ÖYKÜNÜN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜNÜN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2010

Aşka Dair - 8

Aşka Dair - 4     Aşka Dair - 5     Aşka Dair - 6     Aşka Dair - 7





Ertesi gece 'balkon barda' buluştular yine. Anlatıcının balkonuna bu adı takmışlardı. Balkon Bar... O akşam, rakı sofrasını kurdular hep birlikte. Güneş rakı burcunda ilerlerken, hadi anlat dedi sabırsız olan. Sürekli beter senaryolar üreten akıllarının, arkası kesilmez sorularına kızmış olacak ki anlatıcı; masaya saklayın dedi hevesinizi.

Kesmesi için kavunu uzattı birine ve diğerine salata malzemelerini verdi. Kendi de sabahtan marine ettiği tavuk kanatlarını koydu teflon bir tavaya ve kapattı kapağını. Soslu tavuğun kokuları yükseldiğinde, masa hemen hemen hazırdı. Elma dilim patatesleri fırından çıkarttı ve çiğ köfte tabağını alıp masaya koymaları için, meraklı gözlerle ona bakan kadınlara uzattı. Yahu bu gece de rahat bırakmayacak mısınız beni? Valla masalcı ninelere döndüm, çocuklarım dizlerimin dibinde...  

Yemek masasına oturduklarında, hazırlanmış mezeler yarışa girmişti adeta, hepsi dağıtıldı kaşık kaşık. Biraz kadınsal mevzular konuşuldu: saçların; boyası gelmişti, tırnaklar; yazın manikürsüz olmuyordu, ayak topukları; kremlenmek istiyordu gece yatmadan önce, sıcakta karpuz peynir en iyisiydi, hem kilo vermek her daim gerekliydi. İkinci kadehlere gelindiğinde, kadınların çocuk bakışlarında 'hadi anlat' vardı. Hadi kaldığımız yerden devam et diyen muzur bakışlara yenik düştüğünü hissetti. Anlattıkça, artan özlemine gem vurabilmesi için bu gece çok içmeliydi. Bir duble daha aldı kendine, başladı üçüncü bir göz gibi hikayeye:

O sabah kahvaltı için tepeyi seçmişti kadın. Deniz uzaktaydı, ufuk karşılarında. Ten bir el mesafesi, gözler içiçe çoktan geçmiş. Yüzlerde bir gülümseme: sensin, burdasın der gibi. Herşey bir rüyadan uyanmak ve gerçek olduğunu anlamak gibi. Akıyor zaman, öyle böyle değil ama saatlerce, ne yol yorgunu bir adam var masada, ne de endişelerini omuzlamış bir kadın. Aradığını bilen, bulduğunu anlayan bir çift yürek. Atıyor. Öyle böyle değil. Heyecan karşıki kıyılarda çoşkun bir dalga, vurup vurup köpürüyor. Seyirlik bir tepede, manzarası birbirinin gözleri olan iki yetişkin insan. Çocuklar gibi konuşkan, gençler gibi çekingen,  yetişkinler gibi hevesli...

Günü uzattılar, köyün yollarına, kadın arabayı kullanırken, adamın gözü hep kadında. Güzelsin diyor. çok güzel... Seni filme almak isterdim. Kadın o andan sonra kendi filmlerinin prensesi olacağını biliyor. Senarist torpil geçiyor. Gün bu kadar da güzel olamaz ki...

Kadınlar artık masada falan değildi, kadınlar yola çıkmış gidiyorlardı. Solgun saçlarına değen rüzgarın etkisiyle uçuşan tel tel saçları tenlerine değdikçe, yüreklerinde bir yer ürperiyordu. İlk virajı alırken adamı gördüler. Yüzlerinde bir gülümseme, adam beyaz atlı bir prens... Gözü yaşlı olan atıldı söze, daldığı yoldan ayırdı gözlerini, hani neredeyse eli belinde: E valla abartıyorsun artık. Yok canım, bu kadarı da gerçek değil. Adam yol boyu izledi  mi seni... Bak sahi söyle...

Adam bir ömür boyu izledi beni. Ömrümüz kısa geldi o başka deyip güldü anlatıcı... Dostlarla yenilen yemekleri anlattı arada zencefilli somon tarifi vermeyi unutmadan, yapılan yürüyüşte okunan kitapdan alıntılar yaptı, sahilde kayalarda çalınan şarkıları söyledi bir ara hatırlayıp da yakamoza vesile ayın güzelliğini. Gidiş sırasındaki yağmuru yağdırdı gözyaşlarında. Sonraki gelişleri anlattı uzun uzun, ve gidişleri ve bekleyişleri... Ve gelişleri sonra yine bekleyişleri... Kadınlar sabahın ilk ışıklarına kadar dinlediler, kah gülerek, kah ağlayarak, kah eşlik ederek çalan şarkılara, kah küserek hayata, içtiler o gece, güneş parola.

Salkım söğüt oldu gözyaşları bir ara. Öyle ağlamak görülmedi, öyle gülmek, öyle donup kalmak ve öyle şaşmak olanlara. Kader diye birşey vardı. Yürekten istediğinde oluyordu. Vazgeçtiğin anda gelip seni buluyordu. Aşk, bir oyundu. Kuralı yoktu. Şanslıysan karşına ikinci kez çıkıyordu. Ve şanslıysan bir parçan daha herşeye rağmen nefes alıyordu. Sözlerle başlamıştı bizim hikayemiz, gözlerle bitti. O gece, baktık sadece birbirimize, kelimeleri özenle seçip yükledik gözbebeklerimize, hiç konuşmadık. Hiç söylemedik zaten bilinenleri, hiç lafını etmedik ayrılığın. Baktık sadece, sanki ilk defa görüyormuşcasına uzun, son defa görüyormuşcasına en derine. Kimse kimseye kal demedi, gitmek en doğru olandı. Gittik birbirmizden o gece. Bir daha hiç haber almadım ben ondan, bilmem o beni bildi mi neredeyim ne yapıyorum. Gözlerini hiç silmedim gözlerimden. Hâlâ ne zaman aynaya baksam gözlerini görürüm o derin kahverengilikte. Sözlerler başladı bizim aşkımız, gözlerimizde bitti. İyi ki...

Biliyordu, o geceden sonra başka bir hikaye anlatılacaktı o balkonda. Arkadaşları kendi hikayelerinin durağanlığına geri dönedursun, anlatıcı bir sigara yaktı yalnızlığına, içine çekerken dumanını, kafasını kaldırdı, baktı gökyüzüne. Yıldızı oradaydı,  söz verdiği gibi bulutların arasından ona bakıyordu. Gülümseyip bir selam etti geçmişe, dalıp gitti gök yüzünün gözlerine. Isındı yüreği, koca yüreğini açtığı koca yürekli adamı hep çok sevecekti. Ben seni sevdim dedi, ben de seni çok sevdim.  Ortanca saksısının yalnız bir köşesine söndürdü sigarasını. Gece uzun olacaktı.

26 Temmuz 2010

KESKİN VİRAJ


Gecenin sessizliğinden aldığı keyif; cama vuran ağaç dallarının çıkarttığı korkunç sesin, rüzgarın uğultusuna karışıp, korku filmlerinin sisli ve etrafın pek seçilemediği yarı karanlık ortamında, her an bir şey olacak ürpertisini besleyen müziğe dönüşmesi ile, yerini, endişeye bırakmıştı. Rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girip, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oluyordu.

Veya kadın, bütün bunları kendi iç dünyasında yaratıyor ve az sonra tamamlamayı umduğu senaryo öyküsü için gerekli olan imgesel anlatımı kafasında canlandırıyordu. Ne gerek varsa...

Terasa çıktı. Rüzgarın saçlarına ve sigarasının dumanına sırnaşmasından hoşnut olmasa da, bir kaç dakika nefes almaya ihtiyacı vardı. Odaya geri döndüğünde, masaya yaklaştı. Okuduğu bir yazar değildi, neden aklına onun sözleri geldi bilemedi. Nerede okumuş olacağının üzerinde bile durmadı. Önündeki onca karalama kağıdından, en az buruşmuş olanı aldı ve bir köşesine, aklında kalanı kadarıyla, sonrasında kendi bile okumakta zorlanacağı bir kargacık burgacıklıkla yazıverdi.

"Bir tılsımı olmalıdır hayatın, vazgeçilmez bir öfke gibi, zaptedilemeyen bir aşk arayışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazmak gibi, bir kadehi fırlatıp aynalara, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi... Sönen tısımlar başka tılsımları da söndürmeye dönüktür. Yanan tılsımlar başka tılsımları da parlatmaya..." (*)

Cam kenarında duran, geçmiş zaman anıları yüklü sallanan koltuğuna oturdu. Cama hızla yaklaşan dalın karartısında, eğiverdi başını koltuğa. Vuivvvvv... Yepyeni bir rüzgar, keskin bir virajı daha alıp, kayboldu salonun kapısından öte bir yerde, az sonra korkunç bir patlama sesi ve şangırtı duyuldu. Yerinden fırlayıp arka odaya yöneldiğinde, cam kırıklarını fark etti. Kapının şiddetle çarpmasından; tam ortasında, bir zerafetin temsili gibi duran cam, kırılmıştı. Cam kırıkları dedi... Can kırıkları çınladı yüreğinin duvarlarında. Sanki zamanıymış gibi aklının uçuşmasının, kanatlar takıp her bir düşe uçup uzaklara konmayı planlarken, kırılmış kanatlar taşımadı, düşüverdi bedeni cam kırıklarının üzerine. Kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun kafası halen, yazmakta olduğu senaryo hikayesindeydi. Neden kare kare, sanki bir senaryo yazıyormuş gibi sahneyi detaylandıracak tasvirlere ihtiyaç duyuyordu ki... Senaryonun derdini üç aşağı beş yukarı anlatacak, kahrolası düz bir metne ihtiyacı vardı. Öykünün kurgusu belliydi. Kahramanlar kafasındaydı. Sadece kahrolası düz bir metin yazacaktı. Ne gerek vardı, kana, cama, gereksiz detaylardı herbiri.

Kırık camları özenle topladı. Çalışma masasının lambasını koltuğun kenarından aldı, masanın üzerine koyup, kendine masada yeniden bir düzen oluşturdu. Yazdığı not kağıtlarını ortalığa saçıp, numaraları takip edecek bir düzen içinde bir kez daha yerleştirirken, gözü kırmızı renkle yazılmış bir başka detaya takıldı. 

Birşeyi korumuyorsan onu hak etmiyorsundur (**)

Koruyamadığı için mi hak etmemişti, yoksa hak etmediği için mi koruyamamıştı. Yüreğinin gitmelerine dur demesi gerekti. Oysa o, ne bileyim belki de, yazmak istemediğinden aslında, oyalanacak onca şeyin arasında, kendini en çok kaptırıp da zamanı tüketecek olana meylediyordu: Ona... Onun rüzgarına, o aşkın yarattığı girdaplara, can kırıklarına, en son giderken ardında bıraktığı kırık dökük kelimelere... Tamamlanamamış, ucu açık cümlelere... Yarım yamalak sevgiyle, şehvetin birbirine karıştığı dokunuşlara. Az önceki kırılmanın şiddeti ile kendine gelmesi gerekirken; rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına geldikleri,  stockholm sendromunun eteklerinde geziyordu adeta. Yoksa çoktan dibe varmıştı da, kendini tutsak ettiği aşkından sığrılamaz, onu yaşamla kendi arasında bir bağ, köprü olarak gördüğünü... Of ne saçmalıyordu, bir senaryo öyküsü yazmalıydı. Bunları düşünmenin, kendiyle hesaplaşmanın hiç de sırası değildi...

Kendi senaryosunu yazdığı için mi, öyküsünü yazamıyordu. Her bir detay, her bir viraj... Bir an durdu; pencereden dışarıyı seyreden kendini, dışarıdan bir üçüncü göz gibi seyretmeye başladı. Kendiyle hesaplaşan kendinin, kendini acıtmasını bir ritüel gibi kutsadığını fark etti. Aydınlanma... Ne saçmalıyordu. Kim kendini, kendi dışına çıkıp da seyredebilirdi ki... Kim kendini bu kadar net görüp de, kendiyle barışık olabilirdi ki... Kim kendinden bu kadar bağımsız kendini yaratıp da... Of... Sıkışıp kaldığı duvarları yıkmak, kendindeki suçlu benlerinin elini kolunu bağlamak, sonra bir bahane ile özgür bırakmak kendini... Evet, sanki yapmak istediği tam da buydu. Acımasız bir hesaplaşma.

Herkes, insan kusurudur sonunda; yapıcı, mantıklı ve eninde sonunda kendini mutlaka düze çıkaracak cümleyi kurar ve yüksek sesle kendine söylerdi ki; inandırıcı olabilsin ve özgür kalsın bütün benleri... Kendinin benlerinde kaybolmak ve çıkmak yeniden sonsuz maviye, bulutsu bir pürüssüzlüğün pamuk kıvamında kollarında uyanmak yeniden, bir sabah erkenden ve ışıldamak, sanki o benler hiç senin olmamış gibi... Ah! karanlık, ah! içimin derinlerinde, bir suçlu gibi mahkum sonsuz iyilik, suçun bile ispatlanamadı ki senin: gel beni kurtar kendimden, zaman varken.

Pencereden uzaklaşırken, rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girdi, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oldu. Bu öyküde, mum kendisiydi, rüzgar onu ilk gördüğünde hissettikleri, kırmızı araba o, keskin viraj aşk! Öyküyü kurgulamak için ihtiyaç duyduğu her ayrıntı, iç sesiyle kavgası... Yazabildiği her kelime, dışa vurumu iyiliğinin... Kurabildiği her cümle, tam bir saçmalık, kendine inanmayı isteyen zavallı bir kaybedenin, son çırpınışları.

Pencere pervazı öyle bir sarsıldı ki, deprem olduğunu fark edemeyen kadın, elinde kalemi, yıkılan duvarlarının, kırılan yüreğinin altında ezilip kalan bedenine yapılan her müdahalede, biraz daha nefessiz kaldı. Kendi ölümünü hazırlayan, kendinin ölümcül beni, aşk, kendini rehin almıştı. Kadın bir aşk uğruna ölümü göze alan bir adamın hayatta kalma hikayesini anlatabilmeyi istemişti. Kendi kendini yiyip bitirmeseydi, güzel bir senaryo için güzel bir başlangıç yapabilecekti. Yıkıntılar arasında bulunan bedenindeki kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun yüreği  yaşayamadığı aşk hikayesinde atıyordu halen... Son nefeste, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi duyuldu ve karardı sahne. Salondaki herkes ayaktaydı.



Fotoğraf
(*) Çetin Altan
(**) 'Firefiles In The Garden' filminden



19 Temmuz 2010

Aşka Dair - 7







Kelimeler yeni anlamlar buldukça, zaman çoğalıyordu. Sabahları beraber uyanır, beraber günü selamlar, günü çoğaltır, akşam üzerine kadar zor sabreder  ve geceyi yarısından sonrasında ancak sonlandırırdık. Bir gece hiç unutmam, bir şarkıyı defalarca arka arkaya dinlemiştik. O kendi yatağındaydı, ben onun yanında uzanmıştm. Ya da, ben L koltuğuma uzanmıştım, o sallanan koltukta oturmuştu ve sohbet ediyorduk. Öyle gerçektiki içimdeki hisler, biliyorum çok klasik olacak ama ancak kelebeklerin kanat çırpmaları ile anlatılırdı. Gece hiç bitmesin istiyordum ve sabah olunca gece hiç olmasın... Ya da şöyle diyeyim, daha doğru olacak, yaşadığım her dakikanın daha çok farkındaydım, midemdeki kasılmaların mesela. Yüzümdeki gülümsemenin...

Bulutlar iyice yükseldi, şaşkınlıklar da öyle. Üç kadın, tarifsiz bir büyü ile çevrelenmiş gibi, düş bir geceyi uzatıyorlardı,  ucu sabahın ilk ışıklarına değer de kendi gerçekliklerine tebessüm eden bir rüyadan uyanırlar diye umuyorlardı. Dev bir sinema perdesinden seyrediyorlardı sanki düş bir aşkın gerçek hikayesini, büyülenmişlerdi.

Anlatıcı, o zamanlara giden yüreği, ki hafızası var mıydı gerçekten yüreğinin, kaleme aldığı o uzun mektubun satır aralarında dolaştı. Bir kaç satırı onlarla paylaşmakta bir sakınca olmadığına karar verdiğinde, dökülüverdi kelimeler ister istemez kendi ağırlığınca...
Uyanmak istemediğim bir düşle,
hiç uykuya dalmak istemediğim bir gerçekliğin ortasında, tutkuyu yaşadım ben...
İlkti...
Onca yaşanmışlığın üzerine...
Güzeldi...
Kadınlar, masadaki tabakları aldılar, birer bira daha açtılar. Hava iyiden iyiye soğumuştu ve neredeyse saat oniki olmuştu. Evli olan kocasını, bekar olan oğlunu arayıp gelmek üzere olduklarını haber verdi. Gözü yaşlı olan, bana kalsa sabaha kadar oturur dinlerdim ama, deyip gözlerini devirdi diğerine doğru. Diğeri güldü, sence bu hikaye bitecek gibi mi?

Yola koyulan arkadaşlarını balkondan uğurladı. Uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yapıp, duvardaki rafın üzerinde bulunan ahşap kutudan bir sigara paketi çıkarttı. Balkona oturduğunda serinleyen havanın da etkisinden olsa gerek, omuzlarına ince bir şal aldı. Masayı, o geceki gibi, hani az sonra yağmur bastıracakmış gibi, iyice kapı tarafına yaklaştırdı. Sigarasını yaktı ve gökyüzüne baktı.

Yıldızların neden o gece o kadar ağladığını bir türlü anlayamadı. Ayın neden utancından bulutların arkasına saklandığını ve neden bir baykuşun, bir kargayla kavgaya tutuştuğunu ve neden hayat kadınlarının bu gece o köşede beklemediğini ve neden bulutların pembeleştiğini anlamadı. Sigarasından bir nefes aldı, derin, dumanlı... Gözlerini kapadı. Adamı düşünen kendini sevdi. Onu düşünürken, anlatırken ve yazarken ne kadar da güzelleşiyordu. Bir de yaşasam dedi. Bir de yaşasaydım... Ne kadar olmuştu ayrılalı, bir yıl, belki iki. Saymayı bırakmıştı. Saymayı unutmuştu hatta. Mumları üfledi ve söndürdü yüreğindeki yangını bir damla gözyaşıyla. Yatağına yol alırken, 'iyi geceler' dedi, adamın 'iyi geceler kocaman yüreklim' deyişine belki de yıllar sonra ilk defa sessizce karşılık vermişti.


Yazılıyor kendi hızında, biraz yavaş, biraz karmaşık duygularla...
Fotoğraf / deviantART



14 Temmuz 2010

Gecesiyle Sabahıyla Günahıyla Sevabıyla

Daha beş yaşındaydı. Elinden tutmuş, yokuş yukarı olan evimizin yolunu güle eğlene çıkıyorduk. Akşam sofrasının klasik pazarlığı bu sefer yolda başlamıştı; köftesini yerse on dakika daha fazla seyredeceği televizyon savaşlarının galibi o olmuştu. Öyle yorgun bir hafta ortasıydı ki, hiç köfte yemese de koparırdı o izni benden.

Yokuşun başına yaklaştıkça mahallenin haylazları koşuşturmaya başladılar sağa sola. O karmaşada koca kamyonu gördüm, kirli üstleri başları ile eşya taşıyan adamları ve ilk maaşımla aldığım radyoyu. Elim terledi, soğudu, ılındı, buz kesti. Onun küçüçük elleri ise, televizyonu görünceye kadar ılıktı. Sonra eli terledi küçüçük, soğudu kocaman, ılındı azıcık, buz kesti büsbütün. Tanımadığı adamların neden evimizdeki  eşyaları götürdüğünü bir türlü anlayamadı. Aaaa, televizyonumuz diyebildi sadece,  cümlesini arkadaşları kesti. Oyun arkadaşlarının koşarak ona gelip, televizyonunuzu bile aldılar derken ki bakışlarında ezilen çocuk yüreği yere düştü. Bir anne çabukluğu ile aldım küçüçük yüreğini elime ve hızlı adımlarla, biraz da çekeleyerek onu... Eve gidince anlatırım diyebildim sadece. Tek istediğim o anda oradan toz olup uçup  gitmekti, onun da elini elimde sıkıca tutarak, toz olup uçmak. Merdivenleri çıktık, hiç konuşmadan. Bu gece köfte yemesem olur mu dedi, olur dedim, elini daha da sıkıca tutarak.

Eve girdiğimizde henüz gelmemişti. Gelmesin istiyordum, bu gece eve gelmesin. Elinde rakı şişesi ile eve girdiğinde, oğluma alamadığım sütün öfkesi boşaldı içimden. Kusmuşum. İçimdeki öfke, öyle dalgalarla falan kıyaslanamaz, öyle taşkın, öyle sel gibi, sustum. Aniden. Durdu zaman. Dondum. Hayır, hayır öldürmeye değil ama bitirmeye çok niyetliydim. Elime uzandı eli, baktım. Bilmem şimşeklerim mi aldı gözlerini benden, ama eğdi kafasını, o gece bir daha da hiç kaldırmadı. Oğlanı yatıralım dedi, yatıralım ve konuşalım dedim. O evde, sesimiz hiç yükselmedi. Öfkelerimiz, oğlumuza hiç değmedi, iyi ki...

Oğlumuzu öpüp koklayıp yatırdık, beraber, bir masa kurduk balkona, beraber... Tuhaf geliyor değil mi? Ama biliyordum ben, o gece... O gece, gözlerimden şimşekler çıkıyordu. Ona dedim ki, onca yıla sığdırılmış bir aşka, şimşekler çakarak bakmak istemiyorum artık ben. İçimde patlayan fırtınaların sebebi sen ol istemiyorum. Ben sana, güzellikleri yükledim, aşkı ve inancı... Artık bir güzellik yok geldiğimiz noktada, uzun zamandır yok da, insan kıyamıyor yıllarına. Aşk dersen, ufak tefek yangınları atlattı da, en büyük yangında külleri bile savruldu, sen de biliyorsun değil mi? Geriye inanç kaldı sanıyorsun belki ama, o da az önce bu kapıdan çıkıp giden eşyalarla birlikte ardına bakmadan yitip gitti ufuklarımda. Şimdi bir sen varsın çıplak, bir de ben. İlk günkü gibi. Hiç tanımadan önce üzerine kurduğumuz hayaller gibi, çıkarsız ve savunmasız. O nedenle bu gece eskisi gibi sohbet edeceğiz ve sen yarın sabah bu evden çıkacaksın ve bizim başımızı dimdik kılacak bir adam olarak geri dönünceye kadar bir kere bile bu evde uyumayacaksın. Ta ki, oğlumuz, babam daha büyük televizyon alabilmek için göndermiş eşyalarımızı diyebilinceye kadar, sen başka bir şehirde çalışmaya gitmiş olacaksın. Kafasını hiç kaldırmadı. Söylediğim herşeyi, sessizce onayladı. Eskisi gibi olmadı sohbet o gece, artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı ya zaten. O gece, sarılıp uyuduk. Acizliğinin soğukluğunda, uyku ikimizi ne kadar tuttuysa o kadar tuttuk biz de birbizimizi.

Sabah, o her zamanki gibi bizden erken çıkacaktı evden ve her zamanki gibi oğlum ve ben, pencereden el sallayacaktık o uzaktan bize özlemle hala bakarken. O sabah garip bir şey oldu, oğlum babasına gitme dedi. Bugün işe gitme. Ben de okula gitmeyeyim. Beraber parka gidip oyunlar oynayalım. Öyle bir öptü ki oğlunu, öyle bir sarıldı ki babasına Ali... Oracıkta vazgeçmek üzereydim aldığım karardan.  Bir gece öncesinin buz kesen elleri, sabahına ılınmıştı işte yeniden. Elinden tuttum Ali'yi, çelimsiz bedenini bir adım geriye çektim. O anda, dün geceden beri ilk defa gözlerime baktı oğlumuzun saçları ile vedalaşırken; fark ettkim ki, gözleri yüreğime artık çok uzaktı. Pişmanlık taşıyordu beyazından ve kahvesi parça parçaydı. Benim son sözüm, baban geç kalıyor oğlum oldu. Ali'nin ki ise,  tamam ama söz ver dedi, söz ver yarın işe gitmeyeceksin. Ben de okula, oldu. Onun son sözü, bakışları oldu, yüreğimi delip geçen bakışları. Demek ki hala yüreğime dokunabiliyordu. Acıyan yüreğimde, saplı kalmış bıçağı çekip verdim eline. Bunu dedim, bunu attığın her adımda hatırla. Bu bıçak kesip attı herşeyi, ne varsa. Bilmem, bakışlarımın tercümanı oldu mu o anda yüreğinde bizden kalan son parça.

O sabah da, o her zamanki gibi bizden erken çıktı evden ve her zamanki gibi oğlum ve ben, pencereden el salladık babamıza, artık uzaklardan, yakaran bir özlemle bize bakarken.

Biliyordum, biliyorum ki gecesiyle sabahıyla günahıyla sevabıyla, onüç yılın ardından, ceketini alıp gitmek bir adam için zordu. İnancımı yitirmesem, sevgimiz bizi yarınlara taşırdı biliyorum, herşeye rağmen kalkardık biz o büyük taşların da altından. Eğer bir gece önce, kendine inancını yitirmiş bir adamın kabullenişine şahitlik etmeseydim, inancımı sorgulayabilirdim. Ve yüreğim ele geçirirdi benliğimi. Bu düşünceden hemen uzaklaştım, bu sefer izin veremezdim, bu geldiğimiz son noktaydı, bir adım sonrası, felaketimiz olacaktı. Ali de tek şahidimiz. Bütün bunları onun omuzlarına yükleyemezdim. O daha, beş yaşında bir çocuktu, gözleri umutlu, yüreği sevgi kokan. Ve büyüklerin almak zorunda kaldığı kararlar, çocuklara hep çok uzaktı. Düşündüğüm tek şey, ben güçlü ve ayakta olursam, Ali'nin çok daha mutlu olacağıydı. Böylece tek bir yanı eksik kalsa da çoğalması mümkün olacaktı. Ama diğer türlü, eksikleri giderek çoğalacak, yaraları giderek büyüyecek ve belki de  hiç tam olamayacaktı. Bunu görüyordum, müneccim değildim. Kocamı tanıyordum ve yaşattıklarının farkındaydım ve daha da kötüsü yaşatacaklarının... Sadece, uygulayabilceğim bir kararlılıkta bir sonuca varmam gerekiyordu. Yaptığım bütün hesapların sonu, iki kişilik kocaman bir dünyanın, 3 kişilik giderek küçülen bir dünyadan daha mutlu kılacağına varıyordu.

Bir sonraki gece, babası eve gelmeyince, para kazanmak için uzaklara gittiğini söylediğimde, Ali televizyon mu alacak bize dedi. Henüz beş yaşında bir çocuğa neden akşam uyumadan önce bir saat televizyon seyredemediğini anlatacak kelimeleri bulamayan kendimin, bardağın taşarken götürdüklerini fark etmesiyle sarsıldım. Oğlum, babasız büyüyecekti. O gece sarsıla sarsıla ağladım. Bir ailenin varlığının, çocuklarının boynunu bükmemek olduğunu kendime defalarca tekrarladım, ikna oldum mu bilmem ama sızmasam ertesi sabah kalkacak gücü kendimde bulamayacaktım. Sonraki altı yıl, çok zor geçti. Ama hergün ölmektense, bir gün ölecektik. İşyerime telefon ettim, Ali'yi okula göndermedim. Parka gittik, oyunlar oynadık ve konuştuk. O günden sonra iki kişilik dünyamızda, kocaman insanlardık. Çabuk olgunlaştırdı hayat oğlumu. Beni hiç üzmedi. Hiç yalan söylemedi.

O geceden aylar sonra, evimize küçük ekran bir televizyon alabildiğimizde, oğlumun parlayan gözlerle, televizyonumuz geldi babam da bu gece gelir değil mi deyişini hiç unutmadım. O, gece uykuya dalmadan önce televizyonu bir saatten fazla seyretti. Bense onun çocuk sevincini.

Hiç bilmiyorum, iyi mi ettim kötü mü... Ve bugün  on yıl sonra, bazı sabahlar o pencereden el sallarken bulurum oğlumu. Elini cama yaslar ve bekler, öylesine bir iş gününe uğurladığı babasının akşam vakti eve dönecek olma umudunu taşıyan yüreğini yüreğime saklar, ağlayamam. 








12 Temmuz 2010

Aşka Dair - 6

Aslında biliyor musunuz? Ben bekledim... Önce depremin sarsıntılarının geçmesini, sonra o yıkıntının içinden çıkabilmeyi, sonra ayakta durabilmeyi, sonra yeniden inşa edebilmeyi, kendimi mesela ve dostluklarımı...

Sonra, çok sonra, aşka inanmayı yeniden. Evet, çok bekledim ben. Hazırdım belki de o karşıma çıktığında, aşka aşık olmanın ötesinde, aşkın içinde varolmak için çok hazırdım ben onunla karşılaştığımda. Birini sevmek değildi istediğim, birinin beni sevmesini de istemiyordum Ben onu sevmek istiyordum ve onun da beni sevmesini. Bir gece ona yazdığım uzun mektubu postaya vermeden hemen önce telefonla aradım. Sesim titriyordu, sesimi de sevsin istediğim için, sesim bir kelebeğin kanadı gibiydi, tutsan, tutabilsen, parmaklarına yapışırdı tınısı, öyle narin ve kırılgandı titreyişi.

Anlatıcı, ne mektuptan, ne de o telefon konuşmasından bahsetmedi. Fakat belki de herşeyi özetleyecek o tek cümleyi söyledi :  İzin ver, bildiğim gibi seveyim seni. Cümlesi biter bitmez, saldı gözlerini uzaklara, koştu gözleri hasretlik duygusuyla. Köşeyi dönünceye kadar bekledi kadın. Bütün gece benzer bir davranışı sürekli tekrarladı. Hikayenin can alıcı yerlerinde duraksayıp o anda elinde ne varsa onunla bir kaç saniye oyalanıyor sonra da uzaklara koşan gözlerini geri çağırıyor ve daha da parıltılı bakışlarıyla, sözlerine devam ediyordu.  Sanki o duraksamaların nedeni kendi soluklanmasından öte, kadınların da kendi yolculuklarına dönüp bakmalarını istemesindendi. Tabağındaki tortelliniden bir tane ağzına attı ve lezzetini son damlasına kadar dilinin üzerinde ve damağında duyumsayarak ve sonra yavaş yavaş izlediği yolu hissederek, tortellini parçacıklarının midesine inişi bekledi. Beklerken gözleri uzaklara daldı, uzun uzun gecenin zifiri karanlığındaki sessizliğe baktı, sanki biraz daha uzun baksa, beklenenin geleceğini sandı.

Kadınlar da baktılar onunla birlikte, balkonun karşısında uzayıp giden yoldaydı gözleri, beklenen gelirse, ilk karşılayan olmak istedikleri belliydi. Böyle bir adamın gerçekliği ile yüzleşmekti. Varlığından emin olmak. Sanki onlar da bakarsa, beklenen gelecekmiş gibi baktılar. Boşluğa, karanlığa, sessizliğe, baka kaldılar.

Bütün gece benzer bir döngüde ilerledi herşey aslında. Kadın anlattı, kadınlar bulutlardaki şaşkınlarını alıp, göz yaşı yaptılar, sonra şen bir kahkaha, sonra bıraktılar ipin ucunu ve şaşkınlıkları gene bulutlarda... Kadınlardan gözünün yaşı bütün gece dinmeyen; bunun sadece on gün olduğuna emin misin, dedi. Anlatıcı gülümsedi, üstelik daha karşılaşmamızı bile anlatmadım size, karşılaştıktan sonra olanları da... dedi.



Devamı hala yazılıyor...



10 Temmuz 2010

Aşka Dair - 5

Gecenin serinliği, sigara dumanlarının gölgesindeki omuzlara dokundukça ürperiyordu kadınlar. Anlatıcı, izin isteyip gittiğinde iki kadının konuşmaları geliyordu uzaktan, konuştuklarını duyurmak istemedikleri fısıltılarından anlaşılsa da, rüzgara yenik düşüyordu kelimeleri ve mutfak dolaplarından birinde asılı kaldı: Ne kadar şanslı, deyişleri...

Ev sahibi olarak, mutfakta hazırladığı yemeğe odaklansa da, evet dedi, iç sesi. Adamı öptü, dudakları dudaklarındaydı. Anlatıcı gecenin yoğunluğunu hafifleteceğini umduğu makarnanın suyunun kaynaması ile düşünden uyandı. Mutfağın tezgahına yaslanmış bedenini, iş yapabileceği kadar uzaklaştırdı. Büyükçe bir tencereyi ocağa, ısıtıcıda kaynayan suyu  tencereye, 'aldente' pişirecceği 'ıspanaklı tortellini'leri kaynamış olan suya koydu. Onbir dakikası vardı üzerine hazırlayacağı sos için. Dolaptan, mis kokulu tereyağını, kremayı ve dolmalık fıstıkları,  bir diş sarımsağı ve yeşil yapraklı fesleğenden kopardığı bir dalı çıkarttı ve mutfak tezgahının üzerine koydu. Ocağa koyduğu büyükçe bir tavaya, yağı koyması ile erimesi bir oldu. Yağ bir tatlı kaşığı bile yokken, üzerine eklediği dolmalık fıstıklar neredeyse bir avuçtu.

Düşük ısıda, yağı yakmadan fıstıkların renkleri dönünceye kadar bekledi, sarımsağı, bıçağın geniş yüzüyle bastırarak ezdi ve tavaya bıraktı. Baskın bir sarımsak tadı olsun istemiyordu, amacı sadece bir tutam lezzet katmaktı. Baskın olan tadın, tortellini olması şarttı. Sarımsağın kokusu karışınca kavrulmuş fıstıkların kokusuna, kremayı ekledi, ateşin altını mum alevine getirdi ve kremayı kaynatmadan ısıttı. Yumurta şeklindeki mutfak saatinin uyarısı ile tencerenin altını kapattı, biraz çukurca bir makarna kaşığı ile sularını süzdürmeden, tortellinileri alıp soslu tavanın içine koydu, teker teker ve nazikçe sosla buluşan tortelliniler, fıstıkları çapkın bakışlarıyla kendine yaklaştırıyor, oluşan bu tablo yemelik değil de giderek seyirlik bir hal alıyordu. Tenceredeki son tortellini de kendi fıstığı ile kaynaşınca, şöyle bir çevirdi tavanın içindekileri. Çukurca tabaklar aldı, uçuk yeşil tonunda, büyükçe bir tepsiye, yeşil büyük boy peçeteleri, çatal kaşığı, karabiber öğütücüsünü ve tuzu koydu. Çukurca tabaklara, on-oniki tane tortelliniyi özenle yerleştirdi. Üzerlerine biraz daha sos gezdirdi. Peynir rendesi ile, bir kaç ay önce gittikleri Floransa'dan aldığı  'permazan'dan rendeledi. Üzerine incecik kıydığı fesleğenlerden bir tutam gezdirdi. Bir kaç yaprak fesleğen ve yarım kesilmiş bir 'çeri' domatesle tabağın kenarını süsledi. Kokularını içine çeke çeke, tepsi ile balkonun yolunu tuttu. Tepsiyi masaya bıraktı ve müziği değiştirmek için tekrar içeri girdi. Buika'nın buğulu sesi, balkonun camlarına dokundu, ve perdelere, usulca çıkıp balkon kapısından; gözü yaşlı kadına ve dalıp giden diğerine ve gözleri ışıl ışıl olan kadının yüreğine değdi.  Kadın balkona çıkmadan bir kaç mum daha yaktı. Gece uzun olacaktı...


Devamı yazılıyor...
Fotoğraf: Google İmage

09 Temmuz 2010

Aşka Dair - 4

Bir yatak odası gelsin gözünüzün önüne. Sallanan bir koltuk. Hakim renkler; şeker pembe, krem, eflatun ve lila... Odada iki tane yerden aydınlatma. Duvarda tablolar. İki küçük halı, yatağın yanlarında, yerler ahşap parke. Kadın, uzanmış yatağa, yerden aydınlatmanın bir tanesi açık sadece, kendisine uzakta olan. Bir kaç kutu var karşı köşede, balkon kapısının hemen yanında. Belli ki anıların yükü o kapakların altında. Müzik çalıyor fonda: Vocal Jazz... Gece uzun, gece yalnız, gece karşılıksız.

Şimdi de sokak aralarında dolaşan kadını getirin gözünüzün önüne. Bilmediği sokaklarda meraklı ama ürkek dolaşan bir ev kedisini hayal edin. Kadın, kırık bir aşkın köprülerini yakmış bir kaç gün önce, öylece herşeyini geride bırakmış bir hayat yolcusu. Dolaşıyor; kelimeler, çeşit çeşit duygular arasında gecenin karanlığında. Derken, bir adam omuz atıyor ta yüreğine. Kadın sarsılıyor gece gece. Hiç bilmediği o sokağın daha başında anlıyor, o sokağın onu çağırdığını. Korkuyor ama devam ediyor ileriye, sonra bir patika buluyor, patikanın sonu bir bahçeye açılıyor. Kadın hala yatakta, bahçedeki mürdüm eriklerine bakıyor, yüzünde bir gülümseme. Bahçede masalar, üzerinde az önceki mangal partisinden arta kalan kahkahalar. Eline alıyor bir tanesini, gülüyor ölesiye... Sonra devam ediyor, denizin kokusuna doğru... Kadın, hala yatakda.

Şimdi, denizi getirin gözünüzün önüne. Dalgalar normal bir insan boyunu aşıyor, hırçın bir deniz, koyu lacivert gecenin karanlığında ürkütücü hatta. Kadın, dalgalara kaptırıyor duygularını, şahlanıp çoşuyor deniz; köpük köpük. Kadın, heyecanlarını kumsala bırakıyor, kendi elleriyle. Denizin dalgası gelip de götürmezse izleri, adamın onu takip edeceğini umuyor. Adam geceden bahçeye bırakılmış bir tebessümün izinde bir dedektif gibi ilerliyor. Yolu sahile çıkıyor. Kumsaldaki iz, onu alıp kadına götürüyor. Kadın sabah uyandığında posta kutusunda bir mektup, iki satır buluyor:

illa bir ayrım söz konusu olacaksa, kulaktaki ses olmak daha değerli sanki...





Adam, kadının onun kulağına fısıldayacağı şarkıyı henüz bilmiyor. Kadın, mektuba gecikmeden cevap yazıyor:

illa bir iz kalacaksa yürekte kalmalı, en derini o olmaz mıydı?
öyle bir ses ve tat olmalı ki hatırladıkça yürekte bir çarpıntı başlamalı...
hatta düşündüm de ses ve tat yetmez, aşk; 5 duyuya da hitap etmeli ki, aşk olsun...
damakta tat, tende iz, kulakta ses, gözde fer, içte his...
Anlatıcı, yüreğinin kapılarını araladığında, o şarkıyı da mırıldanmaya başlıyor. Masadaki diğer kadınların şaşkınlıkları bulutlara değiyor. Kadın şarkısını bitirince, zaman kaldığı yerden devam ediyor. Kadın bir şarkı boyu; gözleri kapalı , az önceki tabloyu resmediyor: Kadını, adamı, sokağı, bahçeyi, mangalı, masayı, denizi, dalgayı, kumsalı ve izleri...

Soru işaretinin ucu bu sefer kadınların yüreğine değiyor: Bu hikaye gerçek olabilir mi? 


Devamı da yazılacak...

Aşka Dair - 3

Dinleyiciler sabırsız, anlatıcı az önceki hikayenin ağırlığından sıyrılmış ama temkinli... Beklentisi yüksek dinleyici, ikinci anlatacağı hikayeyi kısa ve heyecansız bulabilir miydi? Ne de olsa, dinleyicinin kıyaslayacağı, on yıl ile on gündü. Anlatıcı, derin bir nefes aldı, dinleyiciler de biralarından birer büyük yudum. Anlatıcı başladı söze: Uzaklıklar da aşka dair. Gözlerine bir gülümseme yayıldı. Parladı cildi, canlandı sesi. İkinci hikaye sözlerden başlayacak ve gözlerde bitecekti. Sesi, fısıltının bir ton üzerindeydi...

"o trende diyor... karşılaşmasaydık diyor... diyor... diyor!.. iki damla yaş yerinde duramıyor ... eski kente bir kaçış, bir hayata dokunuyor... bir hayat hayata akıyor, on evvel zaman önce..."

Bu cümlelerle bitirmişti yazısını, ilk kez o yazısından sonra döküldü kelimelerim, akıp gitti o gece zaman. Saatler saatleri kovaladı. Bıraktığı izleri rastgele okuyordum ve kendimi kaçınılmaz bir biçimde ona yakın hissediyordum. Nasıl da hayranlıkla tanıma isteği doğdu içimde. Adam belki ki, bir aile babası, sevecen, samimi ve yürekli... Onun da dediği gibi, bir hayat belli ki, bir hayata akıyordu, orada, o anda, o kelimelerle... Zamanı şimdiydi.

Anlatıcı bir ara, biliyorsunuz değil mi, bir adamın çocuklarını büyütmesi ne değerlidir, dedi. Biri; iki çocuk sahibiydi ve hala evdeydi, diğerinin ise tek çocuğu vardı ve babası oğlunu yılda bir kez görüyordu - o da hepi topu 10 gün- çocuk olduktan iki yıl sonra boşanmışlardı.  Zaten çocuk büyüdükçe de, bu konuda artık kendi kararını kendi almak istiyor ve babasını görmeyi reddediyordu.   Kadınlar, kendi dünyalarına dönüp, derin soluklar aldılar. Anlatıcı onlara bir süre izin verdi. Biralardan birer yudum daha alındı, derinleşen sessizliği bozan,  böyle bir baba özlemini başları ile onaylayan kadınlardan biri oldu. Sen böyle anlatınca, böyle bir adamın varlığına inanmaya yüreğimi yeşertiyorsun biliyor musun, dedi. Anlatıcı, kadının omzuna dokundu, o elin yüreğe kadar gideceğini biliyordu. Bir damla gözyaşı olup aktı duygu. Masa sustu. Üstelik anlatıcı, adamın iyi bir sevgili olacağına dair bir öngörüsünü de bir kaç alıntı ile onlara da aktarmayı başarmıştı. Bu durum, masadaki herkesin "böyle bir adam var mıdır" sorusunun cevabını aramasına sebep olmuştu.

Sonra... Sonrası bir mucize gibiydi.

Anlatıcı, anlatmıyor, yaşıyor gibiydi. Söylediği her bir kelime, kanatlanıp kelebek oluyordu, uçuç böceği, sonra bir ortanca, bir gelincik, bir çocuk sesi, bir şarkı... Her bir kelime, bildiğin yaşıyordu, öyle yoğun, öyle duyguluydu.




Aralarında, ritmi sürekli gelişen diyalogları tek tek anlatırken, aklına bir geceleri geldi, biraz muzip biraz oyun biraz gerçek biraz düş bir an.

gecenin bu saatinde şarap olmak istedim ya da notaları elle çalınan bir şarkı...
karar veremedim...
hangisinin izi daha kalıcı olur bilemedim :)
damaktaki tat mı, kulaktaki ses mi daha derindir acaba?

Kadınlar; eee...  ne cevap verdi, diye heyecanla sordular, gözlerindeki soru işaretlerinin ucu, anlatıcının yüreğine kadar değdi. Anlatıcının yüzünde bir gülümseme, nasıl da keyifli; durdurdu zamanı o karede. O geceye gitti. O duygulara, o duyguların saflığına, içtenliğine, çıkarsızlığına, beklentisizliğine... Bir an'ın kendilerinde yarattığı duyguları paylaşmanın ötesine geçmeyen o saatlere, kelimelere... Açtı yürek kapılarını, içinde ne varsa aksın istedi o gece.




Yazılmaya devam ediyor...

08 Temmuz 2010

Aşka Dair - 2




Bugüne kadar ödenmiş en yüksek bedelle sahip olunabilecek bir tablodur aşk, ve söyleyin der anlatıcı: Böyle bir tablo kaç el değiştirebilir. Uzaktan bakarsınız sadece, eğer o da biraz şanslıysanız sergilendiği yürek açarsa kapılarını size... Ve bu paha biçilmez tabloyu ancak, sahiplerinin izlerinden ayırt edebilirsiniz. Derindir çizgileri ve renkler, gidiyordur bir uçtan bir diğer uca renk paletinde ne kadar renk varsa, ve her bir renk değmelidir yürek uçlarıyla yaşanan anların üzerine. Bir kelebek olmalıdır krem rengi üzeri mavi benekli, bir rüzgar gri, bir kıyı yeşil, bir liman mavi, bir fırtına koyu, bir gökgürültüsü şimşek kırmızı, bir frezya beyaz, bir kır çiçeği mor ve güneş olmalıdır turuncu ve bir tarlada gelincik; yabani ve kırmızı ve lila olmalıdır lisiyantus ve nehir olmalıdır saydam ve su olmalıdır duru ve ortanca top top, ve gökkuşağı olmalıdır her renk ve siyah olmalıdır ayrılık. Doyumsuz bir karmaşanın içindeki dinginlikse hissettiğiniz, işte budur  aşk.



Tablolar / Monet / Google İmages


Devamı Yazılıyor...



07 Temmuz 2010

Aşka Dair - 1


Üç kadın balkonda oturuyor... Biri hikaye anlatıcısı, insanı, insana, insanca anlatma telaşıyla aktarıyor yaşanmış olanı, yaşananı, yaşanacak olanı.  Geçmiş zaman aşklarının kapıları aralanıyor sohbetin en koyu yerinde. Geçmiş zaman aşkı dediysek, hepi topu iki tane. Anlatıcı durur mu alıyor sazı eline.  Üç kadından biri yönetici, biri doktor biri de, dedik ya hikaye anlatıcısı, onun işi bu.

Gözlerden başlıyor ilk hikaye, sözlerle son bulacak. Bir varmış... Bir yokmuş ağzından dökülmüyor. Bir adam, bir de kadın varmış. Adamla kadın göz göze gelmiş. 

İlk hikaye on yıl süren bir aşk hikayesi; miş'li geçmiş zamanın içinde yoğuruyor anlatıcı hikayesini,  yer yer durup, düşünüyor: Sanki gözünün önünde bir sahne, olup biteni, perdesi aralık kalmış kulis kapısından görebildiği kadarıyla aktarıyor gibi. Saatler, tik tak, tik tak işliyor kendi ritminde. Yelkovanla akrep, el ele tutuşup yağmurda dönerek zıplayan çocuklar gibi şen, dönüyor da dönüyor. Tam 34 dakika 24 saniye boyunca anlatıcı susmuyor. Kadınlar kah ağlıyor, kah gülüyor, kah susuyor, kah  ağızları bir karış açık şaşkınlıkları donuyor. Gözyaşları, pınarlarından az sonra akmaya hazır beklerken, kadın tempoyu aniden yavaşlatıyor, sonra hızlandırıyor... Kelimeler, anlar, heyecanlar havada uçuç böcekleri gibi, oradan oraya konuyor, yavaş yavaş yürüyor. Dinleyicilerin pınarları istemsizce akıyor, doluyor, boşalıyor, sonra tekrar doluyor, duruyor; yerini bir tebessüme bırakıyor, bazen sonu gelmez bir kahkahaya, sonra yeniden akıyor, oluk oluk, peçeteler yetmiyor, rimeller yanaklarda bir yol olup uzuyor. Anlatıcının sesi iniyor. Anlatıcının sesi yükseliyor. Anlatıcı dekorcu oluyor; mumlar sahne ışığı, bir ara sahne amiri ve bir ara kostüm sorumlusu. Son provada müzikler canlı çalınıyor. Oyunu yazan, oynayan, yöneten hep o. Anlatıcı, perdenin kapanmasına yakın, bir suflör gibi fısıldıyor: Ayrılıklar da aşka dair.

Bir ara veriyor kadın, içkiler tazeleniyor. Masada küçük parçalara bölünmüş incir, beyaz küçük kapaklı bir porselende duruyor. Kavrulmamış taze bademler ve ceviz içleri, sapları çıkartılmış kirazlar biraz buzlukta bekletilmiş; sıcağa çıkınca terlemiş hallerinden belli ve kabuğu soyulmuş ve küçük küçük dilimlenmiş kayısılar üzerlerinde minik kokteyl çatalları ile ince uzun beyaz porselen bir tepsi içine dizilmiş; kavuniçi, yeşil ve sarı desenli üç ayrı çukur porselende sunulmuşlar her zamanki gibi özenle hazırlanmışlar belli. Koyu lacivert, el yapımı, cam çanakta ise kavrulmamış fındık var. Masa öyle zengin değil, biralar buz gibi, güneş az önce uğrayıp geçtiği balkondaki yeşillere şifa olmuş, canlı ve parlaklar. Toprak, konuklar gelmeden önce aldığı suyla kokusunu salmış balkonun dört bir yanına. Masa, oval ve tam üç kişilik. Anlatıcı ortada, kadınlar sağlı sollu tutmuşlar hayatın uçlarını. Hayat, az sonra masaya dökülen kelimelerde yeniden can bulacak, fıstık yeşili masa örtüsü, anlatıcının her bir kelimesi, vurgusu ile daha da canlanacak. Dinleyicinin her bir gözyaşı, her bir kahkahası ile yaşam elle tutulamaz, görülemez ama hissedilebilir... Gece ilerledikçe bir tablo gibi hayranlıkla seyredilen bir nesneye dönüşecek yaşananlar. Ne tezatlık!



Devamı Yazılıyor...



12 Haziran 2010

Açık, Uçuk ve Maviydi Umutları

Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara, belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma...

Gri bir hırka vardı, dolabın kazak tarafında, hala buram buram kokusundan fark ettim orada olduğunu, dili olsa anlatsa denir ya, dili olsa da anlatsa adada yaşananları da bir dinleseniz bir hırkanın gözünden aşkın yansımalarını. O günden sonra hiç giymedim, belki biraz ada koksun, belki biraz da onun kokusu sinmesin üzerime diye. Benim ki de, laf işte, sanki sinmemişti kokusu yüreğime.

Kırmızı bir tişört buldum dolabın köşesine sıkışmış, biraz mahçup, biraz ürkek duruşundan anladım, uzun zamandır süre gelen dokunulmamışlığı, ON1 yazıyordu üzerinde. Beni öptüğü gün üzerindeki tişörttü, sonra bana hediye etmişti, üniversiteyi kazanıp gittiğimde, onu unutmayayım diye. Gündüz gece üzerimden çıkartmadım. Hatta bir kış, hiç unutmam kazaklarımın üzerine bile giydim. Aklımdan hiç çıkmasın diye. Benim ki de laf işte, sanki kazınmamıştı aşkı bedenime.

Keten bir ceket vardı yazdan kalma, mevsimlik denir ya, mevsimlikti o da işte. Alışveriş merkezindeki son yürüyüşümüzde o vardı koyu lacivert bir kotun üzerinde, beyaz bir tişörtle giymiştim; kum rengi keten ceketi... Kum gibi eriyip gidivermişti ellerimden inandığım ne varsa o son buluşmada. Gözyaşım sicim gibi akarken... Benim ki de, laf işte...

Dolabımda yeni eşyalara yer açma zamanı çoktan gelip geçmişti. Bir bir ayırdım artık üzerime olmayan, üzerimde durmayanları.  Herbirini elime alışımda farklı bir an geldi gözümün önüne. Bazısı kederli, bazısı sevinçli, bazısı bir damla yaşla, bazısı dolu dolu kahkahalarla ayrıldılar benden, bana bıraktıklarıyla. Koca bir torba ağzına beraber doldu, kapıya bile zor taşıdım. O kadar ağırlardı. Bunca sene, neden onlara kıyamamıştım anlamadım. Yorgunluğumu bir kahve kokusuna yüklemeye karar verdiğimde, camın önündeki sallanan koltuğa oturdum, aklıma üşüşmüş onlarca anla. Kıyasıya bir sokak dövüşünün yumrukları gibiydi hüzünler ve tekmeleri gibi kırgınlıklar... Küfürlü bir sesleniş oldu gözyaşlarım... Son darbeyi, bütün bu kavgayı durdurup ayırmak isteyen yürek aldı. Yorgunluğum hafiflesin diye oturduğum yere ağırlığım çöktü. Yüreğimin ağırlığı... Yer yerinden oynadı.

Temizlemeye karar verdim, beni kıran, üzen, yıpratan, acıtan, ağlatan ne varsa, hepsini teker teker koydum bir çöp torbasına. Haydi yallah çöp kutusuna... Bir anda! Zaten, bir saniye falan geçiksem, yada bir düşüneyim desem, ayrılmazdım ya ben onlarla... Bir anda! Bir anda, hepsini bırakıverdim benden uzağa.

Kendi dünyamın kapılarını araladığımda girdiğim bir bahçede dolanırken, çöp arabasının o heybetli gelişinden sarsılan camlar haber verdiler bana, öğütücüye gidecekti az önce ne varsa kurtulup beni hafifletmesini istediklerim. Son bir veda için cama koştuğumda, çöpçünün torbada ne var ne yoksa sokağa saçtığını gördüm. Tek tek eline alıp okuyordu beni kıranları, tek tek anlamaya çalışıyordu üzüntülerimi, tek tek okşadı acılarımı, tek tek yüreğine koydu gözyaşlarımı... Artık benim için gerekli olmayanlarım onda birer birer şefkate dönüştüler... Kafasını kaldırıp baktı bana, yapılan yardımlar karşılıksız kalmalıdır derdi babaannem... Hemen içeri kaçtım, nedense bilsin istemedim onları benim oraya bıraktığımı. Penceremi kapadım. Perdemi de...


Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma... Kimden kime gittiği belli olmayan bir yardımlaşma kampanyası: Geri dönüşüme izin verin... Sloganı bu olan bir kampanya önerisi ile gittiğimde müşteriye, anlam veremedi duygular nasıl değiş tokuş olacak diye. Ona, yukarıda sözünü ettiğim çöpçü hikayesini anlattım, reklam filmini buna benzer bir senaryo üzerine kurgulayacaktık. Kadın sığınma evlerine ziyaretler yapılmasını teşvik edecek bu kampanyanın amacı, oradaki kadınların dertlerini dinleyerek hafifletirken, dinleyenlerin şefkat duygularını çoğaltmaktı. Kampanyaya katılım hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Sattığımız hüzündü, dramdı, yürekti; bir alan çıkmadı. Herkes, kendi hüznünü satmak istiyordu, kendi dramından en kısa yoldan kurtulmak... Satıcısı çok, alıcısı yok bir kampanyaya atılan imzalar, daha altıncı ayını bulmadan rafa kaldırıldı.


Fazlayı toplamak için anı toplayıcısı olmak lazımdı, ya da ne bileyim, hüzün kolleksiyoncusu, en basitinden dinleyici olabilmek lazımdı, yürekli ve şefkatlı bir dinleyici... Bulunamadı... Ne yazık ki, elde kaldı bulduğumuz bütün hüzünler, eksi yirmisekiz derece şoklama depolarında, mevsim sonu indirimini bekliyorlar, koyu maviye dönüyor umutları beklerken. Oysa açık uçuk maviydi umutları... Açık, uçuk ve mavi. Alan olmadı!


Şubat 2009, Bursa


06 Mayıs 2010

TETİK/LENME


Bu geceyi bana tarif et dese biri az önce okuduğunuz cümleyi kurabilmek isterdim. Cümle bana ait değil ama kulaklarım o sesi duydu. Gözlerim gerçeğin karanlık yüzünü gördü. Yazarla aynı hassasiyet üzerinden olup olmadığını bilmediğim bir bağ kuruverdim cümle bittiğinde. 

Bir göl üzerinde, uzun zamandır kıpırtısız bir havada öylece durmakta olan sandaldayım. Karşı kıyı uzak, yola çıktığım kıyı da. Tam ortasındayım desem, geçeli çok oldu, sonuna yaklaştım desem, sanki daha başındayım. Bana ruh halimi sormuştun ya, kurabilsem az önce yukarıda okuduğun cümleyi kurardım sana.  Gerçek ne diye sorma bana, yalan ne diye sorarsan aslında ona da bir cevap bulamam hali hazırda. Sen sadece ruh halimi sor bana.

Okuduğu tek bir cümleden yola çıkıp da dilin ucuna gelen onca kelimeye hızı yetişse, taramalı bir tüfeğin, bilinçsiz bir elde, oradan oraya hem savrulup hem de savurarak ateş etmesi gibi sıralı ve hızlı bir yağmuru yağdırabilirdi aslında. Ama o durdu, sesi dinledi. Gecenin tenhalığında az önce banda aldığı kırılan kalp sesini dinletmeye karar verdi ona. Çevirmeli telefonun 3'üne parmağını soktu kısa bir çevirme sesi, hemen ardından 9 ve bir 9 daha ki, onlar uzun uzundu. Sonra bir sıfır çevirdi, geri dönüşü uzun sürdü ve ardından bir 5... Sakindi, az önce kırılan kalbinin sesini ona dinletecek ve gecenin karalığına çalacaktı bütün kederlerini. Sesi duydu, yüksek sesli bir dramın hemen öncesinde, hüzne ritmini veren o sesi. Kırık kalbe bıçak darbeleriyle defalarca, defalarca, ama defalarca girip çıkan bıçağın yüreğe her değişindeki o iç burkan sesi. Telefonun kapanma şiddeti yerel magnitüd ölçeği ile tespit edilemedi ki, kırık kalp sesinin değeri o anda sıfırı gösteriyordu. 

Yalan olan neydi diye sorma bana ve gerçeği isteme benden, kırık kalbin hikayesi ise başka bir anlatıcının ucu körelmiş kurşun kaleminde, ağır mı ağır gidiyor kelimeler. Ağır mı ağır bu gece. Ağır mı ağır bir roman olur yazsam, taşıyamazsın orada gizlenmiş hüzünleri.

Kadın bir cümlenin kendisini tetiklemesi ile otursa da yazmaya, kanıyor sadece. Damla damla kanarken farkında bile değil, az önceki bir tetiklenme değil be kadın, az önceki bir telefonun, yerel magnitüd ölçeği ile tespit edilememiş kapanma şiddetinin çıkarttığı ses değil. Az önceki, az önce duyduğun ve kanamana sebep bir tetik/lenme. Derin kuyulardan sesi gelen bir dram. Gerçeğin ta kendisi, yalancının kim olduğunu bana sorma. Söyleyemem. Ben bu gece oturup senin hallerini resmedenim sadece; resim dersinden ilkokulda sınıfta kalan.





 * Bazen bir tek cümle yeter aslında, siz yazmış olmayı dilersiniz ve o cümleyi siz yazamadınız diye darbe alan her bir harf ağlar ardınızdan, bizim suçumuz ne diye.

** Cümle için, Kalabalık Odalardan, Burcu Yıldızer'e teşekkürler...

14 Nisan 2010

ŞARAP KOKULU KELİMELER


Tek katlı, 20 metrekare bile olmayan bahçesine mutfaktaki kocaman kapı ile geçilen, 100 metrekare tabanlı bu eski eve karşı hissettiği; ilk görüşte aşktı. Ya başkasına kiralarlarsa diye iç geçirdiğini emlakçıya belli etmemek için nefes bile almıyordu. Evin çatısı ciddi bir tadilat istiyordu ve banyo ve mutfak mutlaka elden geçmeliydi. Camlar macunlanmalı ve boyanmalıydı, aslında evin tamamı boya istiyordu. Hiç üzerinde durmadı, o aşkın körlüğünde sadece güzellikleri görüyor, tüm zorluklara göğüs gerebileceği inancı ile düşler kuruyordu.

Emlakçıda imzalanan evrakların ardından, yüklüce yapılan ilk ödemeden sonra - ilk 6 ayı peşin ödemişti - anahtarı alır almaz, evin yolunu tuttu. Ahşap zemini beyaza boyayacaktı ve salon kesinlikle turkuaz ağırlıklı olacaktı. Bazı duvarlar yıkılmalıydı ve bazı camlar daha da büyük açılmalıydı; güneşe, rüzgara ve yağmura. Evde dolaşırken kopuk, anlamsız kelimeler gelip çarpıyordu kulağına ara ara. Dikkat kesilmeye niyeti yoktu. O henüz heyecanını yansıtamadığı, aşkın flörtöz evresindeki mahçup kızdı.  Bahçeye bakan pencerenin kenarında durdu. Kelimeler onu arkadan itiyor gibi iyice yapıştı cama, öyleki, nefesinden buğu oluştu camda. Bir anlam veremiyordu, kafasının içinde mi dolanıyordu onca kelime. Anlamsız kelime öbekleri gibiydiler...  Rüzgarda savrulan çöl çalıları gibi, öbek öbek, yuvarlanıyorlardı.

Çok ...... ..... ... Anlatmak ..... ............. yaratan, '...... ........ önce ........... ........ ben' ....... ... ......... , üzülmüştüm, ..... .............. hali... ...... ......... bunu ...... ......... mıyım, ...... ....... ettiğimi ..... ........ ? Kırıldığımı, ...... ......... ... Bilmeli ......... ?


......... mıyım? ......... ...... yokmuş, .......... , ............... gibi ........ ......... ? Silebilir ......... ? ............ mi? ........; ........... ince, ..... ........ , bazen .... ........ , bazen .... ........, bazen .... ........ ses, ..... ......, bir ..... .... ........... ondan ........ ............ sendeki ............... ... ....... şimdi ...... ......... , çok ...... ...... , bunu ....... .......... mıyım?

Ne gereksiz bir gerginlik yaratıyordu kelimeler kafasında... Susturmaya çalıştı, yeni heyecanını yaşamak, üzerine düşler kurmak istiyordu. Kafasındaki anlamı olmayan bu kelime öbeğinden bir an önce kurtulmak için, bu eve getirmeyi düşündüğü eşyaları yerleştirmeye başladı.  Mor koltuğu pencere önüne koymaya karar verdi. Böylece hem bahçeyi görebilecekti hem de aydınlığı içeri buyur eden o pencerenin önünde okuyabilecekti. Hemen karşı duvara, turkuaz çalışma masasını ve bir ada gezisinde, ailesi eski İzmirden olan, antikacı Rum kadının ısrarları ile edindiği abajuru üzerine koyacaktı. Sağa sola bakınırken, gözü, pencere pervazının dökülen macunlarına takıldı ve işte yine o anlamsız kelime öbeği oradaydı. Akıp gidiyordu camın üzerinden, birleştirmeye ve bir anlam çıkartmaya çabalarken yakaladığı; kendi çaresizliği oldu. Hiç bir anlamı yoktu bu kelimelerin, bir öbek olmaktan başka. Ne başı belliydi, ne sonu... Onlarca yitik kelime kokusu sardı evi. Pencereyi açıp hava almak ihtiyacı duydu. Pencerenin koluna takılı kalan 'emin değilim'in eline bulaştığını fark edemedi. Beyni, neden çok emin olmadığını bulmaya çalışa dursun, o, düşlere daldı.

- Mangal hazır mı?
- Sen etlerden haber ver...
- Önce patlıcanlar ve kırmızı yağ biberleri...
- Herse mi?
O gün, o bahçedeki kalabalık arkadaş grubunun içinde, nasıl da eğlenmişlerdi, nasıl da gülmüşler, nasıl da çoğalmışlardı. Eski günler...
Eski günleri yüksek sesle söyledi. Camı kapattı. Hüzün denizlerinde yüzmenin bir anlamı yoktu. Yeni bir ev, yeni bir yaşam onu bekliyordu ve bu ev, o evdi: Hep hayalini kurduğu, turkuaz pancurlu, beyaz ev... Eve yapılacakları bir kağıda not etmeye, listeler hazırlamaya başladı. Yapılacaklar listesi, alınacaklar listesi, tamir edilecekler listesi... O listesi, bu listesi derken, yaklaşık 4 saati o evde, ayakta ve o kelimeleri duymadan geçirdiğini fark etti. Siliniyorlardı. Sevindi...

Ertesin gün sabahın köründe iki usta ile geldi eve, ustalar ölçüp biçip, bakıp anlayıp bir fiyat çıkartacaklardı. Kafasında bir ödeme planı yapıyordu. Ustaların kamyonuna attığı mor koltuğunu koydu camın önüne ve başladı gene notlar almaya. Hesap kitap işlerinden oldum olası haz etmezdi: Çarptı, böldü, topladı, çıkartı... İçine sinmeyince, bir kez daha, bir kez daha... Fiyatı verecek kendisiymiş gibi, hesap kitaba gömülmüştü. Daldı; kulağında yine öbek halinde kelimeler...

Ustanın sesi ile kendine geldi, usta uzun uzun yapılacak işleri, bedellerini, toplam işçilik maliyetini ve yaklaşık malzeme fiyatlarını, vade koşullarını söyledi. Üzerinde düşünülmüş bir konuşma metninin önceden ezberlenmiş hali gibi takılmadan, aralara aaa, hımm gibi bekleme süreleri koymadan konuşan ustanın akıcılığında fark etti kelimelerin neden öbek öbek kulağına takıldığını. Bir buluşun parlaklığı beliriverdi gözlerinde. Usta, o bakıştan bu iş tamam anlamını çıkartsa da, o ustanın söylediği hiç bir detayla ilgilenmiyordu. Günlerdir kafasının içinde dolanan kelime öbeklerinin nihayet anlamını çözmüştü, sanki... Ayağa kalktı, ustaya bütün bu ayrıntıları bir kağıda dökmesi gerektiğini, kendinin yapabileceği ödeme planı çerçevesinde anlaşırlarsa, hemen yarın ya da bir ertesi gün işe başlayabileceğini söyledi ve ustayı kovar gibi hızla kapıdan uğurladı.

Kendi konuşma ritmi kulaklarına takıldı. Nefes almayı bile unuttuğu o gergin zamanlarında annesi ne derdi: İki sus bir konuş... İki sus bir konuş... O zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, yazardı, içindekileri. Sürekli bunu tekrarlıyordu. İki sus bir konuş... Koltuğuna oturdu. Gün batmak üzereydi. Eline kağıdı kalemi alıp yitik kelimelerini yazmaya başladı.

..... emin değilim... ............. konusundaki kararsızlığımı ..........., 'bunu daha ........ de yaşamıştım .......' ....... ... Yaşamıştım, ........... , çok üzülmüştüm ....... ... O nedenle ....... sana anlatmalı ........, yani fark .......... bilmeli misin? ..........., üzüldüğümü... .......... misin?

Susmalı ..........? Susmalı ve ..........., olmamış, yaşanmamış ........... silmeli miyim? ....... miyim? Silinebilir ......? İz; bazen ......, bazen kalın, ........ bir sözcük, .........  bir hece, ......... sadece bir ........, bir bakış, ........ susuş... Hepsi ........ kalan izlerin .......... yansımaları... Ben .......... oturmuş düşünüyorum, .......... emin değilim, ......... sana anlatmalı .........?
Kafasındaki seslerle yazdığı yitik kelimeleri birleştirince fark etti ki, o olayın olduğu gün, o, susmayı tercih etmişti. Şimdi de aklı, annesinin tembihini gerçekleştiriyor, iki susup bir hatırlıyordu. Pencereyi açtı, yeni bir yaşamda yitik kelimelere yer yoktu. Aklında dolanan ve susmak bilmeyen kelimeleri havaya savurdu. Söylen(e)memiş kelimelerini, ruhu ve yüreği ile birlikte özgür bıraktı. Susmak, onu ilk defa özgürleştirmişti. Bazı kelimeler alaca karanlığa kucak açan limon ağacının dallarına çarptı, birkaçının kanadı kırıldı, birkaçı küçük kızın elinden kaçan balon gibi bulutlara ulaştı... Pencereyi kapadı, koluna takılı kalan 'emin değilim'i fark edemedi.

Mor koltuğuna oturup, bir mum yaktı... Arabanın bağajından şarabını ve kadehleri aldı. İçeri girdiğinde, elindeki iki kadehe bakıp, gülümsedi. İki kadeh, tek bir koltuk ve yitik kelimelerden arda kalan koku bu gece herşeyiydi. Koltuğuna oturdu, şarabını açmak için kapıya yöneldiğinde bir araba sesi duydu. Önce korktu, heyecanlandı, sonra komşular olmalıdır diye kendini rahatlattı. Kapı çalmadan kapıyı açtı. Adamın gözlerine takıldı, bir elinde kırmızı örtüsü kenarlarından taşmış hasır piknik sepeti, diğer elinde katlanır plaj sandalyesi ile karşısında duran görmüş geçirmiş bir adamın bakışları değildi; daha çok yeni yetme bir delikanlının muzip ve sevecen tavrının ardına sakladığı, hesapsız bir özrü, kabule sunuşu vardı o bakışlarda. Komik gözüküyordu. Kadın dayanamayıp bir kahkaha attı. Gülme sana da getirdim bir sandalye dedi. Bu gece uzanıp salonun orta yerine, evi kutsayacağız birlikte diye ekledi. Kadın, uzun zamandır sınav sonucunu bekleyen bir çocuk ürkekliğinde kapıyı kapattı. Adam, elindekileri yere bırakıp, şöyle bir evi dolaştı. Demek burası dedi... Kadın, sınavı başarı ile tamamlayan çocuk şımarıklığı ve gururuyla evet dedi. Adam, pencereye yöneldiğinde, kadın koluna takılı olanı fark edip, adamdan önce koştu ve kelimeleri avucuna aldı. Adam pencereyi açar açmaz, nazik bir hareketle onları özgür bıraktı. O sıra, dallara çarpıp, kanadı kırılan ve anda takılan bütün kuşlar havalandı. Adam, kadını kendine çekip, dudağına fısıldadı: Biliyorsun değil mi, alabora olmaz bizim teknemiz... Kadın, susmanın, bir limana sığınmak olduğunu o zaman anladı ve açık denizlere yol almak üzere şarap şişesine ayağının ucu ile dokundu. Kokusu, yitik kelimelerin kokusunu bastırdı, adam kadını öptü, eve aşkın kokusu yayıldı.



18 Mart 2010

YUVASIZ(DI) KUŞLAR





Eski dostların buluşma noktasıydı, yuvasız kuşların meydanındaki, sırtındaki bir parçası kırık ahşap bank... Her cuma akşamı güneş rakı burcuna girmezden hemen önce boğaza karşı rüzgarı selamlayıp gelen geçenin attıkları kahkahalara bakakalmalarına kahkahalarla gülerlerdi...

İncirin çekirdeğinin bile fazla geldiği günlerde onlar incirin çekirdeği olmazsa diye hayıflanırdı, ne de olsa herşey değişiyordu, meyvaların tadı, yemeklerin adı... Ayak uydurmak değildi dertleri ya da değişime direnç değildi gösterdikleri, anlamaya çalışıyorlar ve anlamaya çalışan hallerine gülmeden de edemiyorlardı.

İki eski dost, kaldıkları huzur evlerinden sadece cuma akşamları izinli çıkar ve gece 12'yi gösterdiği anda da masalarından kalkar ve yuvalarına dönerlerdi. Son yirmi yıldır her cuma birbirlerini aramaya bile gerek duymadan o banka gider otururlar ve birbirlerini beklerlerdi. Yuvasız kuşlar her cuma onların gelişini bayram bilir, havalarda türlü çeşit numaralar yaparak; haftasonunu yakalama telaşıyla sırtındaki yükü bir an için bile bırakmayı düşünmeyen, yaşamın keyifsizliğinden dem vurarak vapurlara yetişmeye çabalayan insanlara, yaşamın çekilesi olduğunu kanıtlamaya çabalarlardı.

Haftalardan bir hafta, cumalardan bir cuma, Rasim yatağından isteksizce kalktı, gece gördüğü rüyadan huzursuz, yüzünü yıkadı, aynada kendine baktı. Veli'nin her cuma olmazsa olmaz gömleği, kışları üzerine aldığı yeleği ve illa ki kasketi ile gelişine ve kızışına inat, yaz kış üzerine geçirdiği envayi çeşit kazaklarından birini almak üzereydi ki, bugün şaşırtayım şunu da görsün diye geçirdi içinden, kahkahası yankılandı duvarlarda. Yan odada kalan Ali İhsan'ın kapısını çaldı. Gömleğin var mı dedi, bu gece için verir misin? Hayırdırlı kahkahalara ve takılmalara dönüp sırtını, döndü odasına elinde beyaz gömleği... Sakal tıraşını oldu ve giydi gömleğini. Ütülü bir pantalon buldu dolabından, hoşuna gitti telaşı gülümsedi. Saatine baktı geç kahvaltıyı bile kaçırmak üzere olduğunu fark edip hızlandı ve soluğu kahvaltı salonunda aldığında, müdürle karşılaştı... Müdür tanımaz gözlerle bakınca çapkın bir gülümseme ile bugün cuma, büyük gün dedi. Müdür Rasim'in gülüşüne kahkaha ile karşılık verdi. Keşke dedi her gün cuma olsa diyeceğim ama, son 20 yıldır ilk defa seni saç sakal birbirine girmemiş gördüm. Bundan sonrası hep böyle olursa, yakında evlendiririz bile seni diyerek kahkahlarla koridorda ilerledi. Rasim masaya oturduğunda hala müdürün kahkahası geliyordu. Rasim bir iki lokma aldı almadı, aklına rüyası geldi. Ama canını sıkmaya niyeti yoktu. Bugün Veli'ye hayatının süprizini yapacak ve 20 yıldır "berduş gibisin" diyen dostunun karşısına adam gibi çıkacaktı.

Öğlen olmuştu bile sabah gazeteleri bittiğinde, kapıdaki görevliye "yolcu yolunda gerek" dedi. "Hayırdır erkencisin" diyen görevliye ki, oğul derdi, "Bilmem dedi, içimde bir sıkıntı var, vapurla geçeceğim karşıya, yol uzuyor ama denizin kokusu, bu mevsimde göçmen kuşların kanat çırpışları ayrı bir keyif verir bana... Rakı masasına oturmadan önce, kederi dağıtmazsan keyfi çıkmaz sohbetin oğul" dedi, "içmek ölüm gibi gelir adama kederli zamanlarda" ve ağır ahşap kapıyı, yılların yorgunluğu omuzlarındaymışcasına, ağır ağır kapattı.

İskeleye vardığında kır çiçeklerine takıldı gözü, nedensizce bir demet kır çiçeği aldı, parasının üstü kalsın dedi, kırmızı üzerine, portakal rengi giymiş, saçlarını iki yanda örmüş Fadik, Rasim'in arkasından sesinin son renginde bağırdı "Amcaaa, sevenlerin çok olsun, bir de dua edenlerin" dedi... Rasim kahkaha attı, "neden gençlere aşk diliyorsun da bana dua" dedi. Kalkmak üzere olan balıkçı teknesinden bozma İsmet Aganın keyif teknesine attı kendini. İsmet Aga "gelmeyeceksin sandım, geçiktin" dedi. "Kararsız kaldım, senin külüstürle mi gideyim, yoksa şöyle modern bir yolcu vapuruyla mı" dedi Rasim, İsmet Aga gülümsedi, "adama benzemişsin bugün, zenginlerin kiraladığı deniz taksiyle gitseydin" dedi. Dolu dolu kahkahalarını yem sanan martılar alçalınca, ellerindeki bayat ekmekleri havaya savurdular. Bunu duyan martılar eşlik ettiler onlara karşı kıyıya kadar.

Rasim kıyıya indiğinde, elinde çiçekleri ile ne kadar komik göründüğünü, yeni yetme bir delikanlının ilk buluşma anlarındaki şaşkınlığı ile örtüşen heyecanı ve sıkıntısını fark ettiğinden beri adımlarını birbirine karıştırır olmuştu. Az ilerdeki dolmuşlara varabilse, oradaki şans biletçisi Şennur'a durumu anlatacak ve bayılana kadar güleceklerdi de, işte 'tek başına damat kılıklı eli kır çiçekli deli'ye çıkmasın diye adı, tutuyordu kendini. Dolmuşa bindiğinde sakinleşmişti ama çiçekler hala elindeydi. "Neden vermedim ki, Şennur'a ben bunları" dedi, kokladı, garip bir toprak kokusu geldi burnuna. "Ne garip, çiçeklerin taze toprak kokması" diye düşündü. Parasını uzattı, kaptan Murtaza her zamanki gibi almadı parayı, "Meydana mı, meşhur büyük buluşma, ne adamlarsınız, ben şu dolmuşta para toplayan yeni yetmeydim, konuşulurdu sizin dostluğunuz, kahkahalarınız, maşallah damat gibi olmuşsun, yakışıklı bir adamışşın be Rasim dede" dedi. Torununu görmeyeli ne kadar çok zaman geçtiğini anımsadı, gözünden bir damla yaş gelir gibi oldu. "Kader" dedi. Murtaza, "Yakışıklı olmak kader değildir ki" dedi. Gülüştüler...

Veli her zaman ki gibi olmazsa olmaz gömleği, kasketi ve sırtımı tutuyor dediği, incecik montu, tıraşlı yüzü, bakımlı elleri ve dedesinden yadigar bostonu ile gelmişti yuvasız kuşların meydanındaki, sırtındaki bir parçası kırık olan ahşap banka da, bank yoktu ortada, meydandaki bütün banklar, garip tek kişilik metal oturağı andıran yenileri ile değiştirilmişti. Yuvasız kuşlar da yoktu üstelik görünürde... Biraz dolandıktan sonra birbirine konuşma mesafesi yakınlığı bile olmayan tek kişilik oturaklardan, nispeten diğerlerinden birbirine daha yakın olan bir tanesini seçti ve oturdu. Rasimle ne güleriz biz şimdi bu duruma diye aklında geçirdi. Saatine baktı, Rasim geçikmişti. Zaten 10 dakika geç gelmese, geceleri eğlenceli geçmezdi. Beklerken, havaya bakınıyordu. "Kıymetini bilemediler şu kuşların" dedi. Koşuşturup duran insanlara baktı. "Neyin kıymetini biliyorlar ki zaten" diye iç geçirdi.

Neredeyse yarım saat geçmişti. Telaşlanmak istemiyordu ama Rasim bu kadar geç kalmazdı. Kalabalığın arasından Rasim'in geldiği yöne doğru dikkat kesilince, kendisine doğru koşarak gelen, telaşlı genç bir delikanlı gördü. "Siz Veli dede misiniz" dedi. "Evet" diyebildi, elindeki bastona sıkı sıkı sarılıp, "beni Murtaza kaptan gönderdi, sizi alıp Rasim'e götüreceğim." Veli, oturduğu yerden zar zor kalktı. Bedeni taş, elleri buz kesmişti bir anda. Delikanlı arabaya doğru giderlerken, "arkadaş mısınız" diye sorunca Veli, titreyen sesi ile "Canız" dedi. Yol boyu konuşmadı, ne delikanlı ne de Veli... Minibüslerin güzergahı, dar ara yolu kapatan polis arabası, ambulans ve kalabalık, nefessiz bırakmıştı Veli'yi... Arabadan indiklerinde zar zor yürüyordu. Murtaza, Veli dedeye sarıldı. "Belki yetişirsin diye" diyebildi sadece ve sarıldı. Donmuş gibiydi Veli, ambulans doktorundan izin alıp, güçlükle ve yardımla dostunu görmek için girdi ambulansın içine. Rasimi öyle giyinmiş, tıraşlı, adam gibi görünce, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Zor aldılar Rasim'in başından Veli'yi...

İner inmez ambulanstan kafasını gökyüzüne kaldırdı. Yuvasız göçmen kuşlar gökyünüzü kaplamışlardı. Rasim'i uğurlamaya gelmişlerdi. O gün o kentte ambulans nereye doğru yol alırsa alsın, kuşlar Rasim'i takip eti, Veli kuşları...

Yuvasız kuşlardık biz diye bildi o gece rakı masasında tek başına içerken ve kederi bırakmadığı için kapıda, her yudum ölüm gibi geldi... Ölüm gibi ağır, ölüm gibi beklenmedik, ölüm gibi sıradan...

Yuvasız bir kuştu artık Veli... O gece sabaha kadar içti... O sabah cenazeye, elinde  dünden kalan bir demet kır çiçeği ile bir berduş gibi gitti...



____________________________________________________________
Bazı yazıların yazılmasına sebepdir duyduğumuz, okuduğumuz bir kelime...
Bazı yazıların yazılmasına sebepdir baktığımız, gördüğümüz bir fotoğraf...
Kelime için La Paragas / Yorumlar
Fotoğraf için Sunday's rendez-vous © Laurence Garçon
İlk yayın tarihi / Mayıs 2009