya. Bir çıkmaz sokak gördüm, sığındım aklıma gelen düşünceler dağılsın diye kırık bir ahşap kapının ahşap sundurmasının insafına. Damlalar düşüyordu omuzlarıma, aşk kadar güzel, hayat gibi ağırdı dokunuşları; düş gibi naif, gerçek kadar sertti kabukları. Borusu çatlamış bir giderden sızan yağmur sularında ıslandı anılarım. Islandıkça, düşünceler bir bir dikilip de karşıma dönüşünce karanlığın ıssızlığında; eli tabancalı, yüzü maskeli yürek soyguncularına, bir bir bıraktım yüreğimin sevgilerini kaldırım taşlarına. Sözcüklerinsiz bırakılmış yüreğimin sevgisi ne işe yarayacaktı ki zaten. Yüreğimi de kaldırıp attım kapağı turuncu plastikten bir galvaniz çöp kutusuna.  Ardıma bile bakmadım, az önceki ışığın olduğu köşeye koştum. Bir sokak lambasının camının içinde biriken kirden, ölü uçan böceklerden ne kadar sızabiliyorsa ışık, işte o kadar aydınlatıyordu önümü. Ardımdaki sesleri, adımlarımdan düşen damlaların çıkartabilmesi mümkün değildi, bin atlı koşuyordu peşimden. Bin atlı koşup da geçiyordu korkularımın içinden. Ana caddaye bağlayan sokağın köşe ışığında bekledim bir süre daha korka korka. Yeşile dönünce ışık, adımı sayıkladı bir baykuş çatıların üzerinden. Bir guguk kuşu haber verdi şehrin çıkışındaki dağlarda göz göz olmuş mağaralarda saklanmakta olan yarasalara. Karıştı göğüm, karanlık ve sisli bulut perdelerinin arasında dolunayımın yarısını kaybettim. Adımı sayıklayan ışığın içinden süzülüp, ıslanmış ve koyulaşmış cılız bedenimin üzerinden süzülürken ayların acı suyu, ben küçük tırnaklarımı vura vura asfaltın karalığına, ıslanmışlığına ve kokuşmuşluğuna, koştum yorulmamacasına.

Eve kadar koşmuşum. Yorulmuşum. Soluksuz kalmış bir bedenin bezginliğinde zorlanarak açmışım kapımı. Kapının ardında soğuk yokluğun karşılamış beni karanlıklar içinde. Biliyorum bu uzunca bir süre böyle olacak. Uzunca bir süre beni soğuk yokluğun karşılayacak, üşüyeceğim kış gecelerinde, üzerine kar yağmış turuncu anılar geçecek penceremden. Dönüp bakacağım, durup izleyeceğim. Biliyorum ağlayacağım yine kendi kendime. Sonra, cılız bedenimi güçlendirecek odunların çıtırtısı ve ısıtacak alevleri üşüyen iliklerimi, mumlar yakacağım irili ufaklı her bir yere koyacağım onları; yerlere, pencere içlerine, sehpaların üzerine; palazlanan tüylerimin koyu kahve bir inci gibi parlayışını görebileyim diye... Sonra... sonrası bildiğin yürek dönümleri, yürek normalleri, yüreğimin renkleri.

Bir Eylül akşamı bağlanıyordu ekimin gündüzüne; telaşsızdı ve belki de farkında bile değildi az sonrasının. Bir Eylül akşamı bilmiyordu artık zamanının geçtiğini, aslında eskiyip, çoktan geçmişe dair bir özleme dönüşeceğini bilmiyordu evet, ve fakat aslında daha da önemlisi, farkında bile değildi. İşte böyle bir akşamda yazdım ben sana içimden geçenleri, yüreğimi delip geçenleri...

Hoşçakal sevgili...



Fotoğraf / deviantart

29 Eylül 2010

Yağmur Yağıyor



Yağmur yağıyor.
Yapacak çok da birşey yok,
bulutlar geçene kadar yağacak.
Sonra...
Sonra yine güneş açacak.
Zaten uzun zamandır dolaşan kara kara bulutlar,
gri sabahlar,
uzun ve sessiz geceler habercisi değil miydi,
yüreğinin yağacağının.

İşte artık yağıyor,
yapacak çok da birşey yok:
Bir fincan kahve al eline,
kokusunu çek içine
yaşadığın onca güzellliğin seni büyüten yanını sev
ve bir gün usulca onun yanağından öpeceğin
o özlem dolu yürek yanmasını bekle.

Öp sonra doya doya,
Kucakla onu ilk hasretinle, bak gözlerine.
Bakışlarının koyu kahvesinde yitip giderken
korkuna yenik düştüğün o gece gelince aklına
yüreğinin neden yandığını daha iyi anlayacaksın, şaşırma.
Anladığında daha da çok yağacak yağmur, aldırma.
Islan ıslanabildiğin kadar,
dinecek  yağmur, unutma.

Gök, daha uzun süre gri kalacak
daha da koyulaşacak griliği
kararacak yüzü, korkma. 

Sanacaksın ki bir daha güneş doğmayacak
ama doğacak, sen kendine aldanma.
Yaşamanın kanunu bu.
Yüreğin işi gibi...
Sever,
kırılır,
büyür.
Daha çok sever,
daha çok kırılır,
daha çok büyür.

Güneş açar
unutursun son baharı
ilk baharı unuttuğun gibi...

Yüzün güler,
unutursun karanlığı
unutursun göz yaşlarını
unutursun her birini
kırıkların gibi...

Sanırsın ki, yaşıyorsun yeniden.
İlk defa gibi nefes alırsın,
derinden ve hevesli,
daha yutamadan,
acır yüreğinde bir yer.

Sonra geçer,
sonra sever,
sonra kırılır,
sonra büyür.

Sen de bilirsin:
sonrası yoktur öncesi olmadığı gibi
sen varsındır şimdide
bir tek sen

Ne öncen vardır ne sonran
şimdide ağlayan bir tek sen olduğu gibi...

Bir sen
bir de sana ağlayan ben.

Hadi,
yağ şimdi.

Yağıyor,
yağacak.
Yapacak çok da birşey yok gibi...





Fotoğraf

28 Eylül 2010

Yüreğim Sen/indir




bazen kocamandır yürek,
içine girip çıkmak istemezsiniz...
bazen öylesine kocamandır ki yürek,
içinde kaybolup yitmek istemezsiniz...

yürek işi benzemez akıl işine
kalsan da kırılır
gitsen de


hangisi kocamansa
 iz onda kalır
ayna diğerinde
kor birinde
sızı öbüründe

hangisi kocamandır
söylesene
alev alev yanıp izlerini gözyaşıyla silen mi
sızım sızım sızlayıp aynada kendi aksini seyreden mi
hangi yürek daha kocamandır söylesene

söylesene
hangisi daha çabuk soğur yangınından sonra
hangi biri
söylesene 

 ya da
sus söyleme
yüreğim sen/indir
bilir yüreğine değince









27 Eylül 2010

Hatırlıyorum







İçeri giriyor, yüzünde aydınlık bir MERHABA
Yüzüme bakıyor, gözlerinde "BENİ TANI"
Ben tanıyamıyorum, 'aa HATIRLADIM' oyununu oynayamıyorum.
Gel otur, diyorum. GEL.
Gelip oturuyor. Kendini anlatıyor. Tanımam için çabalıyor. Yok ben hatırlayamıyorum.
2 yıl önceydi diyor, çok ilgilenmiştiniz, çok dinlemiştiniz beni.
Yüzüne bakıyorum, yüzleri unutmayan ben, bir türlü çıkartamıyorum.
Çok ÖZÜR diliyor ve hatırlayamadım diyorum.
Biraz mahçup bir ifade ile 'bir çay içelim' diyorum.
Oturup bir ÇAY içiyoruz. Nane Limon var, Ayvalı Ihlamur, Naneli Yeşil Çay ve Earl Grey.
Earl Grey'i duymamıştım, onu denesem diyor.
 Yüzünde gülümseme büyüyor yeniden. Tadını seviyor. Kokusunu içine çekiyor.
O sırada "Siz ben işimi ayarlayamadığım için üzülmüştünüz,
iki gün daha uğraşayım diye ikna etmiştiniz ve izin almıştınız benim için. Ama olmamıştı."
Cümlesi bitmeden, çığlığı basıyorum, hatırladım ki ben seni...
HATIRLIYORUM.
Okumaya hevesli kız çocuğunun gözlerindeki ne yapmalıyım sorusu takılı kalmıştı gözlerimde,
hatırlıyorum, içim üzülmüştü kırılan hevesine. 
GÖZLERİ artık kocaman mutluluktan. Nasıl da ışıltılı, nasıl da pırıl pırıl. Güneş gibi, güneşten öte. Hatırlanmak, nasıl da keyfini yerine getiriyor. Gözleri, yanakları, dudakları, sesi: GÜLÜMSÜYOR
Beni BURSAya çeken bir şey olmalı diyor, iki yıl önce kazandığımda da Bursa olmuştu, bu yılda Bursa oldu.
Yüzünün güneşi doğuyor gri günüme. Yolcu ederken sarılıp öpüyor. Böyledir diyor, insan yaptığı iyiliği unutur ama iyilik yapılan o iyiliği yapanı asla unutmaz. Ben sizi hiç unutmadım.

Yüzüm dünden beri ilk defa gülüyor. İçimi karartan bulutları kovalayan kocaman yürekli, güzel gözlü kıza sarılıyorum. Ben bugün seni beklemişim diyorum. İçimin sıkıntısını dökmek için sana ihtiyacım varmış.
 O gidiyor. Ben daha mutluyum. Daha huzurlu. Daha farkında.
Oysa UMA'yı okurken, cevabı orada bulacağımı sanmıştım.
Cevap kapımdan içeri girdi: Hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir suretle...
TEŞEKKÜR EDERİM SANA.
Çok teşekkür ederim, varlığı/m/nı hatırlatışına.





Görsel




26 Eylül 2010

Ağlamak İçerime...


Neden huzursuzluk gelir çöreklenir yüreğine hiç düşündün mü?
Nedir o anda olan?
Nedir başlatan..
Bir söz müdür?
Bir bakış...
Bir duruş...?

Nedir söylesene...

Nedir ağlamaya hazır hale getiren seni..?
Sabahtan akşama değişen nedir durup dururken?

Ağlamak içerime
Nasıl birşeydir sen bilmezsin.
Bilemezsin bazen susmak acıtır, bazen konuşmak.
Bazen soru acıtır bazen cevap.
Bazen gelmek acıtır bazen gitmek.

Nicedir kabarmamıştı yüreğim kahve fincanının dibinde.
Nicedir karanlık çıkmıyordu içim..Sıkılmamıştı böylesine.
Nicedir bir yolu özlemle beklemekteydim ben divane.

Yarın hatırlat da bir fincan kahve içeyim.
Belli mi olur falımda çıkar yarın ertesi düşlerim,
Belki de düşüşlerim...
Sana kapılıp gidişlerim...

Ama sevmek herşey değil dimi?
Aşk da öyle,
Bazen yenik düşer biri yek diğerine.
Bazen de küçüğüm, sevmek herşeydir,
Öğrenirsin yaşın yaşıma erişince.

Yollarına mürdüm eriklerinin çiçeklerini döşedim geleceksin diye
Bekliyorum sonsuz yeşilliklerin tam ortasında
Yerini husursuz kılma bende.
Yerin sevda senin
Yerin sevda
Senin...






_____________________


İlk Yayın Tarihi : Haziran 2009